Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
4 Öyle Bir Geçer Zaman Ki’nin Hakan’ı Salih Bademci 10 KASIM 2013 / SAYI 1442 Cesaret tek bir sesle başlar ÖYKÜ DOĞAN EKİN BİLEN Öncelikle hikâyenin başına dönelim. Liseden mezun oldun ve sosyoloji bölümünü kazandın. Fakat o bölümü bırakıp, konservatuvara girmeye karar verdin. Olaylar nasıl gelişti? Bu ani değişime ne sebep oldu? Zaten bizde meslek seçimi konusu biraz erken yaşta gündeme geldiği için, insan ne hissedeceğini, neye yönelmesinin doğru olacağını keşfedemeden, bir karar vermek durumunda kalıyor. Benim sosyoloji bölümünü seçmem de aslında bu şekilde oldu. Sonrasında gerek okul şartları, gerekse daha spesifik bir iş seçmek istemem nedeniyle, bir kez daha sınava girmeye karar verdim. Öyle konservatuvarda okumak gibi bir hedefim de yoktu açıkçası, daha çok reklamcılık, sinema televizyon benzeri bir bölüm düşünüyordum. Peki işler nasıl bu noktaya geldi? O dönemde yakın çevrem tarafından “Salih acaba konservatuvar sınavına mı girsen?” tarzında akıl çelici yorum ve tavsiyeler almaya başlayınca, bu konuda da şansımı denemeye karar verdim. Durumu da biraz ciddiye alıp, sınavdan önceki 1,5 2 ay boyunca Ayla Algan ile çalıştım, kendimce konservatuvar sınavı için hazırlık yaptım. Sonra sınava girdim ve başarılı oldum. Tabii insan olumlu sonuç alınca olaya bakış açısı da tamamen değişiyor. Özellikle sınavına girdiğim okulun jürisinde bulunan Haldun Dormen, Yıldız Kenter gibi isimler tarafından seçilince “Acaba ben hakikaten yetenekli miyim yahu?” diye düşünmeye başlıyor insan. Ben de aynı hisse kapılarak, bu kişiler tarafından seçilmiş olmanın getirdiği bir özgüven yükselmesiyle, okula girmeye karar verdim. Bu süreç ne kadar tesadüfi görünse de, çocukluktan beri süregelen bir “kendini ortaya atıp oynama”, ilgiyi, alakayı üstüne toplama durumu da vardı tabii ki. Hiçbir zaman o kadar da uzak olmadım oyunculuk fikrine. Konservatuvara girdikten sonra, Serdar Akar’ın Barda filminde rol aldın ve oyunculuk sektörüne girişini beyazperde aracılığıyla yapmayı başardın. Barda filminin bende, küçüklükten kalma, hayal meyal hatırladığınız bir anıymış gibi bir etkisi var. O on üç günlük serüvenin, ilk dört gününde benim sahnelerimin büyük bir kısmı bitmişti. Zaten sonrası “Aa ben oyunculuk yapıyorum galiba!” bile demeye kalmadan geçti gitti. Serdar Akar bu anlamda da gerçekten harika bir yönetmen. Bu yüzden bu film için “kamerayla ilk tanışmam” tabirini kullanabilirim. Tabii bir de, yönetmen arkadaşım Mert Dikmen’in çektiği bir kısa filmim var, uğurumdur o benim. Peki Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisinde ilk büyük rolünü oynayana kadar, yani Barda filminden sonraki süreçte, sosyal anlamda bir değişiklik yaşadın mı? Hayatında farklı gelişmeler, değişimler oldu mu? Barda birçok kişi tarafından izlenmiş olmasına rağmen benim hayatımda öyle bir etkisi olmadı. Ama eğer “tanınma” durumunu soruyorsanız o daha çok Öyle Bir Geçer Zaman Ki’de oynadıktan sonra olmaya başladı. Zaten Barda filmindeki saç modelimle çok da şansım yoktu. Film bittiği gibi işler daha da ilerlemeden saçlarımı kestirmeye koştum. Öyle Bir Geçer Zaman Ki’den sonra hiç ara vermeden Fatih’e başladın. Bu kadar farklı iki dönem dizisi arasında geçiş yapmak zor olmadı mı? Kelimenin tam anlamıyla hiç ara vermeden, biri bittiği gibi öbür dizinin çalışmalarına başladım. Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisine 60’lı yıllarla başladık, işi 80’lerle bitirdik. Ve ben o dönemde bile, işimiz çok zor diye düşünüyordum. Çünkü gerçekten o dönemin koşullarını, Onu önce “Barda” filmi ile tanıdık. Adını değilse bile yüzünü. Sonra son iki sezona damgasını vuran Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisindeki rolüyle tüm Türkiye tanıdı. Son olarak da Fatih dizisinde II. Beyazıt’ı oynadı. Salih Bademci, Gezi olayları için de on yıl sonra filmler yapılacağı inancında. “Cesaret tek bir sesle başlar” diyen Bademci, “Burada da aynısı oldu işte. Cesaret tek bir sesle başladı, bir ağacın yaprak hışırtısı, herkesi oraya topladı” diyor. Psikoloji temalı bir oyun olacak, onun hazırlıkları devam ediyor. Bu kadar dönem dizisinden bahsetmişken, özellikle “Öyle Bir Geçer Zaman Ki” gibi toplumsal olayları da içeren bir diziye dahil olduğunu da düşünürsek, şu an içinde bulunduğumuz süreç hakkında ne düşünüyorsun? Sence “Gezi Olayları”, bundan yıllar sonra hatırlanacak, hatta üzerine filmler çekilecek mi? Kesinlikle! Ben, 80 kuşağını yaşamış ve bu dönemde aktif olan bir aileden geldiğim için, Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisinde oynamak benim için müthiş bir şeydi. O dönemin bir aileye etkilerini görmek, göstermek, bu sürece dahil olmak harika bir deneyimdi. Bence Gezi olayları da 2000’lere damgasını vurmuş, ani gelişen, çok ahlaklı, çok düzgün bir olaydı. Ve bunları göz önünde bulundurduğumuzda, bence bir 10 sene sonra, bununla ilgili işler çıkmaya başlayacaktır. Sen Gezi olayları ile ilgili ne düşünüyorsun? Böyle bir şey benim ülkemde yaşandığı için gurur duyuyorum. Bu kadar karamsar hissettiğim bir anda patladı ki bu olaylar… Gezi Parkı’nda dolaşırken ağladığımı biliyorum. Piyano resitalini izlerken, hiçbir ideoloji altında birleşmemiş, yalnızca özgürlükleri için orada olan ve hep bir ağızdan şarkı söyleyen insanları gördüğümde o kadar mutlu oldum ki... Biz ayrımcılıktan, ötekileştirmekten bahsederken, birileri bize saçma sapan yaftalar yapıştırırken, bir anda bütün insanların o meydanda, o parkta toplanması, ve olayların kendi kendimize verdiğimiz bir “insanlık dersine” dönüşmesini inanılmaz buluyorum. Bu olaylar beni çok umutlandırdı ve kendi kendime “Bu saatten sonra, herhalde bu ülkenin sırtı artık kolay kolay yere gelmez” diye düşündüm. Kendimizi yalnız hissettiğimiz, umutsuz hissettiğimiz bir döneme denk geldiğinden belki de bu yüzden bu kadar etkilendik… Gezi olayları, okuldayken oynadığımız bir oyundaki sözü getirdi aklıma, “Cesaret tek bir sesle başlar.” Burada da aynısı oldu işte. Cesaret tek bir sesle başladı, bir ağacın yaprak hışırtısı, herkesi oraya topladı. Bireysel ya da ekip olarak, Gezi’yi destekledikleri için, dizileri ya da programları yayından kaldırılan insanlar var. Sen bu konuda ne düşünüyorsun? Bunlar ucuz çözümler. Canını almadıktan sonra kimi, nasıl susturacaklar? Bana kalırsa toplum önünde belli bir kimliği oturttuktan sonra çıkıp de bir şeyler söyleyebilmek, sesini çıkarabilmek büyük cesaret istiyor. Onların yaptığı da büyük bir cesaret örneği. Bu yüzden o insanların hepsini ayrı ayrı tebrik ediyorum. l Fotoğraflar: UĞUR DEMİR görünümünü, jargonunu sağlamak, hepsi çok büyük emek istiyor. Öyle ki, “Bir daha dönem işinde yer almasam mı acaba?” diye düşündüğüm bile oldu. Sonra bir baktım, 500 sene öncesindeyim. Gerçekten inanılmaz farklı bir şey tabii. Bu yüzden çok sıkı çalışmamız gerekti. Fatih dizisinin geçtiği dönemi göz önünde bulundurursak, dizideki rolüne hazırlanmak hem zordu, hem de keyifli bir sürece benziyordu. Kılıç kullanmak, ata binmek gibi konularda eğitim aldın mı? Bu süreçte ilginç bir anın oldu mu? Ben zaten, okulda aldığım eskrim eğitimi dışında, herhangi bir dövüşle ilgilenmiş bir insan olmadığım için, bu süreç benim için oldukça enteresandı. Kılıç kullanmak ve ata binmek gibi konularda eğitimler aldık. At eğitimlerinde gerçekten çok ciddi çalıştık ve elimizden geldiğince uzmanlaşabilmek için çabaladık. 1 1,5 aylık bir çalışmayla bu iki konuda ne kadar profesyonellik noktasına gelinebiliyorsa tabii... Sonuçta bu günlük hayatımızda uygulayamadığımız, pratik yapamadığımız, çok da sıradan olmayan bir durum. Üstelik ilk başta, benim gibi hiperaktif yapıda bir adama, hiperaktif bir at verdiler. Biz iki deli, ortalıkta Osmanlı’daki Başıbozuklar gibi koşturuyorduk. “İlk atım” olduğundan mıdır bilinmez, aramızda resmen duygusal bir bağ oluşmuştu. Gezdiriyordum, yıkanması gerektiğinde “bırakın ben yapayım” diye sorumluluk üstleniyordum, alışmıştım resmen. Ama sonradan maalesef sette kalp krizi geçirdi, çok üzücü oldu benim için. Fatih dizisi bitti. Peki şu anda dahil olduğun projeler var mı? Henüz hazırlık aşamasında olan bir sinema projesi var. Selim Çirput’un “As Maça” adlı romanının bir uyarlaması olacak ancak henüz akıbetini ben de bilemiyorum, şu an bekleme halindeyiz. Bunun dışında tabii tiyatro devam ediyor. Şu an Çağlar Çorumlu ile birlikte oynadığımız “Big Shoot” adlı bir oyunumuz var, Türkçe çevirisini ne koyacağımıza henüz karar veremedik. Bir de tabii “Siyah Beyaz ve Renkli” var. “Etki” adlı bir oyunumuz çıkacak. Acı çekmekten korktuğumuz için bu hale geldik R essam Eda Su Neidik hayatını Paris’te geçirmiş, Sorbonne Güzel Sanatlar mezunu. Erasmus’u kazanarak Bologna Güzel Sanatlar’da eğitim almış. Sonra master için Madrid’e yerleşmiş ve tekstil tasarım okumuş. İlk sergisini 2011 kasım ayında açtığı ve “Eylem” konusunu canlandırdığı sergi de öfkeyi anlatmıştı. Ertesinde de Paris’e dönüp “Play me I’m Yours” projesinde, 40 sanatçı arasında yer aldı. Neidik, Yeşilçam’ın unutulmaz isimlerinden, 70’li yılların erotik film yıldızı Arzu Okay’ın kızı. Ama bu tanımın sanatının ve isminin önüne geçmesinden rahatsız. Annesiyle de gurur duyuyor. Şimdi de gerçek aşklardan ve acı çekmekten korkmadan, vazgeçmeden yaşayan bir kadının, kendi gibi olan hikâyelerinden de yola çıkarak “2’li oyun” isimli sergisini Ankara’da açıyor. “2’li oyun” yeni serginizin ismi. Nedir derdi? İlişki oyun demek, iktidar demek. Hatta belki de bir tür iç savaş bu. İlişkiden anladığımız yalnızca aşk da değil, olmamalı. İnsanın diğerleriyle olan her teması bir ilişkidir. Çalışmanız tüketim toplumunu hedef alıyor ve de tetiği çekiyor. Tüketim toplumundan, hızlı tüketim toplumuna geçişte aşklar ve ilişkiler de alışveriş kültürümüzle paralel gidiyor. Tanışıyor, sohbet ediyor, paylaşıyor, âşık oluyor, sevişiyor, ayrılıyor ve bunların hepsini kimi zaman 24 saatten kısa süre içinde yapıyoruz. Tüketim toplumu en sert dönüşünü yaptı, evriminin zirvesinde. Bu zaman kavramını da değiştirdi. Ona yetişmek çağımızın sorunu. Herkes “paylaşmak” için yaşarken siz neye tutunuyorsunuz? Evet, her şeyi paylaşmak için yaşıyoruz, yaşarken değil paylaşırken heyecan duyuyoruz. Dolandırdığımız kendi ruhlarımız, bile isteye kandırıyoruz kendimizi. Burada eksik olan tek şey acı. Kim bilir belki de sadece acı çekmekten korktuğumuz için bu hale geldik. Ben ise resim ile tutunuyorum. Çünkü her duyguyu eserime aktarabiliyorum. Çoğunlukla öfke var. Neden? Hepimiz genç ergenler olduğumuz için hayata büyük oranda öfke ve kızgınlıkla bakıyoruz. Cehalet de mutluluk getiriyor zaten! Çocuklar neden hep mutlu, kaygısız. Dünyayı tanımıyor, insanları bilmiyor. Bu yüzden her şey onlar için bir oyun. Bu oyun büyüdükçe kirleniyor. Bilmek ve kabullenmek arasındaki çizgi tehlikeli değil mi? Farkında olmak acıtıcı, kabullenmek ezici. İşte bu farkında olma hastalığının panzehiri yaptığımız iş. Tabii bunun adı büyük cümleler kurup, boşluğumuzu doldurmaya çalışmamız da cabası. Obsesif misiniz peki? Derin saplantılarım var, zaten çelişki olmazsa bir şey üretemiyorsun. Zihnin çeperini taciz eden onu yırtan sorunlar gerekli. Önceki çalışmalarınız hep siyah beyazdı, renk sonradan geldi. Var mı özel bir nedeni? Önceden hep siyah beyaz çalışıyordum, epey karamsardım. Öyle bir dünyam vardı, görmek istediklerim de öyleydi. Sonra renkleri keşfettim, ben renklerle sosyalleşiyorum aslında. İlişkiler üzerine sergi, ya hâlâ aşk var mı? Aşkın var olduğuna inanmak istiyorum. Ama bizi mahveden peri masalları! Yıllar boyunca beyaz atlı prensi bekledik. Gelenler ise ALİ DENİZ hep başkaları oldu. USLU Sizinle ilgili her haber “Arzu Okay’ın kızı” tanımıyla başlıyor. Bundan sıkılmadınız mı? Annemle hep gurur duydum ama cümlenin böyle başlaması beni mutlu etmiyor. Ama bir yandan da “bilinirlik” açısından size bir faydası var, değil mi? Elbette, Türkiye’deki en cesur işleri yapmış bir kadın Arzu Okay. Geçenlerde bir ödül töreninde annem ve benimle bir röportaj yapıldı. Oradan şu cümle çekildi “annemin filmlerini görünce kanal değiştiriyorum”. Ben onu yıllarca izledim, evet görünce değiştiriyorum çünkü çok izledim. Herkes lafı ve anlamı başka yere çekmek için uğraşıyor. Kirli bir dünya burası. Tekrarlıyorum Arzu Okay’ın kızı olmak gurur verici. 2’li oyun sergisinin davetiyesinde öpüşen bir çift var. Sergi de Ankara’da açılıyor ilk kez, malum Ankara metrosunda bir çift öpüştüğü için “edepli durun” anonsu ile uyarılmışlardı. Tablolar arasında davetiye için seçim yaparken yaşandı bu olay. Böyle olunca da seçim yapmam kolaylaştı! l Ressam Eda Su Neidik’in eserlerinde bilmece yok, derdini net anlatıyor. Doğrudan ve sert bir tavrı var. Yeni sergisi “2’li oyun”da da ikili ilişkilerin menem arafını tuvaline taşıyor. Her ilişkinin bir iktidar kavgası, ego yarışı ve iç savaş olduğunu anlatıyor. C M Y B