Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
NERMİN YILDIRIM’IN YENİ ROMANI: “MİSAFİR” Fotoğraf çekimleri için Fransız Lape Hastanesi’ne teşekkür ederiz. ‘Kimse kendi kendine delirmiyor’ Nermin Yıldırım okura bu kez garip bir Ev’in; hemşirelerin ‘abla’, hastaların ‘misafir’, başhekimin ‘baba’ diye adlandırıldığı, her geçen gün daha katı kurallarla yönetilen tuhaf ama bir yandan da çok tanıdık bir akıl hastanesinin kapılarını aralıyor. Buruk, muzip ve her şeye rağmen ümit dolu bir hikâye “Misafir”. Yıldırım’la normalini yitirmişlerin dünyasında normalin ne olduğunu ve romanını konuştuk. eray ak erayak@cumhuriyet.com.tr Y azı yolculuğunda altıncı romanı geride bıraktın artık Misafir’le. Bu yolculuğu konuşarak başlayalım istersen. Geri dönüp baktığında nasıl bir hikâye anlatıyor sana bu yol? Kırılma noktaları, dönemeçleri neler? n Geriye dönüp baktığımda altı romanın da tek bir evrenin parçalarını oluşturmak üzere yazıldığını söyleyebilirim. Zaten karakterler kendi hikâyelerinin dışında da bir biçimde gezinmeye devam ediyor romanlar arasında. İlk üç roman arasında ayrıca bir kan bağı var. Yolun çok başında olduğumdan, fazla iddialı olmaktan korkarak pek dillendirmemiş olsam da, en başından beri onları üçleme olarak düşünüp öyle yazmıştım. Hatta kafamdaki isim de “Kafes Üçlemesi”ydi. Elbette her birinin farklı bir hikâyesi ve meselesi vardı ama belli temalar etrafında dönüyorlardı. İçine sıkıştırıldığımız kurumlardan, duygulardan, hâllerden bahseden romanlardı üçü de. Aile, toplumsal çalkantılar, içinden geçtiğimiz zaman ve coğrafyanın kendini dayatan kaderi... Bugünden bakınca onların bir anlamda eski Türkiye’nin romanları olduğunu görüyorum. Yakın tarihi fonuna alan ve toplumsal değişimlerin bireylerin hayatındaki etkileri üzerinden inşa olmuş romanlar. Dördüncü romanım Unutma Dersleri’ni dil bakımından bir arayış, hatta belki de geçiş romanı olarak görüyorum. Mizahın dile belirgin sızışı ama aynı zamanda meseleleri değerlendirmede de bir tavır olarak belirginleşmesi. Psikolojik ve politik bir direniş noktası olarak mizaha tutunma hâli. Ve son iki romana, Dokun madan ve Misafir’e bakınca onların da şimdiki Türkiye’ye ait anlatılar olduğunu, bu dönemin travmalarının ruhtaki izdüşümlerinden vücut bulduğunu söyleyebilirim. Vakanüvis değilim elbette fakat bir biçimde içinden geçtiğim zamanın izini sürmeye çalışıyorum. n Romanlarında, psikoloji ciddi bir altyapı oluşturdu her zaman fakat bu kez işi tümden “akıl hastanesi”ne bağlamışsın. Nedir seni buraya, bu alana çeken? Dahası, Misafir’in bir akıl hastanesinde geçmesi, her geçen gün daha da delirdiğimizi düşündüğümüz bu toplumla ne denli ilintili? n Doğrudan ilintili. İnsanı anlamak için, hem içinde yaşadığı zamanın ve coğrafyanın ruh hâline hem de tek tek bireylerin psikolojilerine bakanlardanım. Bu ikisi birbirinden bağımsız değil. Psikolojiyle yakından ilgilenmemin sebebi de bu. Senin de dediğin gibi, böyle böyle sonunda akıl hastanesine düştü işte yolum. Tımarhane, hapishane, okul gibi kurumları benzer kılan dinamikler ve iktidar ilişkilerinin buralardaki yansıması, yaşadığımız toplumun yapısını anlamak için güçlü anahtarlar. O anahtarın açtığı kapı, bizi yüzleşmekten pek de hoşlanmayacağımız, tekinsiz bir yere çıkarıyor. Hapishanenin Doğuşu’nda, Jeremy Bentham’ın “Panopticon” adını verdiği gözetim ve denetim mekanizması üzerinden iktidarın işleyişini anlatır Foucault. Mekânın, içeridekilerin davranış ve hatta düşüncelerini denetleyip şekillendiren bir aygıt gibi işlev gördüğünden bahseder. Misafir’deki “Ev” de biraz böyle bir yer. Yine Foucault, Deliliğin Tarihi’nde uygarlığın insanı delirtişinden bahseder. Toplumda anormal sayılana bakarken, normalin işlevlerini de düşünmek gerekir. Her şeyden önce, toplumsal düzeni sürdürebilmek için gereklidir normal. O şekilde tanımlanır ve dayatılır ve bu yanıyla bazen hiç de masum değildir aslında. Kendi gibi vedat arık olmayanı, düzenin dışında kalanı ötekileştirmek ve hatta düşmanlaştırmak... Tanıdık değil mi? Yolculuğum için şaşırtıcı bir uğrak değil akıl hastanesi. Zaten normalin ve anormalin anlamını, nerede ayrıldıklarını sorgulamak temel meselelerimden biri. “DELİ YAFTASI POLİTİKTİR” n Peki, yaşadığımız toplum böylesine delirmişken senin anlattığın “delilik” neden önemli sence? n Çünkü deli yaftası gayet politik bir işleve sahip ve toplumların anormal tanımı, normal sayılanı meşrulaştırmaya yarar her şeyden önce. Normların karşısında duran ne varsa sakat yahut tehlikeli sınıfına konuverir. Misafir’i yazarken, biyolojik kökenli hastalıklardan bahsetmek için yola çıkmadım. Derdim bir toplumun normalini kaybedişini sorgulamak, normalin kimler tarafından nasıl tanımlandığıyla ilgili bir hikâye anlatmaktı. Anormali kanıksamanın normalleştiğini düşünüyordum ve roman bana bunu kanıtladı. Sana tuhaf bir şey söyleyeyim: Misafir’in içine çok absürt olduğunu düşündüğüm, saçma bulduğum, kara mizaha kayan bazı olaylar yerleştirdim ve roman basıma hazırlanırken bunların bir kısmı arka arkaya yaşandı, bu toplumun normali oldu. İşte bu dehşete düşürdü beni. Distopik bir anla tıda bir yazarın geleceği bu kadar hızlı görmemesi gerekir. Üstelik ben beklediğim şeyleri de değil, yok canım bu kadar da olmaz dediklerimi yazmıştım. n Neydi o olaylar? n Mesela romanda sırf Alman malı diye, mahalledeki tamirci Rikkat’in blender’ını tamir etmeyi reddediyor çünkü Alman mallarına boykot var ve başının derde girmesinden korktuğundan elini bile süremiyor alete. Ya da piyasada makarna bulunamıyor, çünkü hükümet İtalyanlara kızıp “O çizmeyi giyer gezeriz!” diye açıklama yapmış. Hâl böyle olunca yerli ve millî erişteye talep artmış filan. Açıkçası yazarken saçma olsun diye koydum ben bunları o dünyanın içine. Sonra kitap baskıya hazırlanırken Amerika ile aramız bozuldu, iPhone’lar kırıldı. Şimdi kimseye tuhaf görünmüyor bu olanlar. Herhangi bir konudaki anormalin yaygınlaşması onu normal kılmaya yetiyor. “ANORMALİN ARDINDAKİ NORMAL” n Az önce romanlarına hazırlık sürecine değindim çok küçük de olsa... Yeri gelmişken, Misafir’e nasıl çalıştığını da anlatırsan sevinirim. n Elbette öncelikli olarak bol bol okudum. Felsefeden klinik psikolojiye... >>Şimdiki hâliyle psikiyatrinin as lında ne kadar yeni bir bilim oldu 12 18 Ekim 2018 KItap