Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
R PAZAR 9 11/10/07 15:35 Page 1 PAZAR EKİ 9 CMYK 14 EKİM 2007 / SAYI 1125 9 Nilgün Marmara 20 yıl önce, 13 Ekim’de gitmişti... Dünyayla yaralı Zelda Ayşe Sağlam Şair “Nilgün’dü / intihar karası bir kardeş / adını verdi Marmara denizine” dedi bir başka şairi tanımlarken “saçları şelaleli bir amazon / içe dönük bir anarşist”… Anlatan İlhan Berk’ti, anlatılan Nilgün Marmara. Yakın dosttular, sonra Marmara çekip gitti, Berk’i, diğer dostlarını Cemal Süreya’yı, Ece Ayhan’ı ve diğerlerini... Sonra dostlarının bir bölümü de aynı yolculuğa çıktı, ama erken giden oydu, tam otuz yıl önce, 13 Ekim 1987’de. Nilgün Marmara 13 Şubat 1958’de İstanbul’da doğdu. Kadıköy Maarif Koleji’nden sonra Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Filolojisi’nde eğitimine devam etti; tez konusunu çok sevdiği yazar Sylvia Plath üzerine hazırladı. Bugün de Nilgün Marmara denince akla ister istemez kesişik yaşamları, benzer yollardan geçip aynı dilde yaşamla aralarındaki kavgayı sonlandırmaları nedeniyle Sylvia Plath gelir. Hem dünya hem de Türk şiirini çok iyi bilen, bu bilgisini de değerlendirebilen usta bir kalemdi. Yaşama içkin tuttuğu ölüme sanki hep alay edercesine göndermeler yaptı. İkisini hiçbir zaman birbirinden ayırmadı. Hayat aslında başlarken bitmeye yüz tutuyordu: “Dünyamsın benim, zorbam, düzenim / Bundan gözlerim göğe çevrili, / ellerim denizde. / Hiç katılmadan sende yaşıyorum, /dirimimsin benim, / doğarken öldüğüm.” Kırılıyor, anlamlandıramıyor, kimselere sezdirmeden diplere varıyordu. Bu, salt kendi dünyasında yaşadığı, dışarıya sözcükler yoluyla akıttığı; dostlarının yanında coşkuya dönüşen hassas ruhunun eseriydi. Dizelerinde bütün isyankâr ve öfkeli tavrının arasında çocuksu saflığını, ışığa ulaşma umudunu da barındırıyordu. Yorulduğu, tükeneceğini hissettiği anlar oldu. Yine de dostları Nilgün Marmara’nın coşkusundan, dostluğundan ve cesaretinden çok etkilendiler. Kimi salt varlığından; kimi yazın dilinden ilham aldı. Yakın dostu Seyhan Erözçelik onu “çocuk hanımefendi” olarak tanımlıyordu. O yıllarda “umutsuzlar merdiveni” olarak adlandırdıkları yerde, derslere girmeyip o merdivende uzaklara dalıp gidişi hatıraları arasındaydı Erözçelik’in. Yaşamı boyunca yazdı ve çeviriler yaptı; yalnız bir kez bir reklam ajansında çalışmayı denedi, ancak ilk işi bir ölüm ilanı yazmak olunca hem çok güldü hem de işi bıraktı. Ece Ayhan’ın sivil şairi, Cemal Süreya’nın ise dünyayla yaralı’sı oldu. Süreya ona Scott Fitzgerald’ın çılgın eşinin adı olan Zelda ismini yakıştırdı. Nilgün Marmara 21, Tansel Emanet 20 yaşında. Yer, Marmaris. Hayatına dair bütün ipuçları şiirinde saklıydı Nilgün Marmara’nın. Üstelik şiiri hakkında konuşmayı da sevmezdi. Ece Ayhan’a göre bu gerçek marjinallere dahil bir tutumdu. Cemal Süreya’ya göre “Dünyayla yaralı bir Zelda”ydı, Lale Müldür’e göre “Kalabalıklarda bir Slav düşesi”. Erken çekip gitti... ma yeriydi. Cemal Süreya’ya göre saat beşten sonra kılık değiştiren, ruhu bambaşka bir biçim kuşanan biriydi. Coşkusu ve herkesi kendine hayran bırakan güzelliği bu saatlerde ortaya çıkıyordu. Gözleri eşsiz güzellikte, insanı büyülercesine bakan, konuşan bu kadın, herkesin gerçek marjinal dediği ve Ece Ayhan tarafından tasvirlenen bir hayali bir müzik grubunda bando şefiydi. Ece Ayhan ve Cemal Süreya bir söyleşide Nilgün Marmara’nın şiirlerinden, şairliğinden çok söz etmeyişinden söz ederler. Ece Ayhan bunu Nilgün Marmara’nın gerçek bir marjinal oluşuna bağlar; ona göre gerçek marjinaller kendi şiirleri hakkında konuşmazlar. Nilgün Marmara da zaten yazdıklarını içinde yaşayan;bunları söze aktarırken yalnızlığına çekilen bir şairdi. Çocuksu sevinci, asla terk etmediği masumiyeti, hayatla bu kadar inatlaşırken bir yandan da ona sıkıca sarılma çabasının sonucuydu: “bir şeyden kaçıyorum. Kendimi bulamıyorum. Dönüp kendime yerleşemiyorum. Kendime bir yer edinemiyorum. Kafatasımın içini bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım. Ölü ben'im kendisini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden. Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayrı yalnızlık kendi kendine nasıl eğlenir…” ŞİİRİNDEN KONUŞMAZDI... Alaycı bir biçemde ama ille de ölüme yüz tutan şiirlerinde yaşamına dair çok fazla ipucu vermedi okuyucuya. Sadece çok anlamlılıktan herkesin kendinden bir şeyler bulabildiği, aslında çocukkadın Nilgün Marmara’nın biyografisiydi yazdıkları. En yakın dostu Gülseli İnal’ın derlediği “KırmızıKahverengi Defter”de bile diğer sanatçı güncelerinden çok farklı notlar, anıştırmalar vardı. Okuyucuyu zorlu bir yolculuğa, labirentler içinde bir oyuna sürüklüyordu. Hayatın neresinden dönülse kârdı onun için; bitmeyen, dinmeyen acının tek bir çıkış kapısı olduğundan emindi. Bunu her defasında dillendirmekten çekinmeyişi, ölüme uzanan yolda yürüdüğünü açıkça tarifleyişi çocuksu cesaretine, biraz da yaşamı çok iyi tanıyor oluşuna bağlanabilirdi. Bir anlamda da dostlarının Nilgün’ü olması bu yaşamla arasındaki tuhaf ve esnek ilişkideki cesaretinden, herkesten farklı oluşundandı. Kızıltoprak’ta eşiyle birlikte yaşadığı evin kapısı bütün dostlarına her zaman açıktı. Evi, dönemin ünlü sanatçılarının buluşma, toplan KALABALIKLARDA BİR SLAV DÜŞESİ Hayat onun için salt bir bekleme salonuydu. Misafirlerle dolan, insansızlıkla saydamlaşan, yolculuklarda bile bırakmadığı... Bir sene kadar Libya’da yaşadı, sonra da Avusturya’ya gitti. İzlenimleri şiirlerine yansıdı. Marmara’nın dostlarından biri, yazılarında ve söyleşilerinde adını sıkça geçiren Lale Müldür’dü, kahvaltıları, rafadan yumurtaları Hint baharatıyla sunuşu, kalabalık buluşmalarında dikkati en çok onun çekmesi... Müldür son kitabı “Anne Ben Barbar mıyım?” da onun için “kalabalık toplantılarda bir Slav düşesi” diye söz edecekti. Müldür’e göre; gece yaşamına, konyağa ve aryalara yakışan biriydi Marmara. Cezmi Ersöz içinse esin perisi ve gerçek bir dosttu. “Kırk Yılda Bir Gibisin” adlı kitabında “Biraz Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonnasıydın, biraz Ahmed Hamdi Tanpınar’ın Huzur’da anlattığı Nuran” diye yazıyordu “en çok da Nilgün Marmara’ydın.Yine Tanpınar’ın Bir Yaz Yağmuru romanındaki o büyülü, uçarı kadında da senden çok izler vardı. Masum bir sevinç için ikbal yakan kadınlardandın sen”. Asla yerleşik olmak istemeyişi, hayata saplanıp kalma fikrinin şiirine yansıyan kâbusu, kendi çığlık tünellerini oluşturdu. “Cam kırıklarından bir elbise” giyerek hayat içinde, insanlar arasında yaşadı. Bu karanlık tünellerde yalnız başınaydı. Ne kimseyi dahil etti; ne de akşam beşte kılık değiştirir gibi üzerinden attığı bu acı renkli elbiseyi birilerine gösterdi. Birilerinin dostu, sırdaşı, eşi, ilham perisi oldu. Yine de pek çoğu onu, şiirlerinde bağıra çağıra dillendirdiği ölüme taşıyan gerçek sebebi bilemedi. Kimi hafızasını yokladı, kimi ipuçlarını sonradan birleştirebildi. Ama herkes için 29 yıllık bir yaşamın sonlanışı kekremsi bir tatla yıllarca içte çağıldayan bir yara oldu. Her ölüm erkendi; ama Nilgün Marmara için daha da erken. Oysa o en son söylenecek sözleri en başta dile getirmiş, bekleme salonunu terk etmek, çağırdığı ölüme gitmek için bütün hesapları görmüştü. Cemal Süreya, Marmara’nın ölümünden sonra bir anısında şairin, bir dosta ölüm tasarısından söz ettiğini hatta ölmeden beş altı gün önce “Aydan el sallıyorlar bana” dediğini anlatmıştı.Bir başka durağa varma arzusu, yeni yolculuğuna çıkma zamanı kendince belirlediği biçimde ve anda geldi, bunu kendi yöntemiyle; ancak çok hazin bir biçimde gerçekleştirdi: “ölürken kahkahamı ona bırakacağım, kış uykusundaki melek” Güzel kahkahasını kime bıraktığı elbet bilinmiyor; ama sözcüklerini, yaşamının izlerini kimlere, nasıl bir etkiyle bıraktığı apaçık. 29 yıllık yaşamı 13 Ekim 1987’de İstanbul Kızıltoprak’taki evinde son buldu. Kentlerin havaalanlarından çok düş alanlarına gereksinim duyduğuna inanan “Dünyayla Yaralı Zelda”, Ece Ayhan’ın anlatımıyla, “üzerinde mor bir elbiseyle, denize ters yönde bir çığlık bile atmadan, kendini 6. kattan aşağı bıraktı.” Ölümünün ardından en trajik yorumu Nejat Bayramoğlu yaptı: “Bizim hiçbirimizin yapamadığı şeyi yaptı kız”. Yaşamı boyunca çığlık tünelleri kazıyan Nilgün Marmara ölüme giderken hazırlıklıydı. Sevdiği renge bürünmüş, çığlık bile atmamıştı. küçük İskender’in deyimiyle, Nil’de Gün Ansızın Battı! PAZAR SÖYLEŞİLERİ Havaalanlarında... Ataol Behramoğlu enzeyen yanlarına karşın havaalanlarının benzemeyen yanları da pek çoktur. Her havaalanı bir ülkenin, bir kentin, bir yörenin kimliğini yansıtır. Bunları yazarken bazı gazetecilerimizin Suriye’den Türkiye’ye girişte iftar nedeniyle bizimkiler tarafından sınır kapısında bekletildiklerini anımsadım. Ama Türkiye’den daha sonra söz edeceğim… Suriye demişken, bir başka anımdan söz edeyim... Yıllar önce Londra’dan Sydney’e uçtuğumda yaklaşık sekiz saat sonraki ilk durak Arap Yarımadası’nın ucundaki bir kentin havaalanıydı... Bende kalan izlenimler Bin Bir Gece Masalları’ndan görüntüler gibiydi… Herhalde hemşerileri olması gereken kişilerle sohbete dalmış gümrük ya da pasaport polisleri… Genelde de bir panayır yeri kargaşası… Yine de bu görüntüleri, doğrusunu söylemek gerekirse, sözgelimi Moskova Havaalanları pasaport denetimi girişlerinde, kuyrukta ve polisin önünde bıktırıcı sürelerde beklemeye yeğlerim… B Bu genç çocuklar bir önlerindeki pasaporta, bir size, dakikalarca bakarken canınızın sıkılması kaçınılmazdır… ABD’ye girişimde kara derili gümrük polisiyle ilginç bir diyalogumuz olmuştu. Geliş nedenimi sorduğunda “kültürel”(cultural) olduğunu söylemiş, bu kez “tarımsal mı” (agricultural?) diye sorusunu yinelediğinde kendisini onaylamıştım… Paris’e girişlerimden birinde pasaport denetimindeki genç polis memuru pasaportuma göz atıp girişimi onayladıktan sıonra arkada azıcık beklememi rica etmiş, ben altından ne çıkacak diye beklerken az sonra yanıma geldiğinde bana yazarlık konusunda sorular yöneltmişti… Meğer bilimkurgu yazıyormuş… O sıradaki pasaportumun meslek hanesinde yazılı “ecrivaine” (yazar) sözü ilgisini çekmiş… Havaalanlarına ilişkin anılarımın, gözlemlerimin listesi uzar gider... Geçenlerde Üsküp Havaalanı’na girişte herhangi bir denetimden geçmeden kendimizi “checkin” gişesinin önünde bulduğumuzda şaşıp kalmıştık… Hâlâ öyle midir bilmiyorum, Yunanistan havaalanlarında fosur fosur cigara içilir... Uçak daha inişini gerçekleştirmeden cep telefonları fora edilir ve konuşmaya başlanır… Gelelim bizimkilere… Dünyanın herhangi bir havaalanının “apron”unda deve ya da bir başka hayvan kurban edilmesi, havacılık tarihinde herhalde ilk kez bizde gerçekleşmiş olmalıdır… Yine uçak inişkalkış pistinde namaz kılınması da herhalde dünya tarihinde bir ilktir… Ben hiçbir ülkenin hiçbir havaalanında ibadet yerleri görmedim. Bizde mescitler var. Bence bu da yeterli değil, havaalanlarımızdaki cami eksikliği de giderilmelidir... Söz bizim havaalanlarımızdan açılmışken biraz da “dünyevi” şeylerden söz edelim… Dünyanın herhangi bir havaalanında çay kahve içerken, bir sandviçle nefsinizi köreltirken bir an bile duraksamaksınız… Çünkü cebinizdeki bozukluklar buna fazlasıyla yeter… Başta İstanbul’unki olmak üzere bizimkilerde ise fiyatlar, sadece bizler için değil dövizle alış veriş yapan kimseler için bile tüyler ürpertici, utanç vericidir… Dışarıda en çok elli kuruş olan su havaalanındaki bir büfede iki lira, bir kahve ise yaklaşık olarak on liradır… Böylece aslan YTL’miz dolara eşitlendiğinde, mesela bir Amerikalı, kendi ülkesinde herhalde elli sente içebileceği kahveyi bizim havaalanlarımızda on dolara içebilecektir… Bu vahşet, havaalanı otoparkı için de geçerlidir… Arabanızı orada üç gün bırakma gafletinde bulunduğunuzda ödemeniz gereken ücret, indirimli uçak biletlerinden birine ödediğiniz ücretle yaklaşık olarak eşitlenecektir… Madalyonun öteki yanı ise, bu otoparkların her zaman tepeleme dolu olması ve herhalde büyük çoğunluğu dolar milyoneri olmayan yurttaşlarımızın havaalanı “kafe”lerinde, en ufak bir itirazda bulunmaksızın neşe içinde çay, kahve, bira içmeyi sürdürmeleridir… Bu neşe, umursamazlık onlara nereden geliyor? Bu sorunun yanıtı verilebildiğinde, öyle sanıyorum ki, ülkemizde yaşanmakta olan akıldışılıkların nedenleri de az çok açıklığa kavuşmuş olacaktır… ataolb@cumhuriyet.com.tr