Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
6 PAZARIN PENCERESİNDEN 11 HAZİRAN 2006 / SAYI 1055 Sokakta ne var? “Zenginlik, yani hayat var” diyor FrançoisMarie Banier. Cüceler, özürlüler, yaşlılar, fakirler, dışlanmışlar da... Fotoğrafın bir şeyi temsil etmesi fikri onu deli ediyor. Bu yüzden gerçeği arıyor, mümkünse herkesi sokağa, hayatın içine taşıyor. Tıpkı fotoğrafları gibi... Özlem Altunok Yavaş çekim... Selçuk Erez acık yerken televizyon izlemeye başladılar. Bütün aile masadaydı. Cacık nefisti, ortalık sarmısak kokuyordu. Çoğu bir kase daha aldı. Televizyonda yabancı bir belgesel vardı. Belgeselde bir devletin hükümet başı, eninde sonunda düşmesiyle sonuçlanacağı artık anlaşılan uzun bir serüvenin ortalarındaydı. Cacık bitince anne, herkesin tabağına soslu kereviz koydu. Biri, “Yahu kimdi şu Pinochet’in devirdiği?” diye sordu. Yanıtladılar: Allende! Ha onla ilgili bir belgesel seyretmiştik ya, bu, bana o filmi hatırlatıyor! Ne ilgisi var? Allende doğru dürüst bir adamdı, dünyadan haberi vardı. Düşürülmesi, memleketinin hayrına olmadı! Reşit, biraz daha kereviz alır mısın? Televizyonda izledikleri başbakan ise hata üstüne hata yapıyor, bir gafını, az sonra diğeri izliyordu. Uyarıları takmıyor, üstelik uyaranlara sinirleniyordu: Yüksek mevkilere tırmanmaya kalkanlar böyle sinirli olmamalılar! Baksana doğru dürüst bilmediği her alanda at koşturmaya kalkıyor. Yapar: Bir zamanlar Samuel Huntington’la televizyonda onun yazdığı kitap konusunda tartışmaya bile kalktıydı. Kereviz tüketilince Oya Hanım, sofraya kaymaklı kayısı tabağını getirdi. Reşit kalktı, “Sonunun ne olacağı belli. Ben bu adamı izlemekten sıkıldım” dedi, “Odamda İnek Şaban’ı izlerim daha iyi!” Ela da, “Bana da kasvet bastı, biraz ders çalışacağım!” dedi. Baba, “Susun da şunu izleyelim!” diye çıkıştı. Belgeseldeki başbakan, yerinin adamı olmadığını, bu işi güdemediğini anlamıştı ama renk vermemek, eksikliklerine rağmen yerinde tutunmak için aşırı gayret sarf ediyor, her yola baş vuruyordu... C Gerçek sokakta ransız fotoğrafçı FrançoisMarie Banier, sürekli canı sıkılanlardan. “Hayatta yaptığım her şey sıkıcılığı ortadan kaldırmak için” diyor. Fotoğrafçılığın yanı sıra yazar ve ressam. Biraz da bu yüzden, ama daha çok, “fotoğrafın ateşini alevlendirmek için” sözcükler, renkler, formlar da giriyor fotoğraflarına. Sokağın gücünü, gerçeğini, eşitleyiciliğini, zenginliğini seviyor. Beckett’i de, bir cüceyi de sokakta görüntülüyor. Gerçeğin gücünü anlatmaya çalışıyor. Banier’le İstanbul Modern’deki “Gerçek Öyküler” sergisini konuştuk. Serginin adının “Gerçek Öyküler” olması, fotoğrafçılığın yanında yazar kimliğinizi de hatırlatıyor gibi. Neden “Gerçek Öyküler”? Aslında burada bir kelime oyunu var. Amaç, her objenin gerçek bir hikâyesi olduğunu gösterebilmek. İmaj olan bizi gerçekle karşı karşıya bırakıyor, bu da gerçeğin gücünü gösteriyor. Fotoğraf da her şeyden önce, bir obje. Figürlerin arkasında her zaman beklenmedik ve gizemli şeyler olabildiği gibi, fotoğrafa saklanmış gizli kelimeleri de görebiliriz. Öykü türlü şekillerde anlatılabilir elbette, ama siz yazı ve resmi de katarak bütün bir öyküyü mü, ayrı ayrı öyküleri mi anlatıyorsunuz? Hepsi fotoğrafa başka boyut getiren malzemeler benim için. Fotoğraftaki yazılar aslında çizgi. Yani nasıl İstanbul Boğazı’nda Asya’yı Avrupa’ya bağlayan iki köprü varsa, fotoğraflarımda da çizgilerle ya da resimle birbirine bağladığım köprüler var ve onlar Boğaz’dakilerden daha çok... Fotoğrafın gücünü arttıran müdahaleler gibi görünmüyor ama bunlar... Yapmak istediğim de bu zaten. Fotoğrafın üzerine yazı yazma isteğim, ateşi tekrar alevlendirmek içindi. Fotoğraflar uzun sürede sıkıcı olabilirler, ama burada unutmamamız gereken, fotoğrafın hisleri olduğu. İstediğiniz kadar biçimli, estetik çe F kin, ölümü, yaşamı, duyguları anlatırlar. Fotoğraf gerçeğin bir yansıması, resim ya da yazı onu tamamlamak için değil, duyguları belirginleştirmek için var. 1910’larda değiliz, amaç daha da ileriye gitmek, daha farklı görebilmek... Yani fotoğraf “ölü bir gerçek”se eğer, sizin yaptığınızı bypass’a benzetebilir miyiz? Bütün amacım, hayatım, yaptığım her şey, sıkıcılığı ortadan kaldırmak için. Hareket, farklı bakış açılarını yaptığım işe taşımamı sağlıyor. Mesela İstanbul’daki insanlar, aynı zamanda burayı yansıtan yazılar bana göre. Fotoğraflarımdaki yazılar da bazen gizemi, bazen bir kutlamanın kalabalığını taşıyor. ACI DA OLSA HAYAT... Fotoğrafın sıkıcılığı nerede başlıyor sizin için peki? Şu, burjuva geleneği, fotoğraf bir şeyi temsil etmeli fikri, beni deli ediyor. Benim fotoğraflarım tanıklık etmiyorlar, biri bir diğerini uyandırmak, diğerinin güzelliğini ortaya koymak için var. Fotoğraflarım aslında başkalarının saygı göstermediği yaşlılığa, özürlü kişilere, dışlanmışlara saygı gösteriyor. Bende masum fotoğraf çok azdır. Zaten sevdiğim fotoğrafçılar da basın fotoğrafçıları. Bu yüzden gazetelere bakmayı seviyorum, çünkü o fotoğraflarda monoton da olsa, acı da olsa hayatı görüyorum. Bu yüzden mi sokaktasınız, siz ve fotoğraflarınız? Sokak, herkesin kendine özgü olan şeyleri gösterilebileceği en iyi yer. Güzellik ya da cazibenin büyük, şişman, iriyarı bir kadında yakalanabileceğini sokakta görüyorsunuz. Boşanmış bir kadın, bir fakir, mutlu bir yüz... Sokakta olmak benim için bir kova boyanın içine düşmek ya da Louvre Müzesi’nde olmak gibi. İstanbul sokaklarını gezme şansınız oldu mu? İstanbul’da kaldığım üç günde gördüğüm nezaket, hassasiyet ve zekâydı. Neredeyse 1000’e yakın fotoğraf çektim ve bunların 400’ünde sokaktaki insan vardı. Hepsi de Matisse ya da Picasso’nun renkleri gibiydiler. Bu yüzden tekrar geleceğim. Fransa’da insanlar bu kadar nazik değil. Türkler, biz kendilerini entelektüel sanan zavallılara göre, daha derin bir zekâya sahip... Salvador Dali, Isabelle Adjani, Ray Charles, Marcello Mastroianni, Andy Warhol... Pek çok ünlü ismi çekmiş, sonra da onlarla geçirdiğiniz süreci anlatan yazılar yazmışsınız. Onlarla zaman geçirirken farklı ilişkiler, bağlar kurduğunuz görülüyor. Nasıl bir denge gözetiyorsunuz karşınızdaki kişiyle? İktidarın kendisini, fotoğraf olarak gördüğüm için, karşımdakiyle bir suç ortaklığı ya da iktidar ilişkisi kurmuyorum. Mesela Silvana ile çok yakın, özel bir ilişkim vardı, sürekli kucak kucağaydık, onu çok beğeniyordum. Fakat onu sadece ben fotoğraflamak istemiyordum, başkaları da çeksin ki, bu güzellik herkes tarafından görülsün istiyordum. Beckett ise karşımda bir Afrika ilahisi gibiydi. Beni çok heyecanlandırdığı için onu daha çok, uzaktan izledim. Bunları yaparken egonuzla nasıl baş ediyorsunuz? Maalesef egom çok güçlü değil ve özellikle yazarken bu, beni çok rahatsız ediyor. Hatta bunun için terapiste gidiyorum. Egomun güçlü olmaması, fotoğrafta ise karşımdakinin kendisini tamamen ifade etmesini sağlıyor. Eğer bir başarı söz konusuysa, bunun sebebi kendi fotoğraflarımı değil, onları çekiyor olmam. Peki romanlarınız, onlar fotoğraflarınızdan ne kadar etkileniyor? Fotoğrafik oldukları söylenebilir. Roman yazarken de kendimi, fotoğrafta olduğu gibi spontane gelişmelere açıyorum, ama bu yazı için bir saçmalık, çünkü çok zaman kaybetmeme yol açıyor. SILVANA MANGANO Silvana Mangano, siyah gözleri, bitimsiz burnu, bu vahşi güzellik; bu yıldıza nasıl erişmeli? Derinliği ve inceliğine ihanet etmeden onu nasıl göstermeli? Okyanus gibi, piramitler gibi, bir dağ deresinin suyuna akseden ayışığı gibi, Silvana Mangano da kendinden söz etmez. Bir erkek, sonunda ona yaklaşmaya cesaret ederek, ona, akşam eve geç döndüğünde, hatta bir gece boyunca, bazen de bir ay boyunca eşini beklettiğinde, kinini unutması için tek bir iltifatın İşin tuhaf tarafı, o giderek çuvallarken sanki çok başarılı bir iş yürütüyormuş gibi gırtlaklarını yırtarcasına tezahüratta bulunanlar, ellerinin su toplamasına aldırmadan alkışlayanlar çoktu. Adam başaşağı gidiyor. Şu şakşakçılara bak! Kaymaklı kayısı bitince ve çocuklar odalarına gidince, karı koca belgeseli daha rahat izlemeye koyuldular. Bir türlü düşemedi gitti! Ama neredeyse dibe vuracak! Az sonra adam yere hızla sırtüstü çakıldı: Önce sırtı öptü yeri, sonra da kafası.. Film biterken Oya, kocasına sordu: Aslında biz yarım saat şunun atın eğerine bir türlü yerleşemediğini, üstündekine sinirlenen atın, adam daha dizginleri eline almadan şaha kalktığını, bir iki kez boşluğu çiftelediğini ve nihayet binicisini silkeleyip üstünden attığını izledik. Amma da uzun sürdü: O attan düşüp yeri buluncaya kadar biz cacık yedik, kereviz yedik, kayısı tatlısını bile bitirdik! Belgeseli, ağır çekimle filme almışlarda ondan. Yani? Film, hızlı tempoda çekilip yavaş oynatılıyor... Şimdiye kadar futbol maçlarında kaleye şut çekilirken, olimpiyatlarda atletler finişe varırken böyle çektiklerini görmüştüm de bir başbakanın düşüşünün bu kadar yavaş çekimine rastlamamıştım... Belgesel son bulunca, Oya gitti kekiklenmiş yeşil zeytin ve rakı getirdi, su kattı, kadeh vuruşturdular. Kocası çok keyiflenmişti, bir şarkı tutturdu: Beraber yürüdük biz bu yollarda! Oya itiraz etti: Yahu, burası İnönü Stadı değildi, sıradan bir kent parkıydı... Sonra sen mi kazandın bu maçı? Bu kadar neşelenecek ne var? SAMUEL BECKETT Beckett yalnız olmak ve kısa pantolonlu, sırtında kahverengi heybesiyle, ince uzun, zaman zaman, oteldeki Faslıların, kız kardeşi sandığı eşine doğru eğilmiş olarak, yıldan yıla yollarımızın kesiştiği Tanger kaldırımlarında, güneş ışınları arasında hızlıca yürümek istiyordu. Aralarındaki sessizlikten dolayı hiç kuşkusuz bir üçüncü kişi gibi. Boynundan yere kadar inen çizgi, bu düz çizgi, onu bitkinleştiren bu görkemlilik ilgimi çekiyordu. Bu yanan ülkede buz tutmuş olan balıkçıl ya da telli turna yürüyüşü, derste Çiçero’nun, bana aldırmadan, kendine de aldırmadan bana fikrini vermiş olduğu Kartaca ordusu gibi sıralanmış kare biçimli, gür, beyaz saçların oluşturduğu duyargalar. Tanger sokakları boyunca Beckett’i izlemeye başlıyorum, onu kaybediyorum, yeniden buluyorum. An, o an değil. Henüz değil. Uzaktayken, daha görünür bir biçimde ortaya çıkıyor. Yürüyüşü, bir ses teli, keskin bir ses gibi bizim de kendi içimizde sahip olduğumuz bir şeye ait. Bu akıcı kırbaç darbesini yakalamak... yeterli olduğunu itiraf ettiğinde güler: Silvana Mangano’dan daha güzelsin. Riz amer, Mambo, Napoli’nin Altını, Kral Oedipus, Venedik’te Ölüm, Dava, Şiddet ve Tutku, Büyücüler gibi filmlerinin ismini tekrarlıyordum bazen, onun bir film yıldızı olduğunu anımsatacak bir sahne belleğimden geçiyordu. Modelle içtenlik kurmak portreci için bir tuzaktır. Ama bir mıknatısa nasıl mesafe konabilir? Onun fotoğrafını çekmek için nasıl bir adım geride durulur? Sizi bir çocuk gibi kucağında sallıyor. Sarmaşık gibidir. Onun çok yakınındayken, sümbül parfümünü, bembeyaz tenini duyarsınız. Bu bambaşka gezegen için hangi merceği seçmeli? CUMHURİYET 06 CMYK