Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
6 KASIM 2005 / SAYI 1024 Babam annemi dövdü, annem beni... Ne zaman çağla görsem Şiddet ne zaman görünür olur? Bir televizyon ya da gazetelerin üçüncü sayfa haberiyle, belki de söz arasında... Malatya Yetiştirme Yurdu'nda çocukların dövülmesi, şiddeti satır arası bir haber olmaktan çıkarıp bütün ülkenin gündemine yerleştirdi. Herkes biliyor, bunun öncesi de vardı. Şimdi çaba, gelecekte olmaması için, çünkü şiddeti yaşayanlar, bu yarayı bütün yaşamları boyunca taşıyor, üstelik bulaştırıyorlar. Biz de hayatın değişik alanlarmda, şiddetin bedenlerine yöneldiği kadın ve erkeklerle konuştuk. Inci Şen annesinin, İlhan Durusel öğretmeninin, şimdi bir sığınakta yaşayan "isimsiz" kadın kocasının, Okan Özperçin, NATO zirvesinde polisin, Bekir Tarık ise askerde çavuşunun, sonra da tertibinin şiddetine maruz kaldı. Işte anlattıkları: I lk dayağımı yediğimde kaç yaşmdaydım, anımsamıyorum. Bir hayli küçük olmalıyım. Ama sonraki dayakJardan ilk dayağın da gerekçesini çıkarabilirim: Terbiyesiz kız. Sokağın bütiin küfürlerini eve taşidığımı, annem öEkeyle kızarırkcn, babamın kimi zaman için için, kimi zaman kahkahayla güldüğünü biliyorum. Babamı böylesine sevindiren, iki oğlunun da terbiyeli ve uslu halleriyle eksik kalan "erkek" boşluğunu dolduruyor oknamdı. Ancak kcndi yediğim dayaklardan önce anımsadığım, babamın anneme kalkan eli. Annem yüzünü korumak için kendini yatağa atar, babam da sırtına sırtına vururdu. Dayaklar kadar, arkasından gelen aylara yayılan küslükler daha bıktırıcı ve usandıncıydı. Yedi yaşında ağır bir hastalık geçirdim, bir yda yayılan. Bu bir yıl, boşluğu sonradan fazlasıyla doldurulacak dayaksız dönemimdi. Altı kardeş arasında, annesinden en çok dayak yiyen unvanını kazanmam gecikmedi. Tam, Kemalettin Tuğcu romanları gibiydi, sofrayı geç topladın tokat, kömür kovasını devirdin tekme, bu saate kadar neredeydin (beş dakikadır söz konusu edilen gecikme) tekme tokat... Dayaklara alışıp da mı yoldan çıktım bilmıyomm, ama benden istenen ne varsa tersini yaptım. Camiye diye evden çıkıp (ramazanlarda) sinemaya gittim, okulu kırdım, içki içtim, evden kaçtım, sevgililerim oldu. Annemin yanıtı hep dayaktı. Birkaç kez hastaneye gitmek, başıma dikiş attırmak zorunda kaldım. En son dayakta (lise sondu) başımdan akan kanlar ayaklarımın önünde küçümsenmeyecek birikinti oluşturduğunda, hastaneye gitmeyeceğim diye direttim: Öleyim de gör. Kendime geldiğimde hastanedeydim ve başıma yedi dikiş atılmıştı. O zamanlar, tam bir Yeşilçam repliği dolaşıyordu beynimde. Nikâhımda babama şöyle diyecektim: Bana artık gerçeği söyleyebilirsin, bu kadın benim üvey annem mi? Sonra solcu oldum. Diyalektiğin faydasıydı sanırım, annemi annem olmaktan çıkarıp herhangi bir kadın olarak gördüm, şiddetinin nedenlerine baktım ve bu repliği dilimdcn düşürdüm. Çocukken dayak yemenin en büyük sıkıntısını ise kendi oğluma hamilcyken yaşadım, "Ya ben de çocuğumu döversem?" Solculuk işe yaramıştı, dövmcdim. tnci Şen D ayak, süreklilik bildiren bir söz, bir eylem. Eşeğin yedi kat sülalesi sudan geliyor, dayak bitmiyor. Yetmiyor anlaşılan iki tarafa da. Ne yiyen yola geliyor, ne de atanın yüreği soğuyor. Dayağa karşı bir açhğımız olmalı ki yemek eylemiyle düşünmüşüz onu. Lezzetli bir şey olsa gerek, yiyenlerin bir türlü doymamasına, atanların duruma yeni bahaneler bulmalarına bakılırsa. Tokatın acısı geçiyor, dayağın hasarı geçmiyor. Bir Prometheus işkencesi gibi bitti sandığınızda kırık kalbinizi kanırtıyor bir gaga, kendini hatırlatıyor. Balçova'da pikniğe gitmiştik, bademliklerden geçip tepe mi, yayla mı bir yere çıkacaktık. Bahardı, ağaçlar çağladan yıkıhyordu, dallar yerlerde, dallara basıp geçıyorduk. Canımız çekmişti, birer ikişer badem atıştırıyorduk ki... Öğretmenimiz "Hırsız!" deyip öyle bir girişti ki bana bir ağaçtan kopardığı badem dalıyla, bacaklarıma, sırtıma, karnıma, kollarıma, yüzüme... Meydan dayağının orta faslında fark edebildim, bir tek bendim dayak yiyen. Sopanın, sillenin, tekmenin acısı değil bana bunu bugün sanki dünmüş gibi hatırlatan: Bütün sınıf çevremde gösteri için yeterli alan bırakarak çember olmuş, ben ortada kum torbası, Sait efendi terbiyeci. Onurumun o derece kırıldığı, o kadar aşağılandığım başka bir an olmadı hayatımda: O anı hatırladığım anlar dışında. Benim dışımda en az 10 kışi daha badem yiyordu, ama beni seçmişti işte buyruk sahibi. Feleğimi öyle şaşırmışım ki ilkokul üçüncü sınıfa ilişkin başka hiçbir anım yok. Hâlâ ne zaman çağlabadem görsem dilim tutulayazar. Tam orda, o dakkada başladı bir kalp kırıkhğı. Yaşayan bilir, bir daha da onmadı. Bu dayak yeni bir hayata milat oldu. "O çocuk Balçova'da o badem bahçesinde hâlâ dayak yiyor". Ucuz, salya sümük bir dize gibi gelebilir kulağa, ama gerçekten inanıyorum, benden ayrı bir Ilhan var, orda hâlâ dayak yiyen. Ilhan Durusel t Esra Açıkgöz Daha sert vur, lan... P araşütçü komando olarak yaptım askerliğimi. Abartısız, tertibim olan 150 arkadaşımla beraber en az 50 kez toplu ya da tek tek dayak yedik. Toplu dayaklar; adı üstünde sıra dayağı, bölükteki bir arkadaşımızın onca uğraşa rağmen doğru dürüst tekmil vermeyi öğrenememesi, Atatürk ilke ve inkılaplarını ezberleyememesi ya da 5 bin metreyi belli bir zamanda koşamaması gibi nedenlerle olurdu. Dayağı çoğunlukla eğitim astsubayı ve çavuşu ile suçun büyüklüğüne göre bölük teğmeni atardı. Askerlik hikâyeleri, hele dayakları anlatmakla bitmez, asıl meseleye, insanlıktan çıktiğımız geceye gelelim: Nüvit isimli, hangi akla hizmet bizim komando tugayına gönderildiği bilinmez, sıska, üstelik kalbi doğuştan delik, koşamaz, zıplayamaz bir iyi çocuk vardı. Adını unuttum, bir de Artvinli derdik, tam bir çam yarması, pehlivan enseli, ızbandut cüsseli bir başkası; tertiptik ikisiyle de. Eğitim çavuşları bir gece bizim acemi koğuşunu basıp hepimizi imtihana çektiler, keyfi. Atatürk, İstiklal Marşı, falan. Ben, Nüvit vb. iki satır ezberi yapabilirler için kolaydı, ama Artvinli gibi yazı bilmez, kelime ezberleyemez adamlar çuvalladılar. Antalyalı çavuş, Nüvit peşpeşe doğru cevapları verip, peşindeki Artvinli çuvallarken tuttu Nüvit'e "tokatla ulan bu i..." dedi, "sen ders çalışırken s... gezdirmiş belli ki bu p...". "Vuramam komutanım", dedi Nüvit, o benim arkadaşım. "Vay, racon kesiyorsun demek, hem de asker ocağında, hem de komutanına karşı" dedi Antalyalı çavuş; "gör bakalım şimdi, racon nasıl olur?" Döndü Artvinliye, "sen tokatla bu îstanbul i..." bakalım. Artvinli, "Emredersin komutanım" deyip bastı tokadı Nüvit'e. Tabii ki aslında hepimizin suratına. "Daha sert vur lan", dedi Antalyalı, artık onun sermayesi haline gelmiş olan Artvinli de daha sert vurdu. Ama bununla da kalmadı çavuş. Her bileni, bir önce bilemeyeni dövmeye zorladı. Nüvit dışında görevini yerine getiremeyen kalmamtştı, sıra sonlardaki bana gelene kadar. Atatürk'ün ölüm tarihini sordu çavuş bana. "17 Kasım 1985" deyip benden önce doğum tarihini doğru bilmiş olan bir Nevşehirli'nin tokatlannı yedim. Bekir Tarık Dün yeterince akıllanmadın mı? irmi bir yaşındayım, öğrenciyim. İlk dayağımı 2002'de Beyazıt Meydanı'nda üniversitelerde açılan soruşturmalara karşı yapılan protesto sırasında yedim. Unutamadığım diğer bir olay da NATO sırasında Mecidiyeköy'deki eylemde yaşadıklarım. Basın açıklaması yapılacaktı. Polisler, uyarıda bulunmadan önce gaz sıktılar, sonra coplamaya başladılar. Insanlar can havliyle kaçıyorlardı. Bu sırada bir polis tuttu beni, sonra tekrar gaz bulutunun içine attı. Niyetleri gözaltına almak değil, sadece şiddet uygulamaktı. Sonra polislerle bir kovalamaca başladı, farkına varmadan NATO bölgesinin içine kaçmışız. Bu kez Çevik kuvvet ekibi müdahale etti, bir kişiye 10 polis düşüyordu, ayaklarımdan kafama kadar çevik elleri beni tutuyor, çekiştiriyordu. Yere yatırdılar, bir yandan küfür ediyor, bir yandan da vuruyorlardı. Tam ayaklarımda bir çevik zıplarken, amir "dikkat basın geliyor" diye bağırınca bir anda dövmeyi bıraktılar. Ertesi gün Taksim'de yapılan NATO eylemine giderken, polislerin arasından geçmek durumunda kaldım. Biri kolumdan tuttu, "Biz seni dün gözaltına almadık mı lan? Anlaşılan dün olanlar aklını başına getirmemiş" diyerek çekiştirmeye başladı. Amirin, "Bırak geçsin, ne de olsa birazdan yine dayak yiyecek" demesi üzerine bıraktı. Biraz zaman geçince de eyleme çok sert müdahale ettiler, yine dayak ve gaz yedik. İşkence 7 yıl sürdü Y I Okan Özperçin mam nikâhıyla 1999 yılında evlendim. Evliliğimizin 3. ayında hamile kaldım ve ne olduysa bundan sonra oldu. Hamile kaldığım için ailem onabaskı yapıyordu, ama o nikâh kıymak istemiyordu. Daha sonra tartışmalar, baskılar, dayaklar, sebebini bilmediğim bir kin başladı bana karşı. Tüm hamileliğim boyunca beni dövdü. En ufak şeyden kavga çıkarıyordu, arkasından da dayak... Her dayaktan sonra cinsel ilişkiye zorluyordu. Bu benim gururumu, onurumu zedeliyordu. Ona karşı zaten bir sevgim yoktıi, bu davranışları saygımı da öldürdü. Dayakları yüzünden kızımı erken doğurdum. Çocuğu umurunda bile değildi, ne bir giyecek ne de bez aldı. Ben merdiven silerek, elişi örerek ihtiyaçlarını karştlamaya çalıştım. Onca sene sırf çocuklarım babasız büyümesin diye onun her şeyine katlandım. Hep düzelir diye bekledim, ama düzelmek yerine huysuzluğu daha da arttı, tersliği çekilecek gibi değildi. Hayatımda o kadar fazla yasak vardı ki... Sokağa çıkamazdım, komşuya gidemezdim, hiçbir akrabamla görüşemezdım... Evde telefon bile yoktu. 7 senemi dört duvar arasında ağlayarak geçirdim. Mutsuzluk ve gözyaşı dolu 7 sene, dile kolay. Çaresizlik içinde geçen onca zaman, ne aç kaldığımı söyleyebildim ne de dayak yediğimi... Hepsini içime attım, ama artık dayanamadım. Koskoca 7 senemi bir çantaya sığdırıp çıktım evden. Bundan sonra ne olacak bilmiyorum. Çocuklarıma güzel bir gelecek vermek istiyorum. Bütün olup biteni hak etmiyorlardı. Kızım " Anne ne zaman evimiz olacak" diye soruyor. Ona cevap veremiyorum. Çünkü ben de bilmiyorum ki iki çocuğumla ne yapacağımı. Artık ağlamaktan bıktım. Yaşadığım şeyleri hiçe sayıp mutlu olabilir miyim, yaşamayı sevebilir miyim bilmiyorum. Eskisi gibi hayat dolu olmak, geleceğe umutla bakmak istiyorum... Kadıköy Kadın Konukevi'nden bir kadın