Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
8 PAZARIN PENCERESİNDEN 16 TEMMUZ 2006 / SAYI 1060 Beyin göçerse... Selçuk Erez H er ülkenin yüz binlerce sorunu var. Bunları kim çözer? Gelişmişleri, ileri zekâlı çocuklarını toplar, özel yetiştirir. Gelişmemişi ne yapar? İşi oluruna bırakır: Bu karmaşada her şeye rağmen sıyrılıp öne çıkanı da başka ülkeye kaptırır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyetler Birliği bunlardan ilkine örnek oluşturur: Almanlar, Leningrad’ı kuşattıklarında Ruslar, vatanları bu çapta tehlikede olduğu halde parlak öğrencileri cepheye değil başka yöne taşımış ve eğitimlerini sürdürmelerini sağlamışlardır. Bu ara Andrei Saharov, Moskova’dan Aşkabad’a yollanmış ve ordan mezun olmuştur. Bu ülkenin ileri zekâlı çocuklarını isabetle seçtiğini, Saharov’un Sovyet hidrojen bombasının geliştirilmesine bulunduğu katkıdan anlamaktayız. Bu konuda biz ne yaptık? İleri zekâlı çocukları toplamaya çalışan Türk Eğitim Vakfı İnanç Türkeş Lisesi’nin bir yöneticisi, bana okullarının giriş sınavlarında en iyi notu almış bir çocuğun başına gelenleri anlatmıştı: Çocuğun her iki kulağında yaralar görüp sorduğunda, bunların, sınıfta söylediklerine kızıp “Ukala terbiyesiz!” diyen ilkokul öğretmeninin kulaklarını ikide bir çekmesinden oluştuklarını öğrenmişti. Biz bu çocukların çoğunu yabancı ülkelere kaptırmaktayız. İleri zekâlı gençler sadece bilimde ve sanatta değil politikada da yararlı olurlar. Mesela Saharov, sonraları ülkesindeki insan hakları konusunda yaptığı çalışmalar sonunda Nobel Barış Ödülü’ne de layık görülmüştü. Hevidi ailesi, Şileİstanbul yolunda... (Fotoğraf: UĞUR DEMİR) Denizi terk edemiyoruz! ŞileMuş arası uzun yol. Bu yol, Hevidi aşiretine kısalmış. Özlem Altunok ile’nin Sofular Köyü’nü bir süredir mesken tutan Hevidi aşiretinin üyeleriyle İstanbul’a dönüş yolunda, otobanın kenarında buluştuk. Biz onları Şile’de ararken, onlar İstanbul yoluna koyulmuşlardı. Onlara ulaşmak pek de güç olmadı, çünkü Şile’de hemen herkes iki Temmuz’dan bu yana ne yaptıklarını, hangi kıyılara gittiklerini, ne zaman döneceklerini az çok biliyordu. 12 gündür Sofular sahiline çadır kurmuş, kadınlı erkekli, önce 800 kişi, sonra her gün biraz daha azalarak denizde boğulduğu sanılan akrabaları Mehmet Yiğit’i arıyorlardı. O gün, yine civardaki bütün kıyıları dolaştıktan sonra, toplanmış, ne yapacaklarını bilmez halde İstanbul’a dönüyorlardı, umutları bittiğinden değil, daha fazla ne yapacaklarını bilemediklerinden. İki minibüs, 910 kişi, heyecanla, bazen hep bir ağızdan, sakin, yorgun, telaşlı, sonuçlanmayan çabalarını, ihtimalleri, şüphelerini, umutlanmalarını sağlayacak ipuçlarını anlatıyorlar, sonra dönüp dolaşıp aynı cümle dökülüyor ağızlarından: Yardım. Valisinden, belediye başkanına, milletvekiline, kaymakamına destek almışlar, ama yardım sözcüğünü dillerine dolayan çaresizlikleri. “Ölüsü, dirisi, neyse o, yeter ki bulalım” diyor ailenin büyüğü Enver Altuntaş. Şile’de geçen günlerini, denize yabancılığı ve kızgınlığıyla anlatıyor: “Mehmet'le beraber binlerce insan perişan oldu, yerinden yurdundan kalkıp buralara geldi, geceler gündüzlere karıştı. Unutamıyoruz, denizi terk edemiyoruz. Deniz bize bakıyor, biz denize... Elimizden bir şey gelmiyor.” “Biz kalabalık bir aileyiz” diyor Mehmet’in amcasının oğlu Vecil Özdemirtaş, “Diyebilirim ki Muş’tan 800900 kişi geldi duyunca. Ortada aşi Ş Bizde? Memleketimizin bugüne dek görülmemiş bir şekilde ilerlemesine yol açan, ekonomimizi böyle düzelten bir başbakanımızı bu çapta üzer, Çankaya’ya layık görmezseniz, Meclis başkanımızın değerini kavramaz, Maliye Bakanımızı, sonra Kültür ve Turizm Bakanımızı böyle tiye alırsanız bu değerlerin de günün birinde başka ülkelere gittiklerini, oralarda önemli roller üstlendiklerini görür ve dövünürsünüz.. Artık bu gidişe “dur” demenin sırası gelmiştir! Ama nasıl? Doğal olarak eski örf ve âdetlerimizden esinlenmeli ve atalarımızın beyin göçünü nasıl engellediklerini hatırlamalıyız: *15 yy’da yaşamış donanma komutanı, coğrafya ve kartografya bilgini Piri Reis’in Atlas Okyanusu haritası o çağın en doğru çizilmiş haritalarındandır. Bu bilim adamımızı 80 yaşında kafası kesilerek idam ettirdik. *Aynı yüzyılda yaşamış ve mantık, belagat konularında önemli eserleriyle tanınmış müderrislerden Tokatlı Molla Lütfi’nin de kafası uçmuştur. 16 yy’da, Takiyüddin Efendi, ilk Osmanlı rasathanesini kurmuş, başarılı gözlemler yapmıştır. Ancak, Şeyhülislam, “Gözlem yapılan ülkelerde devlet yapısı yıkılmıştır” deyince buna inanan Padişah, gözlemevinin topa tutularak yok edilmesini emretmiş, Takiyüddin Efendi, kellesini araya giren hatırlılar sayesinde güç kurtarabilmiştir. 17 yy’da “Hazerfen” (bin fenli) adıyla anılan Ahmet Çelebi’yi Galata kulesinden Üsküdar’a uçtuğunda 4. Murat, “Bu adam pek hafv edilecek bir adamdır, ne murad etse elinden gelir, böyle kimsenin var olması caiz değildir” deyip Hazerfen’i Cezayir’e sürgün etmiştir. Uçurulan beyinler tabii ki göç edemez ama AB usullerini böylesine benimsemeye koyulduğumuz bu çağda her konuda esinlenmeye teşne olduğumuz ecdadımızdan farklı davranmalı, bu konuda eskiden geçerli olan örf ve âdetlerimizi de maalesef unutmalıyız: Başka çare bulamazsak politikadaki başarılarını dünyanın şaşırıp kıskandığı bu kıymetlerimizi fen ve sanattaki dehalarımız gibi bir gün bizi bırakıp başka yerlere gitmeye kalktıklarında böyle yöntemlerle engellemek yerine uçağa binip mendil salladıklarında bağrımıza taş basıp arkalarından ağıt yakmayı yeğlemeliyiz! erezs@superonline.com Şile'de boğulduğu sanılan Mehmet Yiğit’i bulmak için kadınlı erkekli her gün tanımadıkları denize bakar olmuşlar. Şimdi yorgun bir bekleyişteler... ret diye bir şey yok, çoğumuz uzun yıllardır İstanbul’da yaşıyoruz, ama bu olay bizim davamız oldu”. Bu kadar insanın bir araya yığılmasının sebebi onlar için çok açık: “Bir kaza olur, diyelim 10 kişi ölür, cenaze bir gün içinde kaldırılır, başsağlığı dilenir, herkes evine dağılır, acı da yavaş yavaş soğur gider. Biz, bir sonuca ulaşamadığımız için dağılamıyoruz.” Gerçi günler geçtikçe, umutlar azaldıkça aile büyükleri kalabalığı dağıtmış. Kalanlar her gün kıyıyı yoklamaya, dalgıçlara eşlik etmeye devam etmiş. Bir de Muş’tan gelen telefonlar var: “Alo ne oldu?” Yanıt “hiç”... UNUTULUR SANILMASIN! Mehmet'in ağabeyi Ercan Yiğit Muş’tan gelenlerden. “Duyunca akın olduk, İstanbul'a geldik” diyor ve ekliyor, “Ne denizde boğulduğu, ne kaçırıldığı, ne de kaybolduğu belli. Biz ağaca çıkmış ya da kuyuya düşmüş bir kedi yavrusu aramıyoruz. Bu, 19 yaşında bir genç”... Vecil Özdemirtaş atılıyor: “Biz kimseyi suçlamıyoruz, sadece ölü ya da diri, onu bulana, sonuca ulaşana kadar manevi yardımların sürmesini istiyoruz.” Anlattıkları kadarıyla Mehmet, beyaz tenli, 1.85 boylarında, içe kapanık, saf, halinden memnun bir genç. Sebze halinde işçilik yapıyor. Gurbette, Muş’taki anne babasına destek olmak için çalışıyor. Akrabalarından biri “Mehmet’e, ‘Buradan kalk, şuraya otur’ desen, ‘ağabey başım üstüne’ der, başka da bir şey demez” diyor. Biraz da bu yüzden kaçırılmış ya da başına herhangi bir şey gelmiş olabileceğinden şüphe ediyorlar. Olay gününü amcası Mehmet Şah Yiğit anlatıyor: “Beraber denize girdik, öğlen vakti yemek yedik. Tekrar denize girdik” diyor, “Bir iki saat sonra ben denizdeyken Mehmet ve 45 arkadaş kıyıdalardı. Yanlarına gittiğimizde Mehmet ve ufak yeğen yoktu. Ufaklık başı ağrıdığı için arabaya gitmiş, biz Mehmet de onunla beraber sandık. Meğer değilmiş. Sonra aramaya başladık. Deniz kenarı kalabalıktı, herkese tek tek sorduk. Ne denize açıldığını, ne boğulduğunu gören vardı”. Ailenin büyüğü Enver Altuntaş, sakin, ağırbaşlı alıyor sözü: “Boğulmuş olsaydı deniz onu bir haftada atardı. Üstünden iki pazar geçti, onunla aynı gün boğulan yedi kişi bulundu. Diyelim bütün sahil 50 km ve insanlarla kaynıyor. E, bu sinek değil ki, ölmüşse dahi kimse görmüyor.” Kısacası Hevidi ailesinin ısrarı “hiç”liğe ikna olamamaya, inanamamaya... Son söz Vecil Özdemirtaş’ın: “Gece gündüz bu yolda gidip geliyoruz. Uyku yok, teselli yok, cevap yok... Sanmasınlar ki, günler geçince sahipleri onu unutur. Unutulmuyor. Bizi de unutmasınlar!” Ailesi, Mehmet Yiğit’i Sofular sahilinde arıyor... CUMHURİYET 08 CMYK