22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

8 UÇSALAR DA RAHAT ETSEM Daha yüksek, daha daha geniş, Dostlarım, anılarım... lev Ebüzziya’nın baba tarafı beş nesil gazeteci. Babasının büyükbabası Tevfik Ebüzziya, gazeteciliğin yanı sıra hat ve süsleme sanatlarıyla da uğraşıyor. Tevfik Ebüzziya’nın eşi Türkiye’de oyunu sahnelenen ilk kadın piyes yazarı Hadiye Ebüzziya. Gazeteci, yayıncı ve parlamenter babası, Tasvir ve Son Saat gazetelerini çıkaran, milletvekilliği ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde Türkiye temsilciliği yapan Ziyad Ebüzziya. Alev Ebüzziya ailesi için “Ne mutlu bana ki böyle çok yönlü bir ailede büyüdüm. Gazeteciliğin yanı sıra, hem anne hem de baba tarafım sanata çok yatkındı. Bir tarafta piyano çalan, resim yapan insanlar, yazarlar, şairler, bir tarafta gazeteciler, bir de dostlarım, büyüklerim, hepsi bana büyük zenginlik kattı” diyor. Bahsettiği kişiler arasında kimler yok ki; Mîna Urgan, Füreya Koral, Abidin Dino, Azra Erhat, Sabahattin Eyuboğlu... Birkaç anı düşüyor aklına hemen: “1415 yaşında Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat, Halikarnas Balıkçısı ve Bedri Rahmi’nin oğlu Mehmet’le ilk kez mavi yolculuğa çıkmıştım. Efsanevi Paluko’nun teknesine ulaşabilmek için, önce zorlu bir tren yolculuğu yapmıştık. Biz Mehmet’le yorgunluktan ölmek üzereyken Sabahattin Eyuboğlu heyecandan uyuyamıyordu. Sonra uzun yıllar Sabahattin Bey’in Pazartesi Toplantıları’na da katıldım. O gecelere katılan insanların güzelliği dillere destandır. Vedat Günyol, Melih Cevdet, Müntekim Ökmen... Dünyanın en güzel müziklerine benzeyen konuşmalar dinlerdik.” Renkli anılar, uzun sohbetler, kitaplar, mavi yolculuklar arasında bir geçmiş... Peki, geçen yıllar, zaman Alev Ebüzziya’ya ne anlatıyor? “Elbette öleceğimin farkındayım” diyor gülerek, “yılların geçmesi, yaşlanmak beni korkutmuyor. İnsan belli bir yaştan sonra, 40 yaşındaki gibi düşünmüyor, hayata bakışı, sertlikleri yumuşuyor. Kendi adıma sivri köşeleri yumuşatmanın çok önemli olduğunu öğrendim ve dilerim yaşlandıkça sivriliklerimi gidermeye devam ederim...” mavi, daha mavi, daha hafif... “Obsesif bir işçiyim belki de” diyor Alev Ebüzziya, hep daha fazlasını aradığı çanak tutkusu için. Akademiden Almanya’ya, seramik fabrikalarına, oradan Danimarka’ya taşınması ve sonunda atölyesine “kapanması” da aynı arayışın durakları. O kadar kararlı ki, ancak “kanatlanıp uçarlarsa rahat ederim” diyor. Bütün bu çaba niye mi? Son yaptığı iş, bir öncekinden iyi olsun diye... Özlem Altunok natçı ve sakin, sade ve zor, sıcak ve ulaşılmaz... Bu sıfatları hem Alev Ebüzziya’ya, hem de onun çanaklarına yakıştırmak mümkün. Uçuşan çanakları için, “Umarım bir gün kanatlanıp uçarlar da, ben de rahat ederim” dese de, alışılmışı aşmak için devam edecek, belli. O işini, işleri onu kovalayacak, dostları ve deniz vazgeçilmezi olacak, dünyayı dolaşacak, tıpkı çanaklarını yumuşattığı gibi, kendi sivrilikleriyle uğraşacak... Belki de bu yüzden “Yaşadıklarım ve işim kendimi Alev gibi hissedebilmemi, hiçbir yere ait olmamamı sağladı” diyor. Şimdi Ankara Galeri Nev’deki sergisi sebebiyle Türkiye’de, sonra yine kapanmayı en sevdiği yere, atölyesine dönecek... Türkiye’deki son serginiz dört yıl önceydi ve o zaman siyah, parlak bir sır’ın peşindeydiniz. Neler keşfettiniz bu zaman içinde? Evet, o dönem yarı mat, parlak, yarı parlak bir dizi siyah sır yapmıştım. Daha sonra onları çanaklarda kullandım, ama pek sergiye çıkmadı. Şimdi kasımda ressam Nil Yalter’le birlikte İstanbul’da ilk kez izleyici karşısına çıkacak. Müthiş bir heyecanla hazırlanıyoruz. Bir de tabii son olarak Ankara’daki serginin parçaları çıktı, sadece mavi ve mavinin tonlarından oluşan bir seri. Denizin dibi gibi... Kaç sergi sığdırdınız bu dört yıla? Genellikle yılda iki sergim oluyor, yani sekiz sergim olmuştur. Yılda kaç iş çıkarıyorsunuz? Sıkı bir eleştiriden sonra sergiye koyabileceğim, taş çatlasa 4045 parça çıkıyor. A İ İnsana 24 saat seramikle yaşıyormuş izlenimini veriyorsunuz. Hayatınızdan seramiği çıkarınca geriye ne kalıyor? İşim, hayatımda en çok sevdiğim şey. Ondan sonra dostlarım ve deniz geliyor. Elbette, işimle dostlarım arasında seçim yapmam gerekirse, dostlarımı seçerim. Seramik hayatınıza ne zaman, nasıl girdi? İnsan hayatında en azından, ne yapmak istemediğini 20’li yaşlarında sezmeye başlıyor. Dişçi ya da mühendis olmayacağım, sanatla uğraşacağım belliydi. Liseyi İngiltere’de bitirdiğim için, önce İngiliz Filolojisi okumak istedim, ama üniversitenin o kapalı alanları bana pek de uygun değildi. Füreya Koral’ın atölyesine gidip gelirken atölye yaşamının tadını aldım ve nasıl yaşamak istediğime karar verdim. İlhan Koman’ı tanırdım, önce akademide onun öğrencisi olmak için heykel bölümünde okudum, ama o akademiye gelmeyince okulu bırakıp Almanya’ya gittim. Orada kötü, seri işler üreten bir seramik fabrikasında, sonra Türkiye’de Eczacıbaşı Sanat Atölyeleri’nde çalıştım. Baktım olmayacak, Danimarka’ya gittim ve kendi atölyemi kurdum. Yani, yine kapandım, ama bu kez, bana sonsuz bir özgürlük hissi veren, çok sevdiğim atölyeme... Neden Danimarka? Çünkü o yıllarda dünyanın en önemli tasarım ve mimarlık merkeziydi. Orada uzun yıllar yaşadım ve çok şey öğrendim. Bir Türk olarak burada ya da Danimarkalı bir sanatçı olarak Danimarka’da yetişseydim, bu işler çıkmazdı. Bu sayede kendi dağarcığımda olanlarla, yani burada biriktirdiklerimle orada öğrendiklerimi birbirine karıştırabildim. Şimdi Fransa’da yaşıyorsunuz. Neydi bu değişikliğin sebebi? Yaratan, üreten bir insansanız kendinize farklı noktalardan bakmanız gerekiyor. Danimarka’yla ilişkilerim hâlâ kopmuş değil, ama bir yerde tıkandı. Bunu hissettiğim anda da Fransa’yı, dilini bildiğim, arkadaşlarımın olduğu bir yeri tercih ettim. ALEV GİBİ HİSSETMEK... İngiltere, Almanya, Danimarka, Fransa... Sanki dünyayı bir ev gibi düşünmüşsünüz... Türkiye’den genç yaşlarda ayrıldım ve çok ülkede yaşadım. Yaşadıklarım ve gördüklerim yıllar geçtikçe kendimi daha çok Alev gibi hissetmemi sağladı. Bir ülkeye ait olmanın hiç de önemli olmadığını anladım ve işim sayesinde bir kişilik kazandım. Bu kişilik de benim bir sürü ülkede barınabilmemi sağlıyor. İşleriniz Türkiye’de ilk olarak 80’lerin sonunda, bienalde sergilendi. Bu gecikmenin bir sebebi var mıydı? O zamana kadar kimse bana burada sergi açar mısın, dememişti. Nedense “Alev Türkiye’de sergi açmaz” diye bir önyargı vardı ve bu, hiç doğru değildi. İlk teklif eden Galeri Nev oldu ve ben de seve seve kabul ettim. Seramik sanatının Türkiye’deki seyrini nasıl görüyorsunuz? Daha bilinçli çalışılıyor, yeni denemeler yapılıyor, ama Türk seramik sanatının dünyada yeri var mı derseniz, maalesef yok. Burada gördüğüm seramiklerin çoğu süse kaçıyor. Halbuki süsten arınmak bizi çok daha uzaklara götürebilir. Seramik deyince aklımıza ilk İznik çinileri geliyor ve daha çok, duvar kaplamalarında, iki boyutlu bezeme olarak kullanılıyor. Türk çinisinde form çok az, ama İran’a baktığınız zaman tam tersini görüyorsunuz. Bu yüzden form arayışında, kendi kültürümüzden faydalanmak söz konusuysa zorlanıyoruz. Ayrıca seramik, el sanatlarına girdiği için, sadece burada değil, dünyada da hor görülüyor. Oysa sınırlar aşılabilmeli, sanat nerede başlıyor, el sanatları nerede bitiyor tartışılmalı. Bütün mesele alışılmışı aşmak, mesleğe bir yenilik getirebilmek. Sizin çanaklarınızın heykel olarak algılanması gibi... Evet, öyle diyorlar. Bu, çanağın daha da öteye gidebileceğinin ispatı bir bakıma. Fakat bunları bilinçli olarak değil, çok çalışarak yaptım. Son yaptığımın bir öncekinden daha iyi olması, yapabileceğimin en iyisini yapmak hem beni hem de işlerimi bir adım daha ileriye taşıyor. SELMA GÜRBÜZ 20. SANAT YILINI KUTLUYOR... Siyahın peşinde 20 yıl yaklanan gölgeler, yarı insanyarı hayvan figürler, gölgenin oyunları, masal kahramanları, cinler, periler, erotizm, mizah, kediler... “Hepsi de eğlenmek için” diyor Selma Gürbüz. Eğlenmekse, şaşırmak demek ona göre... Öyleyse onun için, “20 yıldır şaşırıyor ve eğleniyor” diyebiliriz. Sergiler de bu yüzden var, yani şaşırtmak için... “Karaname”, “Yünname”, “Cin ile Peri”... 34 kişisel, 60'ın üzerinde karma sergiye katılan Gürbüz, 20. sanat yılını iki sergiyle kutluyor. Bu kutlamanın ilk ayağı, Paris Galeri Maeght’teki “Feline” sergisiydi, devam sergisi “Feline II” ise şu günlerde Galeri Apel’de sürüyor. “Feline”, kedisel, kedimsi anlamına geliyor. Bu söz, Selma Gürbüz’ün renkli ve “eğlenceli” sanat dünyasını anlamak için bir yol gösterici gibi. Sanat eğitimini ve çalışmalarını İngiltere, Fransa ve Türkiye arasında mekik dokuyarak yapan Gürbüz’ün bu son sergisi bir sanat tarihi araştırması olarak özetlenebilir. “Doğunun batısındaki bir kültürden Batı’ya” baktığı bu araştırmada, iki kültür arasındaki geçişlerin, ortaklıkların ve farkların peşine düşmüş. “Batı’nın Doğu’ya nasıl baktığını biliyoruz, hatta bu bize de öğretilen şey. Her iki kültürün de içinde olmak tuhaf tesadüfler yakalamamı sağladı. Bildiklerimi ya da hissettiklerimi bu kez bilinçle yorumlamaya başladım.” A diyor bu süreç için. Daha çok da, Doğu ve Batı sanatının kesiştiği Rönesans öncesi iki boyutlu çalışmaların peşine düşmüş. Sergi, her ne kadar iki kültürün birbirlerini izleyişlerini, birbirlerine bakışlarını ele alsa da, Selma Gürbüz’ün önceki işlerinden ve kişiliğinden de izler taşıyor. Siyah Kalem, Osmanlı minyatürleri, halk destanları, gölge oyunu... “Galiba ben 20 yıl boyunca siyahla, siyahın gücüyle uğraştım. Nefesimi tutarak, kendiliğinden düşündüğümü malzemeye aktararak elimi eğittim. Siyah kolay görünür, ama zordur, koyduğunuz zaman vardır ve içinde her şeyi barındırır. Bu yüzden hem teknik hem de düşünsel anlamda insanı zorlar. Belki hayatım boyunca siyahın üzerinde çalışacağım.” diyor. Teatral bir anlatımla muzip bir dil kuran Gürbüz, insan kedileri, arslanları, kuşları ve yaratıklarıyla düşsel bir dünya kuruyor. Bu fantastik dünyada mizaha, erotizme de yer var. Çünkü ona göre erotizm her şeyde var. Kedide, dokunuşta, minyatürlerde, çiçekte, tende... Figürleri ise genellikle cinsiyetsiz. “Ben estetik olanı çok seviyorum ve o her ne ise ondan gözümü ayıramıyorum. Estetiğin içindeki şiire bakıyorum. Benim yaptığım da bu şiiri dönüştürebilme çabası” diyor. Sergi 28 Mayıs’a kadar Galeri Apel’de. 0 212 292 72 36 İYİ ZEVK NEDİR? Çanakta ve yuvarlakta ısrar etmenizin sebebi de benzer şeyler mi? Obsesyonel bir işçiyim herhalde. Formda değişiklikler olsa da çanakla işim daha bitmedi. Daha alçak, daha yüksek, daha daha yüksek, daha daha geniş... Çanak benim için bir ressamın tuvali gibi, üç dört boyutlu bir tuval, gerilebileceğim sürece neden olmasın... Uçan çanaklar diyorlar ya, umarım bir gün uçar giderler de, ben de rahat ederim... Çanaklarınıza benziyor musunuz ya da benzemek istiyor musunuz? İşiniz size, siz de işinize benziyorsunuz ister istemez. Ben karmaşık işlerden, süsten hoşlanmıyorum. Arı, duru şeyleri seviyorum. Bu da Mısır kültürünü, eski Anadolu sanatlarını sevmemle ilişkili sanırım. Çocukluğumdan beri, sade, yere sağlam basan şeyleri sevdim. Bir de şöyle bir örnek verebilirim; Fransız mimar Andre Putman’a “İyi zevk nedir” diye sormuşlar. Yanıtı “Sevdiğiniz ve sevmediğiniz her şeydir” olmuş. Çok doğru... Zevkli iş yapma sevdası ne kadar sıkıcı! (Sergi 28 Mayıs’a kadar Ankara Galeri Nev’de. 0 312 437 93 90) Fotoğraf: VEDAT ARIK CUMHURİYET 08 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear