23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

10 PAZAR SÖYLEŞİLERİ 5 ŞUBAT 2006 / SAYI 1037 Gribin çeşitleri ve kuşlar üstüne... Ataol Behramoğlu Grip sözcüğünü Fransızcadan almışız. İki p ve sonda bir e harfiyle yazılıyor: grippe... Ülkü Tamer’in ünlü bir çevirisi vardır: İki çeşit şu grip Biri oldukça garip... Ülkü Tamer’i arayıp buldum ve yıllardır ezberimdeki bu ilginç iki dizenin şairinin adını öğrendim: Naomi Royde Smith... Daha sonra internette bir kazıya girişerek (Mrs.Milton olarak da bilinen) İngiliz oyun yazarı ve şair bayan Smith’e ilişkin ayrıntılı bilgiye ulaştığım gibi, (sevgili Ülkü’nün neredeyse yarım yüzyıl önce yapıp şimdi aslını anımsamadığı) başarılı uyarlamanın İngilizce metnini de ele geçirdim... Griple değil de “at”larla ilgili iki dizelik ilginç bir “şaşırtmacaşiir” bu ve böyle oluşu Türkçe uyarlamadaki buluş başarısını daha da arttırıyor... Ülkü Tamer uyarlamasını yaparken gribin çeşitleri üstüne gerçekten düşünmüş müydü bilemem, fakat bu kez bir başka kaynaktan, iki değil üç çeşit grip olduğunu öğrendim... Onlar da kendi aralarında alt gruplara ayrılıyorlarmış... Genellikle iyi huylu bu bulaşıcı hastalığın İspanyol gribi (nezlesi) adıyla öldürücü bir türünün bulunduğu ve 191819’daki salgında dünyayı kasıp kavurarak on milyonlarca insanın ölümüne neden olduğu biliniyor... Biz şairler için İspanyol gribi ayrıca önemlidir... Atlar benim arkadaşım Esra Açıkgöz Y ıl 1958. 24 yaşındaki Esin Zembilci (jokey Esoş) Veliefendi Hipodromu’ndaki yarışları kazanır. Türkiye Jokey Kulübü tarafından verilen lisansla “Dünyanın ilk kadın jokeyi” olmaya hak kazanır. Zembilci, 1976 ve 1980 Balkan şampiyonalarında bronz madalya alır. 30’un üzerinde milli olur. 1983 yılında Türk sporuna yaptığı katkılardan dolayı kendisine Cumhurbaşkanı tarafından şeref ödülü verilir. 1993’te Uluslararası Olimpiyat Komitesi tarafından özel ödüle layık görülür. Bütün bunlardan daha önemlisi, jokeyliğin erkek işi olduğunu düşünenlerin karşısında güçlü bir örnek olarak durur. Türkiye Jokey Kulübü Apranti Okulu’ndan 20 yılda, 6 kadın mezun olur. Tabii sayı bu okulda eğitim alan kadınlarla sınırlı değil. Jokey olmak için kendi kendini eğiten kadınlar da var. Zülfiye Bulut Şimşek bu kadınlardan biri, 32 yaşında. Bulgaristan doğumlu. İşte Şimşek’in atlar, yarışlar ve jokeylik üzerine anlattıkları... mana kadar. Ne yazık ki, Türkiye’ye gelirken atımdan ayrılmak zorunda kalmıştım, ancak at sevdam geçmemişti. İstanbul’da sınava katılıp lisansımı aldım. Bu tarihten beri de, yani 16 yıldır profesyonel olarak at biniyorum. Peki kaç yarışa katıldınız? Kaçını kazandınız? Dört yarış kazandım, başka derecelerim de var. Bu yarışlar size az görülebilir ama ben kendimi başarısız saymıyorum. Birçok atı yarışa hazırlayıp kazandırdım, kendimle gurur duyuyorum. Çoğu zaman maaşla at çalıştırdım, ancak hakkımı alamadım. Erkek olsaydım her şey çok farklı olurdu. Bu meslekte tek başına ne yazık ki başarı gösteremiyorsun. Benim tek isteğim, sadece at koşturmak ve başarılı olmak. O heyecanı yaşamak yeterli. Peki neler farklı olurdu erkek olsaydınız? Erkeklerin hâkim olduğu bir alanda var olmanın zorlukları mı yordu sizi? Ne yazık ki erkeklerin beni kabul etmesi kolay olmadı. Yine de bu meslekte diğer kadınlara yol açtığımı dü at çalıştırıyorum. Yağmur, çamur, kar, kış demeden. At binmeye sağlığım izin verdiği sürece devam edeceğim, yaşın hiç önemi yok. Peki bu işi bu kadar çok sevmenize rağmen, neden pistlerden uzak kalıyorsunuz? Bursa’ya yerleştim. Evliyim ve 2 yaşında küçük bir kızım var. Genelde Bursa’da idman yapıp yarışlara katılıyorum. Kasım sonunda yarışlar kapandı. Yarış dönemi yoğun çalıştığımdan kızımla fazla ilgilenemedim. İki aydır kızımla doyasıya oynuyoruz. Büyük bir sevgiyle bütün vaktimi ona harcıyorum. Annelik duygusu bambaşka bir şey, hiçbir şeyle değişilmez. HER ŞEYE RAĞMEN MUTLUYUM... Yarışlarda düştüğünüz de oldu mu? Tabii... Kendi atlarım asla beni bilerek düşürmediler, ama yarış içerisinde terslik olup düştüğüm oldu elbette. Jokey denince akla hâlâ erkekler geliyor. Oysa bu meslekle ilgilenen kadınlar da var. Zülfiye Bulut Şimşek gibi. 16 yıldır yarışıyor. Kazandığı yarışlar az olsa da, kendisini başarısız bulmuyor. “Çünkü” diyor, “erkeklerin arasında bulunmak zor. Kadınlara güvenmiyor ve şans tanımıyorlar”. Jokeyliğe giden yola, ne zaman, nasıl girdiniz? Her şey atlara olan sevgimle başladı. Atların yapısı, gücü bana çok ilginç gelmişti. Onları yakından seyretmek, doyurmak, her zaman onlarla olmak beni çok mutlu ediyordu. Babamın atı vardı. Canım sıkılınca ahıra gidip elimle besliyordum onu. Bir gün babam atı gezdirirken binmek istediğimi söyledim. O günü daha dün gibi hatırlıyorum, 6 yaşındaydım, o yüzden babam biraz çekindi, sonra izin verdi. O anki duygumu anlatamam, yüksekte olmak, rüzgârı hissetmek, koşmak... şünüyorum. Öyle sanıyorum ki, bu işi en uzun süredir devam ettiren kadın benim. Diğer kadın aprantilerle görüşme imkânım olmuyor, yarışlarda da karşılaşmıyorum, ancak sayılarının çok olmadığını biliyorum. Erkeklerin arasında bulunmak çok zor. Güven yok, şans verilmiyor. Atın kazanamayacağını bile bile çok yarışa katılmak zorunda kaldım, çünkü benim at seçme imkânım yok. At kötü de olsa, sırf yarışabilmek için biniyorum. Tabii bu beni çok kötü etkiledi. Çünkü insanlar kazanamayınca kötü jokey olarak görüyorlar. Üstüste 56 yarış kazanınca herkesin gözdesi oluyorsunuz. Bu fırsat benim elime geçmedi. Daha başka zorlukları da var tabii. En basitinden kadınlar için bir soyunma odası yok. Bursa’da bu konuyu düşünmüşler, benim için özel oda hazırlamışlar, ancak başka şehirlere yarış için gittiğimde, bunun zorluğunu yaşıyorum. Bir süredir pistlerden uzaksınız sanırım. Evet, bazı zamanlar çeşitli sebeplerden dolayı ara vermek zorunda kalıyorum, ama yine de devamlı idmanlardayım. Her sabah hava aydınlanmadan hipodroma gidip Bu da mesleğimizin zor yanı, ama gülü seven dikenine katlanırmış. İş kazası. Yine de kadın olarak bu meslekte şöyle bir avantajımız var, kadınların eli daha yumuşak, atlar bunu hissediyorlar ve sakinleşiyorlar. Ben birçok huysuz atı sakinleştirdim. Erkek meslektaşlarım da bunu fark ediyorlar. Bana göre atlar küçük yaramaz bir çocuk gibiler. Oynamak, zıplamak, doyasıya koşmak isterler. Onlara anlayışla ve sabırla yaklaşmayı bilmek gerek. Çünkü iyi bir jokey olmanın yolu, önce iyi bir atınızın olmasından, sonra da antrenör desteği ve güvenden geçiyor. Atlar sizin için ne anlam ifade ediyor? Atları çok seviyorum, onlardan uzak kalınca her gece rüyalarımda görüyorum. Benim için onlar bir arkadaş gibiler. Hem de asla yalan söylemeyen ve ihanet etmeyen bir arkadaş. Onlar da insanlar gibi değişik karakterlere sahipler, bazılarıyla anlaşamam, uyum sağlayamam, ama birçoğuyla da arkadaş olduk. Ayrılıkları beni üzdü. Bütün zorluklarına rağmen bu mesleği yaptığım için mutluyum. Çünkü modern şiirin pirlerinden (benim de en yakın ve sevgili ustalarımdan) Guillaume Apollinaire, gönüllü olarak katıldığı ilk dünya savaşında (başından aldığı ağır yaraya karşın) sağ kalmayı başarmış, fakat savaşın bitmesine birkaç gün kala bu uğursuz salgında yaşamını yitirmişti... Şimdiyse İspanyol gribiyle değil, fakat yine öldürücü gribin bir başka çeşidiyle karşı karşıyayız: Kuş gribi... Birbirine yakışmayan iki sözcük bulun dense “kuş” ve “grip” derdim. “Kuşlar” nedeniyle Hitchcock’a bile içerlediğimi itiraf ederim... Fakat olanlar oldu... Şiirden ve doğallıktan gitgide uzaklaşan yaşamlarımızı, bu kez de kuşlar karşısında, gerilim sinemasının büyük ustasının bile yaratmayı başaramayacağı ağırlıkta bir korku ve kuşku atmosferi kapladı... Peki, bundan sonra neler olacak? Çocuklarımızı “kuşum” diye sevemeyecek miyiz artık? Sevgililer “kuşum” diyemeyecek mi birbirlerine? Aristophanes’lerden günümüze, bütün bir dünya edebiyatının en anlamlı, en şiir dolu imgelerinden biri olan “kuş” sözcüğünü “grip”in çeşitlerinden birine teslim ederek, sağlıklı, mutlu bir yaşam hayalinin dışına sürgün mü edeceğiz? Kuşlarsız bir yaşam neye yarar? Gerçekten mutlu, sağlıklı bir yaşam denebilir mi öylesine? Akıllarımızı başlarımıza toplamalı, yüreklerimizden kuş sevgisinin koparılıp alınmasına, silinmesine izin vermemeliyiz... Bunu yapamazsak eğer, o sevgiden geriye kalacak boşluk, kuş gribinden de, İspanyol nezlesinden de bin kat daha öldürücü olacaktır... ataolb@cumhuriyet.com.tr ERKEK OLSAYDIM FARKLI OLURDU... Herhangi bir eğitim aldınız mı? Maalesef, hayır... At binmeye hobi olarak başladım, ancak sonra bu konuda uzmanlaşmak istedim. Bu işin okuluna gidebilecek imkânım yoktu. Ben de kendi kendimi geliştirdim. Babamın hediyesi olan Darling isimli safkan İngiliz atımla, mahalli yarışlara katılmaya başladım. Ta ki, 1989’da Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç ettiğimiz za Kalıp mı, alet mi? Aylin Kotil K elimeler... Onlar bir çeşit, duygularımızı ve düşüncelerimizi ifade etmeye yarayan aletler... Ancak onları kalıp haline sokmak nedense çok daha kolayımıza gelir. Oysa kalıpların alacakları miktar bellidir, fazlasını alamazlar. Kalıplara fazla anlam ve duygu da yükleyemeyiz. Aletler ise tam tersidir. Elimizdeki aletlerle çok daha anlamlı cümleler kurduğumuz gibi, onları değiştirip değiştirip de kullanabiliriz. Çünkü aletler kalıplar gibi değildir, istediğimiz yerde kullanırız onları. Yeter ki kalıpların bizi esir aldığını fark edip onlardan uzaklaşmak isteyelim. Akşam olup günün tüm yorgunluğuyla birlikte, karşılıklı sohbet edeceğimiz eşimize “Günün nasıl geçti?” diye sormak özellikle evli olanların en sevdiği kalıplardan biridir. “Bugün şirkette öyle şeyler oldu ki, defalarca aklıma geldin” ise içinde açıkgizli duygularımızı ifade etmeye yarayan birçok alet bulundurduğu gibi, ardından başka heyecan uyandıran aletlerin de kullanılacağı cümlelerin geleceğini haber verir. Okuldan gelen çocuğumuza “Bugün okulda neler yaptın?” diye sormak ise özellikle annelerin sevdiği kalıptır. Zamanla hiçbir anlam ifade etmeyen kalıplar grubuna girer. Oysa “Okulda neşelenmene sebep olan bir şeyler varmış gibi hissediyorum yüzüne bakınca” derken sihir dolu aletler kullanırız. Çok zayıflamışsın, iyi görünüyorsun, Cuma hangi sinemaya gitsek... Kalıpları alabildiğine uzatabiliriz. Çünkü onlar artık neredeyse düşünmeden konuşacak kadar hayatımıza girmişlerdir. Kalıplar bizi hep sınırlar. Yaratıcılığımızı törpüler. Hep aynı tariflerle, aynı yemekleri yapmak gibi sıkıcı bir durum alır. Galiba anneannelerimizin göz kararıyla yemekler yapması beni bu yüzden, bu kadar çekiyor ve etkiliyor. Çünkü onlar tadına bakar, eksik malzeme varsa eklerlerdi. Kıvam mı tutmamış, biraz daha un koyarlardı. Hatta bir süre sonra, yemek yapma işi ilerledikçe yeni tatlar bulmak için denemeler yaparlardı. Arada biriki kötü deneyim yaşansa bile en güzel tatlar böyle çıkardı ortaya. Tarifle yapılanda ise tarife sadık kalınır ve karışım kalıba yazıldığı gibi koyulur. Kalıp da ne daha fazlasını ister ne de daha azını. Yaratıcılık gider, yeni tatlar denemek risk olacağından denenmez. Ölçü gelmiştir çünkü, taa eski Yunan’dan. Ölçü gelmiştir ve hayal etmek bitmiştir, artık hayatımızda kalıplar vardır. Tıpkı kullandığımız cümle kalıpları gibi. Cümle kalıpları hayatımıza yerleştiğinden beri kelime aletlerinden uzaklaştık ve onları kullanmayı unuttuk. Hisler, keşfetme duygusu, romantizm ve hayal etmek anlamını yitirdi. Yazdıklarım çok inandırıcı gelmiyorsa, bir deneyin isterseniz. Konuşurken ne kadar kalıp ve ne kadar alet kullandığınızı bir gözlemleyin, ama şaşırmayın, çünkü yalnız değilsiniz. aylin@kotilsarigul.com CUMHURİYET 10 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear