22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

21KASIM2004/SAYI974 ASLI ERDOGAN Oyunu kuralına göre oynamadı ve Berat Günçıkan ört yıl önce elinde "Kırmızı Pelerinli Kent" kitabının on sayfalık, hayli amatör bir çevirisiyle Norveç'te, Gyldendel Yayınevi'nin editörünün karşısına ciik.ildi Aslı Erdoğan. Iki buçuk saat boyunca kendini anlattı, gittiği kentleri, öykülerini... Bir ay sonra, "Kitabınızı basacağız" yanıtını aldı. Sonra metin iki çevirmen değiştirdi ve okurun karşısına yayınevinin "Marg" serisinin 14. kitabı olarak çıktl. "Hiçbir zaman popüler olmayacak, ama edebiyatın omuriliğini oluşturacak"... Marg'ın anlamı da işte bu, hem kıyıda olmak hem de esası yaşatmak! Daha sonra yazdığı bir metin, Milano "Picalo Teatro"da Akdeniz Festivali'nde Serra Yılmaz tarafından okunducanlandırıldı. Böylelikle yazarın dilinin yolculuğuna bir ülke daha katıldı. Biz de yeni romanını tamamlamak üzere olan Erdoğan'la hem bu yolculukları, hem yazma D Norveç basınından • Yazartn adını daha önce duymamıştım, ama "Kırmızı Pelerinli Kent", bu sonbahar okuduğum en iyi kitap. Muhteşem, vahşi veçiğ... • Dublin ve Joyce nasıl birbirine aitse, ya da Prag ve Kafka, bundan böyle, benim içinde Rio, Aslı Erdoğan adıyla birbirine bağlanmış olacak. Bu tek kitabıyla, A. Erdoğan geçen yüzyılın büyük roman geleneğine eklemlendi: "Kent Romanı"... Aftenposten gazetesi (Norveç'ın en önemli kültür gazetelerinden) • Romanın gücü Özgür'ün hikâyesinin Rio hikâyesiyle iç içe geçmesiyle beliriyor, öyle bir ilişki ki, Özgür'ün fiziksel varlığı, kentin durmak bilmeyen, tehdit dolu metabolizması tarafından yutuluyor. Sinematografik bir stil, dinamik bir yapı ve Gunvald Ims'n çevirisi çok başarılı. Tek boyutlu bir psikolog, ama muhteşem birepikyaratıcı... Morenbladet (haftalık, kültürel dergi) yı, hem de yazar olmayı konuştıık: Yayınevi, kitabınızın Marg serisinden yayımlanmasını nasıl açıklıyor? Bu seride yayımlanan Helene Cixous, Patrick Kavanagh, W.G. Sebald gibi isimler, hiçbir zaman popüler olmamış, ama edebiyat dünyasında saygın bir yer edinmişler. Gyldendal Yayınevi, topu topu 10 sayfalık bir Ingilizce çeviriyle, paldır küldür karşısına çıkan, adı sanı duyulmamış bir kadını üstelik daha Fransızcaya da çevrilmemiştim kabul ederek, hem de bu seriye seçerek çok büyük bir riske girdi. Üstelik öyle ajanslarla, referanslarla çıkmadım karşılarına... Yani oyunu kuralına göre oynamadınız... Hiçbir zaman. Oyunu kurallarına göre oynamak, iktidarla oynamaktır. Bense, bu arzuma zaman zaman yenik düşsem de, ya kuralları bir türlü anlayamadığımdan ya da fazla iyi anladığımdan, hep yüzüme gözüme bulaştırdım. Kitabınızı Marg serisine sokan tam da bu, kıyıda olma, yani yüze göze bulaştırma hali değil mi? Gururla, gönül rahatlığıyla "evet" diyebilseydim keşke. Ama başarı, ödül, alkış vs. insanıözellikle aşağılanmış, sonuna dek yağmalanmış bir kadını, bir süreliğine avutsa da, birazcık cesaret dışmda bir şey vermiyor. îyi bir kitap yazmış olmak bile, ki benim içintek önemli şeydi, yaşanmamış bir hayatın karşılığı olabilir mi? Üstelik "Kırmızı Pelerinli Kent"i yazan kadın değilim artık. Rio sokaklarındaki Özgür de değilim, o orada, onu bulduğum ve bıraktığım yerde kaldı. YENİDEN DOĞUŞ... Peki, siz kendinizi nerede konumlandırıyorsunuz, Aslı Erdoğan nerede? Kenar mahallelerde... Hem zaferin, hem kaybedişin kenar mahallelerinde... Kendimi bir kurban gibi görmek ya da göstermek istemiyorum. Ama çok uzun bir süre yazamadığım, daha doğrusu yazdığım hiçbir şeyi yayımlayamadığım bir gerçek. Sanki beni diri diri gömüyorlardı, her çırpınışımda pis bir çamurla doluyordu ciğerlerim. Sanki bir ölüm kalım mücadelesiydi, ama düşmanım kim, onu da bilmiyordum. Şimdi anlıyorum ki, bu bir yeniden doğuş mücadelesiymiş. Ama artık yazıyorum, gerçekten yazıyorum ve yazarak soluk alıyorum. Kitabınızın Norveç'te basılması bu süreci hızlandırdı mı? Sanırım, beni kurtaran, kitabımın ilk kez Fransa'da Actu Sud Yayınları tarafından yayımlanması oldu, tam da burada didik didik edildiğim dönemde... Kitabın üzerine çıkan yazılar, tartışmalar, soru lar... Bunlar kendiliğinden olması gereken şeyler, ama bugüne dek, kendi ülkemde bu bile esirgenmişti benden. Norveçisebirmucizeoldu! "Muhteşem bir epik yaratıcı" gibi cümlelerle anlatılmak, Joyce ve Kafka ile kıyaslanmak! Türkiye'de size çemberin dışında olduğunuzu düşündürten neydi? Kitaplarım çok uzun süre görmezden gelindi, en acısı ismim bu kadar öne çıkarılırken... Köşe yazılarıma onca tepki verenler dahi, kitaplarımın kapağını açmadılar. Hatırlarsınız sütunumun adı 'otekiler'di. Sanırım 'ötekileştirmeyi' sonuna dek yaşadım Susturulmanın en sinsi yonlerıni, aynı mekanizmanın iki ayrı yüzü olan hayranlık ve aşağılamayı. "Ötekini", öncelikle güvenilmez yalancı, yan deli ilan ederiz ki, gasp edilmiş hakları yokmuş gibi görünsün. Sonundaben de bu köşeye kıstırıldım, "Bakın, kitaplarım altı dile çevriliyor, şu şu yayınevlerinde yayımlanıyor" demek gibi onur kırıcı bu konuma... ŞİDDETE DAİR... Köşe yazarlığını da mı "elini ze yüzünüze bulaştırdınız"? Ben elimden geleni yaptım. Kendi rolümü abartmak istemiyorum ama, edebiyatımla asla yapamayacağım şeyleri yaptım sanıyorum. Duyulmayan bir iki ses duyurdum, herkesin pek iyi bildiği sandığı acıyı, işkenceyi, tecavüzü en içeriden anlatmayı denedim, başka hiçbir şey veremesem de birkaç kişiye umut verdim. Ama yaşama enerjim hızla tükeniyordu. Beni kapının önüne koymalarından epey önce artık yorulduğumun işaretlerini vermiştim. Ben yazdığımla sonuna dek özdeşleşirim, yan yolda duramam, o nesnel, mesafeli bakışla yetinemem. Diğer yazarlann kendilerini nasıl koruduklarını, benimse niye bu kadar parçalandığımı, inanın bilmiyorum. Ama anlaşdan bu konuda kafa yoruyorsunuz... Elbette. "Kırmızı Pelerinli Kent"insorularından biri de bu. Dış dünyadaki şiddetten gözlerini kaçıran biri, kendi içindeki şiddete ne ölçüde bakabilir? Ya da, kendisiyle maskeler ardından konuşan kişi, dış dünyaya baktığında ne görür? Ben, çocukluğumdan beri, dışanya, insanların dünyasına hep başka bir Aslı'yı yolluyordum, bazen açık verse de, akşama dek hayatı benim yerime o sürdürüyordu. Sonraları, kendimle baş başa kaldığım gecelerde, yazmayı keşfettün. Ama yazarlığın en tehlikeli yani da burada, be Aslı Erdoğan kırgın ve kızgın. Kırmızı Pelerinli Kent'in Fransızca ve Norveçceye çevrildiğini görmek istemeyenlere... Milano'daki Akdeniz Festivali'nde, Aslı Erdoğan'ın yazdığı bir metni Serra Yılmaz okuducanlandırdı... (üstteki afiş festivalin tanıtımında kullanıldı). Fotoğraf: Vedat Arık ni hem dış dünyadan hem de kendimden koruyan maskelerin kırıldığı anlar... Bu kırılma, sizin gücünüz mü? Bu beni çok aşan bir şey. Sanki benden çok daha güçlü, çok daha eski bir ses, benim bedenimde konuşuyor. Sanki metinlerim, bu sesle kendi sesim arasındaki bir savaş alaru işin tuhafı, okura ulaşan cümleler de, beni koruyan duvarın yıkıldığı zaman çıkan cümleler. ACIYI ABARTMAK! Kendinizle aranızdaki duvarın ne kadarını yıkabildiğinizi düşünüyorsunuz? Kim bilebilir ki? Bu bir an, daha doğrusu zaman dışı bir durum, birdenbire ulaşılan bir doruk ya da düşülen bir uçurum. Vecde, deUliğe, hatta cinnete çok yakın. Bu yakınlık sizi korkutuyor mu? Hem de nasıl. Geri dönememekten, dönmeyi istememekten korkuyorum. Bu korkunun yani sıra, bir kitabı bitirdiğinizde neler hissediyorsunuz? Korkunç. "KırmızıPelerinli Kent"i bitirdikten sonra uzun süre kitabın dışına çıkamadım, haftalar boyunca kendi cümlelerim akıp durdu zihnimde. Sanki içimdeki her şey özgür'le çekip gitmiş, geride bomboş bir kabuk bırakmıştı. Okurla aranızdaki ilişki nasıl? Sanırım, ama sevgi, ama nefret, yoğun duygular yaratan bir yazarım. Cümlelerimin altını çize çize okuyanlar da var. Bana tahammül edemeyenler de... Beni hiç tanımayan çok büyük bir kitle de var, kafasına silah dayansa da "asla Aslı Erdoğan okumayacağım" diyenler de. Ama bu gidişle entelektüel camia da beni okumak zorunda kalacak! Yazarlığın bana sunduğu ender mutluluklardan biri, cezaevlerinden, akıl hastanesinden, hatta bir keresinde ölümün eşiğinde hastadan gelen mektuplardı. Beni "acıyı abartmakla" suçlayanlar hep diğerleriydi. Hastalığı, aşağılanmayı, kapatılmayı aslında tanımayanlar... Bazen okurdan tedirgin olduğunuz, karşısında kendinizi çırılçıplak hissettiğiniz oluyor mu? Hayır, tam tersi. Kendi başımdan geçen ki bire bir anlatmaya kalkışsam bile, ortaya bambaşka bir karakter çıkıyorçoğu kez olmak istediğim, delicesine kıskandığım, hayatı benden daha bütün ve derin yaşayan biri... Bu yüzden okuruma karşı suçluluk duyuyorum, sandıkları kişi olmadığım, hep bir başkasına dönüşerek yazdığım için... Duydukları ses bana ait olmayan bir ses. Dilin kendi gücü ve Aylin Kotil Kaybolan tatlar K ültürümüzden geriye bıraktıklarımıza bakarken beni en çok üzenlerden biri de yemek kültürümüzü gittikçe terk etmiş olmamız. Hem şekil olarak hem de yemek çeşidi olarak oldukça hızh diyebileceğimiz bir değişim gösterdi yemek kültürümüz. Çocukluğumuzda, annelerimizin hazırladığı nefis kahvaltılardan başladı değişim. Annelerimizin Osmancık çileklerinden yaptığı nefis reçeller. Yaydıkları koku... Şimdi yapmak istesek, eski tadı olur mu, bilmiyorum. Hormonlu olduklarından artık çilekler de kokmuyor ki... Üstleki artık eski zahmederi çekmenize de gerek yok. Onun da fixi çıktı. Çilekle birlikte boşaltıveriyorsunuz tencereye, reçeliniz hazır, fix hızıyla. Saatlerce kaynama yok, sulu mu oldu, katı mı derdi yok. Gören konu komşu da reçel yaptınız sanıyor. Turşu kurma ve salça yapma konularına hiç girmeyeceğim. Kahvaltı için yaptığırmz reçellere biz na sıl kalbimizi katmıyorsak, çocuklarımız da benzer bir kahvaltı sevdasındalar şimdi: Corn flakes! Peynirimiz, zeytinimiz, balımız, reçelimiz dururken çoğu daha peynirin tadını bilmeden önündeki kahvaltıya itiraz eder ve corn flakes yer. Çılgın Amerikan rüyası onları daha üç yaşındayken buluverir. Ne yalan söyleyeyim, bizim de kolayımıza gelir. yarattığın için sonsuz teşekkürler. Bırakıni2 arasınlar, bırakınız yesinler! Yoksa biz nasıl böyle pratik olabilirdik? Bir şeyler ısmarlandıktan sonra herkes televizyon karşısına geçer ya da odasına çekilir kucağında tepsi, üstünde ısmarlanmış yemekler yendikten sonra plastik olan kaplar, çatalbıçaklar çöpe atılıp bulaşık derdinden de kurtuluruz. En itinalımız, yemek hazırlasa da dertsiz bir örtü ya da Amerikan servisinin üstüne iliştiriverir tabaklarını, kumaş masa örtüsü, çiçek, süs gibi detaylarla uğraşmadan, hatta hayatında kola bile yapmadan ömrünü geçiriverir. YÖRESEL MUTFAKLAR... Diğer yandan ise bizleri inanılmaz bir dünya mutfağı tutkusu sarar. Bilumum yosun yaprakları alınıp sushiler yapılır. Aynı özeni zeytinyağlı dolmaya göstermeyiz. Dünya mutfağına karşı değilim, aksine çokkültürlülükten yanayım. Ama her şeyde olduğu gibi önce özümüzü tanımalı ve içimize sindirmeliyiz. Yoksa Istanbul'u görmeden Almanya'ya gidenler gibi eğreti dururuz. Daha kendi yöresel mutfaklarımızı tanımadan, buradaki zenginliği keşfetmeden çok uzaklanda başka tatlar arıyoruz. Beni HAZIR YEMEK SİPARİŞİ! Babalarımız için ayrı bir özenle hazırlanan kahvaltı sofraları ve demlenen çaylar yerlerini işe giderken pastanelerin önlerinde durup aldıkları poğaçalara bırakır. Çocuk corn flakes yer, adam pastanede halleder işini, böylece sabah çay demlemekti, kahvaltı hazırlamaktı gibi angaryalar ortadan kalkar ve güne rahat rahat başlanır. Akşam eve geldiğimizde de yorgun argın olacağımızdan "deliveryhazır yemek siparişi vermek'ler aranrrTanrım Amerika'yı acıtan, kendi mutfağımız bu kadar zenginken bu kültürden uzaklaşmak. Aynısını bir Ingiliz yapsa anlamak daha kolay olurdu benim için. Ege'nin mezeleri, Anadolu'nun kaburgası, keşkeği, Karadeniz'in hamsi çeşitlemeleri, Osmanlı mutfağı ve saymakla bitmeyecek leziz yemekler... Ve tabii ki zeytinyağlılanmız. Başka bir toplumda böyle bir yemek kültürü olsa inanın bunun ticareti çoktan yapılırdı. Yemeklerimiz güzel, belki biraz zahmetli, ama baklava açan, mantı yapan, salça kuran annelerimiz kültürümüzün birer parçası. Onlardan bize kalan en güzel anılar hep sofralarda geçen sohbetler değil mi? Değişen yemek kültürümüzle aslında paylaşımımızı ve bağlarımızı kopardığımızı fark edemiyoruz. Yemeğin verdiği tada edilen sohbetlerin, uzun masa muhabbetlerinin değerini, kıymetini çocuklarımız yaşayamıyor. Onlar televizyon karşısında belki de ne yediklerini bilemeden büyüyorlar. Bu hayatı çok ciddiye almak değil aslında, hayattan alınacak tadarı görmemiz için ufak bir uyarı. Kaybedilen değerler kolay yerine konmuyor ve değerler de kolay kazanılmıyor. • aylinjcotil. s@superonline. com
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear