Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
6 7 Zeki misiniz, yoksa kurnaz mı? Herkesin kendine göre bir zekâ tanımı var. Kimine göre iş bitirici, kimine göre fırlama, kimine göreyse oturup kalkmasını bilenler zeki. Bütün “başarı” öykülerinde de öne çıkarılan zekâ. Bugünün hangi sınıftan olursa olsun, değer ölçüsü de artık bu. Normal bir hayat süren, başkalarının önüne geçecek zekâyı üretmeyen veya üretse de kullanmayanlar için etiketler hazır, enayi, saf ya da sıradan… Deniz Ülkütekin 1. Sayfanın devamı Kendi hayatınızı mı yaşıyorsunuz? Evet, bu yazıyı okuyan sizlere soruyorum. Zekâ ve zekânın algılanış biçimleri üzerine yaptığım haberden çıkardığım sonuçlardan biri bu. Belki yazı bittiğinde, beni yeterince zeki olmamakla suçlayacaksınız. Ancak zekâ üzerine konuştuğum insanların zekâ ve zeki insan üzerine yaptığı birbirinden bağımsız tanımlamalardan sonra bundan çok da etkileneceğimi söyleyemeyeceğim. İnsanların zekâ üzerine bu kadar kafa yoruyor olması, yeni bir şey değil. Daha 19. yüzyılda başlayan zekâ testleri üzerine çalışmalardan günümüze uzanıyor, “zekâsıyla işi götürüyor”, “aslında göründüğü kadar aptal değil” gibi yakıştırmalar. Hedefinde de kaçınılmaz olarak popüler insanlar var. Zeki veya kendini zeki olarak kabul ettiren insanların genel kitle tarafından farklı bir statüde görülmesi de yeni bir şey değil. O kadar ki, yüksek zekâlı insanlar için çalışan uluslararası bir örgüt olan MENSA, 1994’te, düşük zekâlı insanların toplumdan soyutlanması talebini açıkça dile getirmekten çekinmedi. Yine 1994’te Charles Murray ve Richard Hermstein tarafından yazılan Bell Curve(Çan Eğrisi) isimli kitapta düşük zekâlı annelerin doğum oranlarının kısıtlanması talep edildi. Bu taleplerin sahipleri, cüretkârlıklarını büyük ölçüde genlerin zekâda önemli rol oynadığı yönündeki araştırmalardan alıyor. Bu araştırmaların ne kadar gerçekçi olduğunu öğrenmek için Boğaziçi Üniversitesi Biyoloji ve Genetik Araştırmalar Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Nesrin Özören’in görüşlerine başvurdum. Özören, zekâ konusunda yapılan ilk çalışmaların dar çerçeveli olduğu için kabul görmediğini anımsattı. Sonradan genişletilen araştırmalarda ise tek yumurta ve çift yumurta ikizleri arasındaki zekâ yakınlıkları incelenmiş. Bir şekilde ayrılan ve bambaşka sosyal çevrelerde yaşayan ikizler on yıl sonra teste Nesrin Özören. tabi tutulmuş. Nesrin Özören çıkan sonuçlarda çevresel faktörlerin büyük ölçüde devre dışı kaldığını, tek yumurta ikizlerinin yüzde seksen oranında benzer zekâ özellikleri gösterdiğini söylüyor. Çift yumurta ikizlerinde ise bu oran yüzde elliye düşüyormuş. Toplumlar için araştırma yapıldığında bile ilginç farklılıklar ortaya çıkabileceğini belirtiyor Özören, ancak bu kadar geniş çaplı bir yargı konusunda henüz kendisi de ikna olmuş değil. Dahası “Toplumlar için yapılan araştırmada çıkacak ufak farkların bir önemi olmamalı” diyor. Afrika’daki bir kabilede, hayatta kalmak için gerekli olan özelliklerle Batı dünyasında başarıya ulaşmak için gerekli olan özelliklerin tamamen farklı olacağını anımsatıyor bu kez, çünkü bir insanın zeki ya da aptal olarak değerlendirilmesinde koşullar ve gereksinimler de belirleyici. Bir de şu var, var olan koşullarda en başarılı ve zeki olarak gösterilen insan, koşullara en iyi uyum sağlamış insan oluyor. O koşullar, örneğin Afrika kabilesinin bulunduğu doğal koşullarsa diyecek bir şey yok. Ancak yaşadığınız toplumu içine alan hayatın başkaları tarafından tasarlandığını düşünüyor ve sistemden şikâyet ediyorsanız, önünüze çıkan engelleri aştığınızda kendinizi zeki olarak görmenizin ne anlamı olabilir ki? AYÇA ŞEN: SADECE AKLIMA GELDİĞİ GİBİ KONUŞTUM Herhangi bir insanın zekâsını yargılamak bizim işimiz değil. Ancak Cem Mumcu’nun dediği gibi zekâ mutluluk üretmekse Ayça Şen radyo programlarında bunu fazlasıyla yapıyor. Radyoda program yapmaya başladığınızda, hem meslektaşlarınız hem de dinleyiciler arasında tarzınızı yadırgayanlar, önünüze engel çıkarmaya çalışanlar oldu mu? Yooo, aksine, dinleyiciler de, meslektaşlarım da hep destekleyip gaz vermiştir. Arkamdan konuştuklarını da sanmıyorum. Özellikle iş yaşamında her hareketi önceden hesaplamak, ince eleyip sık dokumak ve birkaç adım sonrasını öngörmek zekâ belirtisi olarak görülebilir. Sizin radyo programlarınızdaki tarzınız ise sıra dışı olmasına karşın son derece doğalmış hissi uyandırıyor. Tarzınızı geliştirmek için çok fazla kafa yordunuz mu yoksa kendiliğinden mi ortaya çıktı? Hayır, sadece aklıma geldiği şekilde konuştum. Ancak, estetiğin, her şeyde elbette, ama bilhassa da mizahta ve tabii geyikte de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Radyo programlarında yaptığınız telefon şakaları yüzünden insanların zekâsıyla dalga geçtiğiniz yönünde tepkiler aldınız mı? Veya kendinizi rahatsız hissettiğiniz oldu mu? Dinleyicinin zekâsını değil ama iyi niyetini istismar ettiğimi düşünmüşümdür, çok zaman. Sizin, zekâ için kriterleriniz nelerdir. Kime, neden zeki dersiniz? Bir şeylerin özentisi olmaya uzun süre kendini kaptırmayan, olduğu gibi olup, dışardan bir gözle bakabilen herkes bence zekidir. Futbol elimizden gidiyor mu? Futbol, kimi zaman halkın afyonu oldu, uğruna savaşlar çıktı, bazıları için en büyük devrimciler futbolculardı. Artık bu güzel oyun dünyanın en büyük sektörleri arasında ve futbolun etrafında dönen para hayallere sığmayacak kadar büyük. Yeni sahibi ise halk değil, bu kaynağı sağlayanlar. NTV Spor Müdürü Ercan Taner de böyle giderse futbolun romantizmini ne kadar koruyacağını merak ediyor. Deniz Ülkütekin addi kaynağı fazla olan kulüplerin istedikleri futbolcuları transfer edip hep zirveye oynaması, televizyonların isteklerine göre belirlenen maç saatleri, şaibeli zenginler tarafından satın alınan kulüpler... Kısacası endüstriyel futbol, Altınbaş Holding bünyesine geçtikten sonra profesyonel lige yükselmek için Aliağa Belediyespor’u satın alan Göztepe’yle birlikte ülkemizde de varlığını hissettiren bir trend. Artık eleştiriler kulüplerin alınıp satılmasına karşı yapılıyor. Futbolun parayla bu kadar iç içe girmesi kuşkusuz taraftarlara yönelik algıyı da değiştirdi, onlar artık birer müşteri, stada sırf maç Ercan Taner. Fotoğraf: Vedat Arık izlemeye gelmemeli, alışveriş yapıp tüm günlerini orada para harcayarak geçirmeliler, futbolun patronları böyle buyuruyor. Emri yerine getiremeyen, 500 kilometre uzaktaki bir kentte maçı olan takımının peşinde trene kaçak binerek seyahat eden futbol tutkunları ise ancak holigan ya da çapulcu olabilirler! Yine de taraftarların bu duruma sessiz kaldığını söyleyemeyiz, Avrupa’nın birçok ülkesinde futboldaki endüstriyelleşme protesto ediliyor, hatta Londra’da 6 Temmuz’da futbolun ve taraftarlığın gittiği yönü tartışmak için “1. Futbol Taraftarları Kongresi” düzenlendi. Biz de konuyu NTV Spor Müdürü Ercan Taner’le konuştuk. Kulüplerin alınıp satılır hale gelmesi, yeni bir olay. Futbolun güzelliği ve bu kadar ilgi çekmesi, son dakikada atılan bir golle şampiyon olmak, kümede kalmak, sevinmek ya da üzülmek... Bunun alınıp satılabilir bir şey haline gelmesi nasıl bir yapılanma ortaya çıkaracak? Para işin içine girdikten sonra, kulüpler de kâr amacı gütmeye başladılar. Avrupa’da mali açıdan güçlü olan kulüplerin hem saha içinde hem de saha dışında sözü geçiyor. Bunun Türkiye’deki yansıması, kulüplerin daha fazla şirketleşmesi olacak. Yatırımcılar, önümüzdeki beş yıl içinde Türkiye’deki potansiyeli fark edip kulüplere M Tutkulu taraftarlar futbol endüstrisi için tehlike olarak görülüyor. Desen: Zeynep Özatalay Bazılarının zeki olarak gösterilmesi için bazılarının zeki olmaması gerekiyor. Bu, kaçınılmaz bir ölçü, fark edilmek ve farklı olmak, statü sahibi olmak için esas hammaddelerden biri. Ancak kendi farkını oluşturmaktan öteye giden, daha tehlikeli bir yanı da var, diğerlerini farklı göstermek... ABD’deki İlerici Emek Partisi (PL) tarafından yayımlanan “Akıl ve Irkçılık” isimli makale, zekâ testlerinin yıllardır göçmenlere karşı kullanıldığını iddia ediyor. Temelini sırf zekânın değil, eşcinselliğin ve alkolikliğin de genetikle ilişkilendirildiği bilimsel araştırmalardan alan bu argümanlar hakkında çalışan Eugenics isimli bir bilim dalı bile var. 20. yüzyılın başlarında Stanford Üniversitesi’nde başlatılan bu proje uzun süre hükümetten de büyük destek gördü. Zekâ testleri ise emek haklarının çok daha fazla seslendirildiği 1950’lerde gündeme getirildi. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nden Doç Dr. Nükhet Demirtaş, bir kültürde geliştirilen zekâ testlerinin diğer bir kültüre uygun olamayacağını Nükhet Demirtaş. düşünüyor. Ona göre İngilizce hazırlanan bir testi, sadece Türkçeye çevirerek olduğu gibi kullanamayız. Bunun için öncelikle testi bir uyarlama sürecinden geçirmemiz gerekir. Uyarlama, testteki her uygulama yönergesinin, yerli kültürde anlaşılır hale getirilmesi demek, eğer yeterli birikim varsa, yerli bir test hazırlamak da mümkün. Uyarlama sürecinden geçmemiş testler kültüre ve dile hâkim olmayan göçmen çocuklara uygulandığında doğru ya da doğruya yakın bir karar almak imkânsız. Demirtaş’a göre Avrupa’daki Türk ailelerinin çocukları bunun sıkıntısını elde etmek, o işe uygun becerilerle ve yeteneklerle donanmış çalışanlarla daha mümkündür. Psikolojik ölçmelerin tarihçesine baktığımızda da ilginç bir örnek karşımıza çıkar. MÖ 2200’de Çin imparatoru sarayda çalıştıracağı memurları birkaç aşamadan oluşan ve her aşamada elemenin olduğu bir seçme sisteminden geçirerek işe alırdı. Sınavları başarıp seçilenlerin, her üç yılda bir işe uygunlukları yeniden değerlendirilirdi.” ZEKÂYI ŞARTLAR BELİRLER “Kurnazla zekiyi ayırmak gerekir” diyor Psikiyatr Cem Mumcu “zekâ seviyesi, toplumda değişen değer yargılarıyla alakalıdır. Eminim Nazi Almanyası da Hitler’i çok zeki buluyordu.” Zekâ nedir? Bu sorunun yanıtı oldukça karmaşık, ve kime sorarsanız sorun, farklı bir yanıt alırsınız. Mumcu’nun bu karışıklığa, daha doğrusu bulanıklığa ilişkin bir örneği var: “Ressam Niyazi Toptoprak, ortak bir arkadaşımız hakkında konuşurken, ‘O zeki değil, kurnaz’ demişti. Biz laf yapıştırmayı da zekâ olarak algılarız, ama bence insanın karşısındakini kırmak için kullandığı hazırcevaplık hali bir zekâ değil”. Ona göre zekâ, çok daha kapsamlı şeylere hizmet etmeli ve mutluluk yaratmalı. Mumcu konuşmasına, genelde yaratıcı ve zeki insanların istihdam edildiği düşünülen reklam sektöründen bir örnekle devam ediyor: “Geçen gün internette gördüm. Bir rakı firmasının reklamında, Avrupa Şampiyonası’na katılan takımları temsil eden manken kızlar, ‘Bakalım bana gol atabilecek misin’ diyor. İşte bunu bulan adam kendince çok zeki. ‘Türk toplumu zaten cinselliğe Cem Mumcu. Fotoğraflar: Vedat Arık / Uğur Demir fazlasıyla yaşamış. Sosyoekonomik durumla zekâ arasında direkt bir ilişki bulunmadığını kabul etmekle birlikte, anne ve babanın eğitim düzeyi ile çocukların zekâ gelişimi arasında pozitif sonuçlar bulunduğunun altını çiziyor Demirtaş. Genetik, çevresel etkenler ya da zekâ seviyesi, nihai hedef başarı. Çünkü hayatta “başarısız” olan birinin zeki olarak tanımlanması pek görülür bir şey değil. Kişi olsa olsa “Aslında kafası çalışıyor ama” gibi cümlelerle ödüllendiriliyor. Nükhet Demirtaş zekâ testlerinin başarı seviyesinde doğru sonuçlar vereceğine inanıyor. “Yüksek zekâya sahip olmak hayatta bir avantajdır” diyor “çünkü, hayattaki her eylem bir ölçüde akıl yürütme ve karar vermeyi gerektirir. Başarılı olmak için zeki olmak tek değil ama en önemli koşuldur”. Zekânın politik anlamda, sermayeye ithaf edilen bir yanı olup olmadığını soruyorum. “İş dünyası her zaman işte başarılı olma olasılığı yüksek bireylerle çalışmak ister” diye yanıtlıyor Demirtaş “Zira yüksek verim ve kâr aç’ diye düşünmüş olabilir, rakıyı içelim, maçtan çıkalım, İstiklal’de de karılara sarkalım, önümüze gelene gol atmaya çalışalım… Bu şimdi zeki mi? Zekâ değerli bir şey ama önemli misyonlar yüklediğinizde bütün yükü ona bindiriyorsunuz. Adamlık ne olacak, ruh ne olacak? Bunlar çoğu zaman kurnazlığın tam tersi olan özellikler gerektiriyor. Ben fırsatları görüyorum ama yapmıyorum. Yapsam aynaya bakamam ki.” Tüm bu anlattıklarından sonra yine de Mumcu’ya kendi “zeki insan” tanımını soruyorum. Önemli bir kriterin, karşısındaki kişinin tüm benliğiyle orada olması, bunu yaparken de geçmişten gelen birikimlerini aktarabilmesi olduğunu düşünüyor. “Dünya zeki bankacıyla, zeki dolandırıcıyla, zeki avukatlar ve askerlerle dolu. Zekâyı fetiş haline getirmeye gerek yok. Zeki çocuklar reklamcı oluyorlar. Pazar paylarını nasıl arttıracaklarını, daha çok ne kadar görüneceklerine kafa yoruyorlar” diye yanıtlıyor sorumu “Bazı insanların bunun için çalışması normal ama topyekun bu noktaya gelmek acı bir şey. Ben çok zeki garson bilirim, çok zeki işçi tanırım. Sanata giren zekâ da bu zekâ işte. Bienal’e gidiyorsun, her şey zekâ kokuyor. Halk ilgi göstermeyince de ‘Onlar anlamıyor’ diyorlar. Ne demek anlamıyor, köylü kadınları bile Monalisa’nın karşısında çakılıp kalıyorlar”. MÜZİĞİN ASKERİYİM... Hande Yener, müzik piyasasında fark edildiğinden beri kendini ve müziğini yenilemeye çalışıyor. Bu uğraşın adını strateji koyarsak, doğru stratejiler üretmeyi de başarıyor. Müzik kariyerinizin başından beri her albümde farklı çalışmalara yönelip izleyiciyi yakalamayı başarıyorsunuz. Doğru hamleleri gerçekleştirmek için nasıl bir yöntem izliyorsunuz? Sanırım mesleğime olan aşkım ve inancım beni yönlendiriyor. Müzik benim yolumu çiziyor ve ben sadece onun askeriyim. Bu gerçek durum herkesin gözü önünde yaşanıyor. Bu da samimiyetimi gösteriyor. Toplumumuzun beni bu kadar desteklemesi güvenimi okşuyor ve beni cesaretlendiriyor. Meslek yaşamınızla ilgili çevrenizden gelen önerileri ne kadar dikkate alıyorsunuz? Müzikle ilgili kararları genelde Erol Temizel’le birlikte alıyoruz. Müzik piyasasında şarkılar kadar canlı sahne performansı da önemli yer tutuyor. Sizin de çok başarılı ve takdir gören bir sahne performansınız var. Sahneye çıkarken, sadece doğal olmaya mı dikkat ediyorsunuz yoksa öncesinde detaylı bir fikir alışverişinde bulunuyor musunuz? Devamlı konser verdiğimizden oturmuş bir düzenimiz olduğunu söyleyebilirim. Ben çok disiplinli ve çalışkan biriyim. Sürekli prova yaparım, konser günü enerjimi sahneye saklarım. Sizin zekâ kriterleriniz nelerdir? Bence önemli olan hem pratik hem de stratejik zekâ. Farkındalığımız arttıkça zekâmızın geliştiğini söyleyebilirim. SALZBURG HER ZAMAN MENEKŞE BEYAZDIR... Taraftar örgütlenmeleri ve protestoları tüm engellemelere karşın devam ederken Avusturya’da bir kulübün taraftarları, tarihlerinin ve renklerinin bir kalemde silinip atılması karşısında mücadeleyi bir adım ileriye taşıdılar... Avusturya’nın köklü futbol kulübü Austria Salzburg için 20052006 futbol sezonu pek iyi gitmiyordu. Şampiyonluk hedefiyle başladıkları sezonda beklentileri karşılayamayan menekşebeyazlı takım, saha dışında da maddi karışmak üzereydi. Taraftarlar, maçlarda bu durumu protesto ederken, güvenlik güçlerinin sert müdahaleleriyle karşılaştılar. Yeni kulüp yönetimi sonunda taraftar gruplarıyla görüşmeye ikna oldu, ancak teklifleri komikti: Kaptanlık pazubandının ve kaleci çoraplarının menekşe renginde olabileceğini belirtiyorlardı. Yaklaşık dört ay süren görüşmelerden sonuç çıkmadı. Ya mücadeleye son verilecekti ya da... Birkaç ay sonra, Salzburg taraftarlarının internet sitesinde “Elveda Siezenheim” yazıyordu. Taraftarlar için yıllarını geçirdikleri ve bir dolu anıları olan Siezenheim Stadı’na veda etme vaktiydi. 16 taraftar derneği birleşerek 4. ligdeki polis teşkilatının takımı PSV Salzburg yöneticileriyle anlaştı, kulüp ismini Austria Salzburg yapmayı ve renklerini de menekşebeyaza çevirmeyi kabul etti. Austria Salzburg’un futbola geri döndüğü ilk maçında alt liglerde görülmemiş bir şey yaşandı, yaklaşık beş bin tutkulu taraftar takımlarını destekledi. Ancak sezon sonunda çıkan anlaşmazlıklar bu birlikteliğin sonu oldu. 20062007 sezonu başında artık tamamen bağımsız Austria Salzburg sahadaydı. Salzburg yerel liginde mücadele edecek takımın, tekrar ulusal futbola dönmesi için tam yedi ligi geçmesi gerekiyordu. İlk sezonunda çok rahat şampiyon olan menekşeler, geçen ay içerisinde bir kez daha mutlu sona ulaştı Yine de önlerinde hâlâ çok uzun bir yol var. Ancak etrafında tribün bile olmayan statlarda maç yapan takımlarını desteklemek için her hafta toplanan menekşe renkli kalabalık bunu pek umursuyormuş gibi görünmüyor ve sabırla yeni Salzburg derbisinin oynanacağı günü bekliyor... REŞAT ÇALIŞLAR: ZEKİYİM DEMEK EGO TATMİNİ... Reşat Çalışlar genç yazarlardan, iki kitabı var, “Beni Kalbimden Vuranlar Var Ya” ve “Arabesk Anarşi”. Önyargılarından kurtulmak, bugünün gençliğini daha içerden tanımak isteyenlere rehber görevi üstlenen Çalışlar’ın ikinci kitabında zeki olmak, belirleyici bir unsur… Bu yüzden zekâ ile ilgili sorularımızı ona da yönelttik. Zekâyı, zeki kişiyi nasıl tanımlarsınız? Zekânın birçok farklı boyutu ve kriteri olduğu için, objektif bir zekâ tanımı yapılamıyor ve o nedenle de herkes kendini ortalamanın üzerinde bir zekâ düzeyinde zannediyor. Hemen herkesin kendini çok zeki sanması, biraz da, hemen herkesin orta zekâlı olmasından kaynaklanıyor. Hemen hemen bütün insanların orta zekâlı olduğunu ama orta zekâlılığın farklı biçimlerinin var olduğunu ve bazı biçimlerinin kişiyi başarılı kıldığını düşünüyorum. Ama tabii bireyin kendisinin bunu anlaması çok zor, birey “Başarılı oldum, toplumun onayını da aldım, öyleyse çok zekiyim” diyerek ego tatminine yöneliyor. Başarısızsa da, “Bu ortamda sadece kötüler başarılı olur, ben iyi olduğum için kaybettim” diyerek gene kendini kurtarıyor. Arabesk Anarşi’de sistem ve ideolojiyi pek dikkate almıyor, zekâya vurgu yapıyorsunuz, bireyin var olabilmesi için zekâsından başka yol göstericisi, tutamağı yok gibi... Yanılıyor muyum? Orda anlatmak istediğim, dünyada hangi sistem ve ideoloji olursa olsun, o sistemin ve ideolojinin kalıpları içinde düşünsel ve kültürel değerlerin aynen yaşamaya devam ettiğiydi. Yani kapitalist bir sistemde de düşünsel ve kültürel yaşam solcu bir sistemde olduğu kadar canlı kalıyor aslında, sadece düşünsel ve kültürel değerler siyasi örgütlenmelerin değil, ekonomik örgütlenmelerin ve paranın etrafında dönmeye başlıyor. Kitabınızı üzerine kurduğunuz, popüler kültürün geçici de olsa öznesi olmayı becerebilmiş kişiyi nasıl tanımlamalıyız, kurnaz, zeki... Kurnaz ile zeki arasındaki benzerlik ve farklılıklar neler? Popüler kültürün öznesi olmayı becerebilmek, kurnazlıktan ve zekâdan çok, kişilik yapınızın ve genel stilinizin dönemin trendlerine uygun olup olmamasıyla ilgili. Ama buna rağmen popüler kültür dünyasındaki insanların edebiyat dünyasındaki insanlardan daha orjinal olduklarını söylemek, günümüz dünyası ve özellikle de ülkemiz açısından çok yanlış olmaz. İnsanların Serdar Ortaç’la tanışmayı ünlü edebiyatçılarla tanışmaktan daha cazip bulmaları bence boşuna değil. Kurnaz insan bence diğer insanları anlama becerisi yüksek olan insandır. Zeki insan ise (gerçi zekâyla ilgili kesin tanımlar yapılamaz ama) kendini anlama becerisi yüksek olan insandır. Zeki insan rasyonel düşünür, kurnaz insan sezgisel düşünür. Zeki insan düşünerek adım atar, kurnaz insan ise otomatik adımlarla çıkarlarına yönelir, düşünmeden ne yapması gerektiğini bilir. Kitabınızda derdinizi internet yazılarından örneklerle anlatıyorsunuz, internet zekâyı parlatan veya herkesi ortak zekâda buluşturan bir ortam mı? İnternet dünyasının, özellikle de Türk internet dünyasının yarattığı kendine özgü bir zekâ akışı var. Avrupa ve Amerika’da insanların internetin bilgiye, Türkiye’de ise bilgiden çok zekâya ulaşmak için kullanıldığını söyleyebiliriz. C M Y B C MY B krizlerle boğuşuyordu. 6 Nisan’da Austria Salzburg için beklenen gerçekleşti. Enerji içeceği firması Red Bull takımın yeni sahibi oldu. O günlerde bunun iyi bir gelişme olduğu ve maddi kaynağa kavuşan Salzburg’un sonraki sezona güçlü bir kadroyla gireceği tahmin ediliyordu. Red Bull’un ise kadroyu güçlendirmek dışında farklı planları vardı. 1950’de kurulan kulübün arması ve renkleri, sponsor firmaya uyacak şekilde değiştirildi, yeni kulübün 56 yıllık tarihle hiçbir bağlantısı olmadığı açıklandı. Austria Salzburg ve sembolü menekşe rengi tarihe müdahale etmek isteyeceklerdir. Bu kaçınılmaz son. İngiltere’de aynı sorun yaşanıyor, İtalya’da zaten yıllardır kulüpler tek patronlar tarafından yönetiliyor, İspanya da bu yola girdi. Bir yaşam biçimi olan taraftarlık, eğlenceye dönüştürülmeye çalışılıyor, stada giden insanlar çok daha fazla para harcamaya teşvik ediliyor. Seyirci de endüstrinin bir parçası haline gelmedi mi? Tabii ki. Taraftar forma alacak, hafta içinde stattaki sinemaya gidip film izleyecek. Futbolun romantizmi ne kadar devam edecek ben de merak ediyorum. Sonuçta futbol bir tutkudan gösteriye dönüşecek belki de. Dönüştü zaten. Türkiye’de çarpık kulüpleşme yapısıyla alakalı olarak alt liglerdeki taraftarı fazla olan kulüpler, üst liglerde taraftarı olmayan ama altyapısı güçlü kulüplere talip olabiliyor. Başbakan da bu satışların olabileceğini söylüyor. Bunun sonu nereye varacak? Biraz beklemek lazım. Şu anda iyi ya da kötü diyemem. Takımların taraftar yapıları incelenmeli, yine takımların gelecek beş yıllık bütçeleri ve planları incelenmeli. Türkiye’de müthiş bir televizyon geliri olduğu için diğer yatırımların kulüplere ne getireceği, kulüplerin standartlarını ne kadar geliştireceği belki bir üç yıl içinde belli olacak. Futbol, bu kadar para içinde boğulup endüstri haline gelmeden önce de dünya çapında çok seviliyordu. Bu yüzden endüstrileşmenin futbol sevgisine bir katkısı yok. Yatırımcılara katkısı var, futbolculara katkısı var. Nasıl Küba’yı purosuyla tanıyorsak, Brezilya’yı da futboluyla tanıyoruz. Brezilya’nın yurtdışında beş binden fazla futbolcusu var. Bu inanılmaz bir rakam. Bir gün yatırımcılar futbola ilgilerini kaybedebilirler mi? Bunun mümkün olduğunu sanmıyorum. Bernabeu ya da Nou Camp’ta yıllardır her maça yüz bine yakın kişi geliyorsa, yatırımcıların ilgisi kaybolmayacaktır. Ben yatırımların, artacağına ve çok daha çeşitli hale geleceğine inananlardanım. Futbolun yeni yüzü... Taraftarlık kültürü can çekişiyor.