02 Şubat 2025 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

17 AĞUSTOS 2008 / SAYI 1169 9 Seçim taktiği savaşlar... Zülal Kalkandelen azıya, Amerika’da dinci sağın propaganda aracı Fox News’un “Hannity&Colmes” adlı programında, sunucu Alan Colmes (AC) ve konuğu Dick Morris (DM) arasındaki geçen söyleşiden bazı bölümlere yer vererek başlıyorum. *** DM: Obama seçimi kazanırsa, tabii İsrail’de iktidar partisinin liderinin kim olacağına bağlı olarak da, yemin töreninden önce İran’a saldırı olabilir. Eğer McCain kazanırsa, biraz daha zaman verilebilir. Asıl çarpıcı olan, Obama ve McCain’in başa baş gitmesi durumunda, eğer İsrail’de de sertlik yanlısı aday kongreyi almışsa, benim tahminim McCain’in kazanması için seçimden önce İran’a saldırır. AC: Ve siz bunun iyi bir şey olduğunu düşünüyorsunuz? DM: Evet... Kesinlikle! AC: McCain’in seçilmesini sağlamak için yapılmasını mı veya İran’a saldırıyı mı iyi bir fikir olarak görüyorsunuz? DM: Her ikisi de. Suudiler, Iraklılar ve Kuveytliler, İsrail saldırısına şükranlarını sunmak için partiler verecektir. Kamuoyunda kınasalar da aslında buna bayılacaklardır... Kamuoyu yoklamaları McCain’in kazanacağını gösterirse, İsrail, seçimin ya da yemin töreninin sonrasına kadar saldırmayabilir. Çünkü McCain’in doğru kararı vereceğine dair tam bir güven içindeler. Fakat kamuoyu Y yoklamaları Obama’nın kazanacağını gösterirse, yemin töreninden önce saldıracaklar. Çünkü Obama’nın Irak hava sahasının kullanılmasına izin vereceği konusunda güven duymuyorlar... Şu anda İran’da ve özellikle İsrail’de yanıtı aranan en önemli soru, Obama’nın İran’a saldırmak için Irak’ın kullanılmasına izin verip vermeyeceği. İsrailli politikacılar arasında hâkim olan görüş vermeyeceği yönünde... AC: Irak bağımsız bir devlet değil mi? Irak Başbakanı da kendi topraklarının ve hava sahasının İran’a saldırı için kullanılmasına izin vermeyeceğini açıkladı. DM: İkna edilebileceklerini düşünüyorum. *** İnanması güç ama Amerikan televizyonlarında bu tür görüşler dile getiriliyor... Dick Morris’i dinlerken bir an kendinizi film izliyor sanabilirsiniz. Çünkü gerçekten dehşet verici konuşmalar yapıyor. Açıkça ABD başkanlık seçiminin sonucuna etki edebilmek için savaşın kullanılmasını destekliyor... Savaşın bir seçim taktiği olduğunu hiç çekinmeden anlatıyor... Tabii bunları okuduktan sonra bu savaş tamtamları çalanın kim olduğunu merak edebilirsiniz. Ben söyleyeyim... Dick Morris, gazeteci, yazar, siyasi yorumcu ve danışman olarak çalışıyor. Bill Clinton ile Arkansas Valiliği döneminde yakınlık kurdu. İlk Clinton yönetiminde danışmanlık yaptı ve 1996 seçim kampanyasını yönetti. Clinton’ı Demokrat ve Cumhuriyetçi politikaları karıştırıp orta yol izlemeye yönelten kişi olarak tanınıyor. 1996’da bir hayat kadını ile ilişkisinin açığa çıkması ve o kadına hava atmak için Başkan Clinton’la yaptığı konuşmaları dinlettiğinin belirlenmesi üzerine istifa etti. Son yılllarda da Clinton’lara karşı çıkışlarıyla gündeme geldi. Ailesinin bir tarafı Musevi, bir taratı Katolik. Şu anda New York Post gazetesinde köşe yazıları yazıyor ve Fox News’da yorumculuk yapıyor. *** Dick Morris, İran’a saldırıyı Obama ile McCain’in oylarını gösteren kamuoyu araştırmalarına bağlıyor. Demek ki, Ortadoğu’nun kaderi o araştırmaları yapacak olan şirketlerin elinde... Ona göre her üç durumda da İran bombalanacak. 1. Obama kazanacak gibiyse, yemin edip başkanlık görevini devralmadan önce; 2. McCain kazanacak gibiyse, biraz daha sonra; 3. İki adayın oyları çok yakınsa, McCain kazansın diye seçimden hemen önce... Ve bunun adı da demokrasi... İnanırsanız... G www.zulalkalkandelen.com/kzulal@yahoo.com Uygarlıkların barınağıdır kitap... Adnan Binyazar er suyun tadı, içimi, ferahlatıcılığı nasıl farklıysa, kitaplar da içeriğiyle, ironisiyle, çağrıştırdıklarıyla okuyanda farklı duygular uyandırır. Yunan mitolojisine göre, nektar, içenleri ölümsüzlüğe erdirirmiş; insanı insanlaştırmanın nektarı kitaptır. Okuma çok yönlü bir eylem; okuruna göre kitap, kitabına göre okur vardır. Kimi, yaşamı boyunca hep aynı tür kitaplar okur, kimi kitaptan kitaba atlar. Görünüşüne kapılıp kitaplığını sırtı süslü kitaplarla dolduran da az değildir. Çoğunluk ise, beş para etmez dediği en seçkin kitapların kapağını açmadan göçüp gider. Öylesi de vardır ki, okuduklarına yenilerini katarak, aynı kitabı defalarca okur. Asıl okuma budur. Salvador Dali, İspanya’dan Paris’e geldiğinde, ayağının tozuyla Picasso’nun yanına gider; “Üstat, Louvre’a uğramadan sana geldim.” der. Picasso, Dali’yi gözünün ışıltısından tanımıştır. “En iyisini yapmışsın!” Çarpık bir yorumla, Picasso’nun, iyi yapmışsın diyerek, sanki kendini Louvre’daki bütün sanatçılardan üstün gördüğü sanılır. Öyle değildir; burada, arayanın, aradığını bulduğu vurgulanmıştır. Gerçek okur da, hangi kitabı aradığını bilir. Kitabın ayakları vardır; o da, yeryüzünün neresinde, ne zaman yazılmış olursa olsun, arayanın ardından gider. H Milletleri yarıştıran çirkin olimpiyatlar Enver Aysever Y az olimpiyatları heyecanı tek kanallı yıllarda belirgin biçimde yaşamımıza egemendi. Anımsıyorum; açılış günü törenini izlemek için evlerde yapılan hazırlıklar vardı. Alışverişler akşam izlencesi için olur, eş, dost, akraba bir umut geçerdik ekran başına. Yaz tatiline girmiş öğrenciler olarak kuzenim ve ben, sabahlara dek yarışmaları izlerdik. Hüzünlü bir umutla... Bir ulusun aşağılık duygusu yaşıyor olmasının birçok nedeni vardır elbet. Büyük olasılıkla üzerinde bulunduğumuz toprakları korkutucu bir savaş sonunda zorla elde tutabildiğimiz için, sürekli bir yenilgi psikolojisi işlenmişti genlerimize. Türk’ün kazanmakla, başarmakla, önde olmakla ilgili bir sorunuydu bu... Belki Türk olmakla ilgili aidiyet duygusunu da sorgulatmamak için, baskın bir halde üstümüze giydiriliyordu Türklük! Olimpiyatların barışçı ruhuna rastladığımı anımsamıyorum. Soğuk savaş ortamında, ikiye bölünmüş dünyanın, madalyalar üzerinden dökümünü görürdük dört yılda bir. İnsan bedeninin neler başaracağıyla kimsenin ilgilendiğini görmedim. Ya da ulusların birbiriyle kaynaştığını, daha güzel bir dünya için, yeni bir dil geliştirildiğini de duymadım. Oysa madalyalar vardı ve herkese haddini bildiriyordu. Güçlü olan en üstte, güçsüzler alttaydı... ABD hep önde, en önde olmalıydı. Çocuk ruhunda bunun nasıl bir hasar yarattığını şimdi fark ediyorum. Geceler boyu önde koşacağımız bir yarışma bekler dururduk. Ay yıldızlı bayrağın en üstte olması için yalvarır gözlerle bakardık beyaz cama. İstiklal Marşı’nı işittiğimizde göğsümüz kabarır, yüksek perdeden eşlik ederdik... Bunun için de güreşçilerin minderde yer alması için beklerdik... Ata sporumuz olan, estetik düşmanı güreşi... Olimpiyatlar dünya çocuklarına, güçlügüçsüz ilişkisini anlatmak için varmış meğer... Egemenlerin sürekli kürsüde olduğu, ezilenlerin hüzünle, özlemle baktıkları bir kudret gösterisidir yaşanan. Ha bir de, eğer bana dahil olursan, benim gibi olursun tanıtımı yapılır sık sık... Dünyanın dört yanından gelen, farklı dillerde, dinlerde, ırklarda olan insanın kutsal (!) ABD bayrağı altında yer alması için her türlü araç kullanılır. Ya kazanandan yana olacaksın, ya da her zaman öteki olacaksın bu serbest piyasa olimpiyatlarında... İki güçlüden biri devrildi (!) mi, henüz bilmiyoruz. Bir süre önce Rus büyükelçisinin Leyla Tavşanoğlu’na söylediklerine bakılırsa, dünya yeniden iki kutuplu olacak. Dahası Kafkaslardaki tarihi savaş, olasılıkla bunun ilk adımı! Olimpiyatların başladığı gün yağmur gibi yağan bombalar neyin göstergesi sizce? Ulusunuz hangi kutupta belli de, ya siz hangi taraftasınız? The İndependent gazetesi yazarı Johann Harı, yeni kutuplaşmanın güçlü taraflarından biri Çin’in, işçi ve emekle ilişkisini yazmış. Çin, olimpiyatların evsahibi. Görkemli açılışta dünyaya her türlü iletisini sundu. ‘Güçlüyüz’, ‘Kudretliyiz’, ‘Paramız var’, ‘Yetenekliyiz’ ve ‘Senin başardığın her şeyi biz de başarırız’ dedi batıya. Bu aynı zamanda, yeni sömürge savaşında ben de varım, demekti. Dünya pazarlarında egemenlik kuran ucuz Çin ürünleri, çoktan batının kara kara düşünmesine neden olmuştu. Tuhaf küreselleşme çağı, Fransız, Alman, İngiliz markalı, ama Çin ürünü olan mallarla doldurdu dört yanı... Kimileri bıyık altından güldüler... Artık her şey ucuzdu, çok ucuz... Elbet işçinin, çalışanın canı da! Çin’de pek çok köylü işçi (kadın) fabrikalarda yaşıyor. Her gece saat 22.00’ye dek çalıştırılıyorlar. Eğer yorgunluktan dolayı, bir an olsun esnemek, boynu gevşetmek isteseniz, hemen denetim altına alınıyorsunuz. Çevreyle ilişki yasak, sadece üretmek ve çalışmak için var o işçiler... Derileri kalkmış, sürekli tiner solumaktan ciğerleri tükenmiş, ruhsal bozuklukları olan milyonlarca işçi… Dışarıda her an onların yerini almaya gönüllü milyonlarcası daha var... Batılı denetçiler arada bir gelip bakıyorlar duruma. Sonunda işçi direniyor ve kazanıyor. Art arda gelen işçi ölümleri sendikalaşmanın önünü açıyor. Seçilmişlerden oluşan, hakları koruyacak, bağımsız sendikalar. Ancak ortaya çıkan durum; batılı küresel sermayenin kazancını azaltıyor, maliyetler yükseliyor. Nike, Ford, Dell gibi şirketler, başka ülkelere gidebileceklerini sezdiriyorlar Çin’e! İşçiler, batılı demokrat dostlarınca yalnız bırakılıyor. Çin fabrikalarında her ay 50 bin parmak doğranıyor, her yıl 13o bin kişi ölüyor, bir milyondan fazla ölümcül hastalığa yakalanan işçi yazgısına boyun eğiyor... Aklıma ülkemizdeki jean (kot) işçileri geliyor... Milletlerin vahşice yarıştırıldığı olimpiyatların arka sokaklarında bunlar oluyor işte... Küreselleşme çirkin, milliyetçilik aşağılayıcı ve çocuklar sürekli boynu bükük... Dalgalanan; sömürgecilerin, çok uluslu şirketlerin, vahşetin bayrağı... Orada birinci olsan kaç yazar? G www.enveraysever.com Sorun bununla bitmiyor; kişi, sıradan bir şarkıyı dinlerken ondan hoşlanır ya da hoşlanmaz. Buna kimse bir şey diyemez. Ama, Beethoven, Bach, Mozart... gibi kompozitörler söz konusu ise, ölçü, onu “anlayıp anlayamamak”tır. Okumanın ölçüsü de budur. Kitap, hem o anda ona bakanı, hem bir zamanlar bakmış olanı gösteren hayatın boy aynasıdır. İyi okur, okuduğu kitapta düşüncelerine, duygularına bir yer açabiliyorsa; içtiği suyun tadını, içim rahatlığını bildiği gibi, kitabın içeriğinin, ironi inceliğinin, hayatın aynasına yansıyan görüntülerinin ne olduğunu da bilir. Yalnız okumak yetmiyor; önceden okunmuş olanı yeniden okuyarak ondan aldığını sonsuza değin özünde duyumsamak da gerekir. Kitap insanla, insan kitapla birlikte yaşlanır; Suç ve Ceza on sekiz yaşında okunup orada bırakıldı mı, onun ne olgunluk dönemi, ne yaşlılığı yaşanır. On yedi yaşlarında okuduğum Don Kişot benim için yel değirmeniydi, Sancho Pansa’nın top gibi havaya atılıp yere düşmesine gülmekti, kılıçla delinen tulumdan akan şarabı düşman kanı sanmaktı. Cervantes denen o anlatı büyücüsünün serüvenlerini ballandıran nektarın tadını ben ellisinden sonra almaya başladım. Onu yanımdan ayırmayışımın nedeni bu. Hamlet her yıl yeniden okunmazsa, “Danimarka Prensi genç Hamlet” olarak kalır. Shakespeare, ölümünden bu yana 392 yaşında ise, Hamlet de yazarının onu yazdığı yaştadır. Şimdi Hamlet’i okuyan, insanlığın onunla geçen yıllarını benliğinde yaşar. Manganelli, “Yazın uygarlığı okumalardan oluşmaz, yeniden okumalardan oluşur; yalın biçimde söylersek, belki uygarlık budur,” diyor. Onun ‘yazın uygarlığı’ dediğine “okuma uygarlığı” demek, sanırım daha kapsayıcı olacaktır. Şu var ki, uygarlıkların doğup, zamanını doldurunca ortadan silindiği çağlar oluyor. Uygarlıkları içinde barındıran kitap ise, doğuyor; insanlığın sonsuzluğuna sonsuzluklar ekliyor. O sonsuzlukta insan damla ise, kitap ummandır... G binyazar@gmail.com C M Y B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear