Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
20 EYLÜL 2009 / SAYI 1226 9 PAZAR YAZILARI Tekrar başarabilirim! Meral Zeren, 70’lerin unutulmaz simalarından. Erken yaşta şöhret oldu, zengin de. Hayalleri büyüktü, ancak yıllar onun umduğu gibi geçmedi. 80'lerdeki seks furyası şöhretinin de, zenginliğinin de sonunu getirdi. Şimdi Bebek’teki evinde yalnız. Borçlarını ödeyebilmek için planlar yapıyor. Gönlü oyunculukta. “Başaracağıma inanıyorum, bende iş bitmedi henüz” diyor. Çizgi roman mı, kitap mı? ADNAN BİNYAZAR ostum Doğan Hızlan kitaptan söz edince söyleyecek söz kalmaz. O, kitap doğmuştur, kitap yaşar. Kendine özgü ironisiyle bir yazı “esthéte”idir. Hürriyet’te üç yazı yazdı: “Klasikleri çizgi romandan okumak” (24 Ağustos), “Türk edebiyatının çizgi romanı yapılabilir mi?” (25 Ağustos), “Çizgi roman bir uyarlama değildir” (2 Eylül). Yazısına “Okumaya görselliğin katkısını sevenlerden misiniz? Yoksa has klasik okuru olarak, onları kitaptan mı okurum diyenlerdensiniz” diye başlayarak konuyu sınırlıyor, daha başta okurun karşısına iki seçenek koyuyor. Ben, olaya başka açılardan da bakılmasını, çizgi roman konusunun irdelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu, darlık çeken yayın piyasasının “görsel okurluğu” özendirmek için bulduğu bir yöntem olabilir mi? Konu, içerik yönünden de sorunsal. Hızlan, William Shakespeare’den Macbeth’in, Franz Kafka’dan Dava’nın çizgi roman uyarlamalarına değinerek şu sonuca varıyor: “Klasikleri okumak her zaman insanın zihnini açar, bugünü daha iyi değerlendirmeyi mümkün kılar. Söz konusu iktidar olursa, insanoğlunun hırsının sınırsızlığı, kan dökmeyi bile göze aldığını Macbeth’te Shakespeare, büyük ustalıkla bize gösteriyor.” Böyle dediğine göre, Hızlan’ın gönlü, çizgide değil, klasikleri kitabından okumakta. Örneğin yaşadığı günlerin karmaşasını bilinçle yansıttığı Macbeth’te, İskoçya soylularından Rosse’un, çizgi romanda hiçbir zaman bu boyutta yer alamayacak şu sözleri kitaptan okunmazsa günümüzü nasıl yorumlayabiliriz “Ah zavallı ülkem! Kendini tanımaktan adeta korkuyor. Ona anamız değil ancak mezarımız denir; orada her şeyden habersiz olanlardan başka gülümseyen yok; orada ahlar, iniltiler, göğü yırtan ağlayışlar sürüp gidiyor, duyan yok, fark edilmiyor bile. Büyük üzüntüler, günlük kavgalar olmuş; ölüm çanı çalarken kime diye soran pek olmuyor; iyi insanların ömrü başlarındaki çiçekler solmadan ölüyor.” İskoçya’da 1605’te yaşananlarla, 2009 Türkiye’sinde yaşananlar arasında bir fark var mı?.. “İnsanoğlunun hırsının sınırsızlığı, kan dökmeyi bile göze alan” kini, “Lady Macbeth”in, kral ordusundan kocası “Macbeth”e söylediği şu sözler çizgilere kurban edilirse, ortada “klasik” diye bir şey kalır mı? “Çocuk büyüttüm; insanın meme verdiği yavruya sevgisi ne kadar sevecenlikle doludur biliyorum; ama sizin bu iş için içtiğiniz ant gibi bir ant içmiş olsaydım dişleri çıkmamış ağzından mememin başını çeker de onun beynini dağıtırdım!” Arkadaşını öldüren Macbeth’in, “Ey talih! Çık er meydanına sonuna kadar benimle dövüş!” dediğini duyar gibiyim... Doğan Hızlan’ın Kafka’yla ilgili şu yargısı da günümüz adaletsizliğinin bir çizimidir: “Dava’yı okuduğunuzda, gazete haberlerini daha derinden anlayabileceksiniz. Aylardır ülkemizin de gündeminde olan birtakım davaları bir de bu eserin dürbününden değerlendirin.” Hızlan, “Çizgi romanları beğeneceksiniz” dese de, ikinci yazısında, “Gene itirazlar yükselecek. Çizgi roman, kitabın yerini tutar mı, diye. Hiç okunmamasından daha iyi değil midir, en azından çizgi romanının okunması.” Hiç okunmamasından iyidir; ama okunan kitap “klasik” değildir, çizgi aldatmacasıdır. Gelecek hafta, konuyu başka bir boyutuyla da sürdüreceğim... G D Beni hatırlatabilirlerdi Türk sinemasına o kadar emek verdikten sonra şimdi onlarca film ve dizi yapılmasına rağmen yer alamıyorsunuz. Sizi unuttular mı? Bu sizi kırıyor mu? Evet. Aslında karşılıklı oynadığım aktör arkadaşlarım hatırlatabilirlerdi. Sanırım bundan sonra hatırlatacaklar. Şimdiki ajanslara da suç bulmuyorum. Çünkü çoğu yeni kuruluşlar, yepyeni mankenler, çok güzel kadınlar, erkekler var. Ama bizlerin de olması lazım. Çünkü bizlerin rol aldığı diziler daha çok ilgi çeker aslında. Mesela Aşkı Memnu’da Nebahat Çehre var diye daha çok reyting alıyor. Ya da Yaprak Dökümü Halil Ergün sayesinde... Bizlere de yer verilmeli. Çünkü zaten halk bizi benimsemiş, sevmiş, bize alışmış. Bir sanatçının her yaşta oynayabileceği rol vardır diye düşünüyorum. Biraz da bunun için devamlı çalışmak istediğimi dile getiriyorum. Habire çalışma isteğimi anlatıyorum, yılmadan... G ŞİRİN GÜVEN 1. sayfanın devamı Ardından müzikaller geliyor... Evet, “Kanlı Nigar” ve “Evet mi Hayır mı” müzikalleri... O yıllarda tiyatro oyunculuğu konusunda da kendimi eğittim. Sonra 1985’te “Duvardaki Kan” dizisi teklif edildi. O zamanlar TRT 1’in en büyük yapıtlarındandı... O diziyle tekrar bir çıkış elde ettim ve bu kez de assolistlik teklifi geldi. Yıl kaçtı? 1986’da assolistliğe başlamış oldum. Zaten o yıllarda Yeşilçam kalmamıştı artık. Tek tük diziler yapılıyordu. 1992’de “Aile Bağları” dizisini çektik. Solistlik devam ediyordu. Biriktirdiğim paralarla ve Emirgan’daki evimi satarak şimdi oturduğum Bebek’teki villayı satın aldım. O sırada gazinolar tek tek kapanmaya başladı. Birden solistlik de yapamaz oldum. İyi yerlere alıştığım için, ikinci sınıf lokallerden gelen teklifleri kabul edemedim. “Sabret” dedim kendi kendime. “Bir sponsor bulur, güzel bir kaset çalışması yaparsın” dedim. Sonra televizyona da geçer, tekrar bir çıkış elde ederim diye düşündüm. Ancak hiçbiri olmadı, para da yavaş yavaş tükenmeye başladı. Her ay bir şeyler sattım. Arada tek tük televizyon filmleri oluyordu. Ya da bizim “ekstralar” dediğimiz düğünler gibi geceler oluyordu. Böyle, böyle geçtiğimiz yıllara kadar idare ettim. Ama bundan 23 yıl önce artık tamamen tükendim. Piyasada yeni ajanslar oluşmaya başladı. Sevdiğimiz rejisörleri bir bir kaybettik. Atıf Yılmaz ve Erten Eğilmez gibi... Sonuçta onlar benim zamanımın rejisörleriydi, onlar bana başrol teklif ediyorlardı. Açıkcası kala kaldım. Sabrettim. Otomobile gerek yok dedim, onu sattım, idare ettim. O kadar çok mücevhere gerek yok dedim, onları sattım. Antika merakım vardı, onları da sattım. İntihar etmedim, çıldırmadım, delirmedim. İdare etmeyi başardım. Yıl 1986. Renklendirme: Eylem Zor Evlenmek ve çocuk doğurmak istiyorum “Çalıştığım yıllarda evlenmedim, çocuk yapmadım. Bu konuları hep ihmal ettim, evliliğe, çocuk doğurmaya fırsat olmadı. Sonra zor günler geçirirken de evlenmedim. ‘Kötü günler geçiriyor. Parasız kaldı, gitti evlendi’ desinler istemedim. Oysa hep aşk evliliği düşlemişimdir, sevdiğim kişiyle evlenmek istemişimdir. Bir çocuk asla annesiz ya da babasız büyüsün istemedim. Çünkü ben babasız büyüdüm, o acıyı biliyorum. Annem tek başına büyüttü beni. Zaten 13 yaşımdan beri de hayatımı kendim kazanıyorum. Bir kadın olarak evimin reisi oldum. Şimdi bunları tekrar başaracağıma inanıyorum, tekrar çalışmak istiyorum. Tekrar filmlerde, dizilerde rol almak, içimde ukde kalan albümü çıkarmak istiyorum. Hepsine açığım. Başaracağıma inanıyorum. Bende iş bitmedi henüz diyorum. Ancak bu kez evlilik de önemli. Karşıma iyi birinin çıkacağına inanıyorum artık. Yeni yeni evliliğe sıcak bakmaya başladım. Çocuk doğurabilirsem doğurmak da istiyorum. Doğuramazsam da evlatlık almayı düşünüyorum”. G Meral Zeren, yıl 2009. Fotoğraf: Uğur Demir Şimdi hiçbir şeyiniz kalmadı mı? Bir tek evim var. Bir de beraber yaşadığım beş kedim ve bir köpeğim. Çok borçlandım tabii bu süreçte. Sanatçılar da farklı değil sonuçta. Biz de halktan insanlarız. Mesleğimiz farklı ama dertlerimiz aynı. Biz de geçim derdi çekiyoruz. Çalıştığım yıllarda çok israf etmişim. Aldığım kürklere ve sahne kostümlerine ödediğim parayla kimbilir şimdi kaç tane evim olurdu... Hep üstüme başıma harcadım, çok önem veriyordum o konulara. Bir anda gazinoların kapanacağını bilemedim. Böylece tüm kazandığım kürklere gitmiş oldu. Pişman mısınız? Çok pişmanım. Birçok sanatçı arkadaşım hep idare ederdi. Ben “Ne kadar cimriler” derdim. Meğer onlar akıllıymış. Şimdi daha yeni anlıyorum. Üç elbise yerine iki tane al, birini altın olarak at bir yere... Bir kürk yerine bir arsa al... Böyle yapmalıymışım ama kimse bana akıl vermedi. Yalnızdım ben hep... Nereden bilebilirdim ki böyle olacağını? Şimdi ne yapmayı planlıyorsunuz? Filmlerde, dizilerde oynamak; ya da sahneye çıkmak istiyor musunuz? Evet istiyorum. İnsanlar bunun için “Seni televizyona çıkaralım. Konuş, derdini anlat” dedi... Ben de peki dedim. Geçen yıl Seda Sayan ve Esra Ceyhan’ın programlarına çıkıp konuştum. Bir iki ajansla da haberleştim ama hiç ses çıkmadı. Hiçbir geri dönüş alamadım. “Neden böyle oluyor” diye üzülmeye başladım tabii. Mevsimlerden de yaz, havalar çok sıcak... Bebek’te hanımların denize girdiği bir köşe var. Orada denize girerken uzaktan görüntülemiş bir gazete beni. O sıkıntılı zamanlarımda hiç bana haber vermeden! Üstelik olduğumdan da kilolu göstermişler. Böylece tesadüfen istemeden o konuyla gündeme geldim. Şimdi ajanslar, sinemacılar aramaya başladı beni. G Peki bu kimin cezası! AYLİN KOTİL atırlarsınız, SHP’li belediyeler iktidardayken yağmayan yağmuru “Allah’ın cezası” olarak adlandırmıştı şimdiki iktidar. Çaresiz, sıkıntı çekmiş vatandaşa söylenecek en son sözdü bu. Peki aynı kişiler kendi iktidarları zamanında meydana gelen sel felaketine neler dedi? Kadir Topbaş vatandaşı suçladı ve deodorant sıkmayın dedi! Ya Melih Gökçek? Bu gibi durumlarda üst kattaki komşunuzda kalın dedi! Acı bir şaka gibi. Yaklaşım belli. Tamamen kaderci, sonuç almaya yönelik çözümlerden uzak. H binyazar@gmail.com C M Y B C MY B Beğenin ya da beğenmeyin Nurettin Sözen’den sonra altıyapı adına İstanbul’da ne yapıldı? Hiçbir şey! Peki üst yapıda? Bolca lale dikildi! Ankara’da ise çığırtkanlık yapan bir şekilde seçimler kazanıldı. Dış basında sürekli kötü alt yapımızdan bahsedildi bu son sel felaketi ile ilgili. Tek başıma dinlerken bile utanmama sebep olan anonslardı bunlar. Tek sorunumuz açılım. Çözersek sorunumuz kalmayacak diyenlere inat yağdı sanki bu yağmur. Keşke gerçekten tek sorunumuz bu olsaydı. Peki bundan sonra ne değişir ya da bize garip çözüm önerileri getiren siyasiler bir kerecik olsun kendi paylarına ne düştüğünü sorgular mı? Dere yatağını imara açanların hiç mi kabahati yok? Buralarda yapılaşan halka kızanlara ufak bir hatırlatma yapmak isterim: Ayamama deresinin uzantısı Ataköy’de. Ataköy’den ev alanların hepsi yasal yolla aldılar evlerini. Kaçak değil, gecekondu değil. Ancak her yağmurda apartmanlarının otoparkları ve evlerini su basıyor. Yetersiz altyapı ya da işini gereği gibi yapmama ihtimali hiç mi yoktur siyasilerin? Bu da, oradan ev alan halkın suçu mudur? Tek sorunumuz açılımmmış! Güldürmesinler bizi! Sorunumuz çok. Ancak sonuçta hepimizin tek istediği insanca yaşayabilmek ve değer görmek. G Aylin@kotil.web.tr