25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

>> bakmanızla benim bakmam. Hatta çoğu zaman “Fındıklı Parkı’na uzaktan bakan adam” olarak eleştiri almışım. Evet uzaktan bakmam lazım, çünkü mesafe olmadan sanat olmuyor. O mesafeyi kollamak lazım. n Neden Nedret Sekban uzaktan baktı oraya? n Az önceki o sorunuzla birleştirelim bunları. Şimdi sizin geçtiğiniz o sokak veya o parkta gördüğünüz hâlde çok sıradan, pratik, hayata dair şeyleri ben acaba nasıl dönüştürüyorum? Niye farklı bakmışım sizden? Siz saptamıyorsunuz ki... Belki yazsanız, şiire imge olsa o ağaç, benim resmime imge oluşundan çok farklı olmayacak. İfade aracı değişecek; biraz soyutlayacaksınız yahut abartacaksınız değil mi? Ama bir imge kuracaksınız. İşte eğer siz o ağaca, onun göstergelerine duyarlı olsanız ya ziraatçi ya bahçıvan ya da onu dil üzerinden soyutlayan şair, ressam ve başka bir şey olurdunuz. Ben onu yapıyorum aslında. Çünkü çocukluğumdan beri bu işi yapmaya başladım. Malzemeyi sevdim, o malzemeyle hemhâl oldum. Onu deneyimledim, sürdürdüm. Aramızdaki tek fark o. n Çocukluğumdan beri dediniz. Hikâyenizi de alalım mı kısaca? Resme geçiş süreciniz, resimle arkadaş olma süreciniz, öğrencilik yılları, hocalık, atölye... n Şunu söyleyebilirim. Sorarlar bana, ailende başka ressam var mı, diye. Var, ağabeyim ama aslında aynı anda resme başlamışız. O sadece benden iki sene önce okula başladığı için güzel yazı yazar, güzel resimler yapardı. Mutlaka ondan etkilenmişimdir. Benim etkilenmemi sağlayacak şeyler yine benim sokağa çıkışta kavak ağacına sizden farklı bakışım neyse aslında çocukken de sokağa çıktığımda Trabzon’un sokaklarında gördüğüm afişler; Ali Saraç’ın, Mustafa Boğuşlu’nun yaptığı. Müthiş illüstrasyonlar. O dönemdeki otobüs reklamları afişleri, büyük büyük tabelalar... Şimdiki gibi bir medya, iletişim, teknoloji yok. Boyayla ve yazıyla bunu ifade ediyorlar. Çok sevdiğim şeyler, sinema afişleri. Müthiş bir sinema izleyicisi oluyorum orada. Benim imge dünyamın zengin olmasında Trabzon önemli, beş bin yıllık bir kent. O kentin de işte Halkevleri, Halkevleri’nde açılan sergiler; benim ilkokuldan itibaren dolaşıp gördüğüm... “ARZU POLİTİKALARI İNSANLARI YİYİP BİTİRİYOR” n İnsanlar kitap okumuyor, okuduğunu gösteriyor. İnsanlar yemek de yemiyor, bir restoranda oturup o ânın keyfini yaşamak varken orada güzel bir yerde oturup yemek yediğini gösteriyor. Bu algı zaten karışık ve bu bir şekilde resmi de etkiliyor. Bugün sizce nedir resimdeki durumumuz? İzleyici ve ressamlar açısından... n Çok güzel bir kitap okumuştum bu konuda, Şeffaflık Toplumu diye; ByungChul Han Koreli bir arkadaş. Arkadaş diyorum çünkü öyle güzel şeyleri yazanları akrabam, arkadaşım, dostum sayıyorum. O geniş ailenin içine katılma isteğimden dolayı bunu söylüyorum. Aşağı yukarı benim kuşağımdan. Çok doğru şeyler söylüyor kitabında. İnsanlar görünür olmak için çırpınıp duruyor. Bu çırpınmanın sonuçlarını görüyoruz şimdi. Arzu politikaları insanları yiyip bitiriyor onun için iki insan bir araya gelmekte zorlanıyor. Siyasi basınç da bunun içinde. Bakıyorsunuz partilere, zorlanıyorlar. Yapacakları ortak bir şey var, dayanışmaları gereken konuyu unutup başka bir şeyin hesabını sormaya bakıyorlar. Buradan baktığınız zaman insanlar geçmişteki büyülü mekânları artık bozdu. Hegemonyanın veya baskının, insanların kendilerini rahat hissedememesi sonucunu doğuruyor bu. n Kendimize bakmadan ötesini göremeyiz diye düşünüyorum. Hatayı sürekli karşı tarafta aramak en büyük hata gibi geliyor bana. n Sürekli gerekçe bulmak insanoğlunun en kolaycı tarafı zaten. Uydururuz gerekçeleri ve söyleriz; bundan dolayı yapamadım, şundan dolayı yapamadım... Ben otuz sekiz yıl hocalıkta bunu öğrendim. Öğrenci bunu çok kolay halleder, bulur. En kolay bulduğu şeydir mazeret. Neden çalışmadın, sorusunun yanıtı mutlaka vardır onda. “ESKİ USTAÇIRAK İLİŞKİSİ YOK” n Hocalık döneminiz nasıldı? Mutlu muydunuz? n Ben akademide başladım hocalığa. Sonra Mimar Sinan, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi oldu, devam ettim. Aşağı yukarı aynı kurumun üç ismini de biliyorum. Dolayısıyla biz o değişimi ve dönüşümü fark eden hocalarındanız oranın. Bir iki arkadaşım kaldı emekliye ayrılmayan akademili olarak. Ondan sonra orada akademili kalmayacak zaten. Bu süreklilik, bu gelenek, yaşanmışlıklara, zamana ve hayata çıraklık yapmış insanlara ve onları usta olarak görmeye bir saygı göstermektir. O kalmadı artık. Çünkü büyü bozuldu. Şimdi herkes kolaylıkla nasıl ressam, tiyatrocu, fotomodel, ressam olurum, ona bakıyor. n Bu bağlamda ustaçırak ilişkinizden bahsedebilir miyiz? n Benim hocamla ilişkime baktığım zaman o dönemde bile Neşet GünalNedret Sekban ilişkisi nasıldır, dediğinizde demin sözünü ettiğim o hegemonik bir unsur olarak baskıyla yapılan bir saygı olmadığını görüyorum. Hayat deneyimine, yaptıklarına özenmenin getirdiği bir saygı. Onu o kadar yıl kullanabilmenin malzemesine sahip olan, bilinçli ve bu ifade aracını benimsemiş bir insanın sürdürülebilir ve bunu hiç aksatmadan, ciddi bir biçimde davranışına saygı bu. Dolayısıyla eski ustaçırak ilişkisi yok. Hiçbir zaman hocamız bize kalemini alıp da işinizin arasında bir şey göstermemiştir. Dil üzerinden bunu aktarmaya çalışmıştır. Sürekli spekülasyonlar ortada dolaşır. Siz öğrenci olarak oradan alabildiklerinizle ya da gördüklerinizle öğreniyorsunuz. Fakat şunu da kabul etmek lazım ki mekân, o ruhu taşıyor. Orada taşın hafızası var. Siz onu hissederseniz zaten bir Zeki Kocamemi, bir Ali Çelebi, bir Bedri Rahmi, bir Neşet Günal burada nasıl yürümüş, ne yapmış, nasıl desen çizmiş, nasıl boyamış onu anlamaya çalıştığınızda zaten o havanın çırağı oluyorsunuz ama pratik bir çıraklık mümkün değil. n “Akademili olma” vurgusu da önemli değil mi? Peki, sizin resminizdeki yeri nedir Neşet Günal’ın? n Bir defa desen çok önemlidir. Bir iş yapmadan önce işin nedenlerini ve ne yapacağını bilmek ve bilinçli davranmak gerekir. Malzemeni ciddiye almalısın bunun için de etüt yapmalısın. Sürekli eskiz yapmalısın. O skeçler olmadan büyük kompozisyonlara girmemelisin. Bunu öğrendiğim bir usta Neşet Günal. Öyle dışardan bakıldığı gibi ne güzel işiniz var, resim yapıyorsunuz değil bu iş. Güzel bir lafı vardır Neşet Bey’in: “Ressamlığın macerasını yaşamaya hazır mısın?” Bu macera aslında bıçak sırtı bir şey. n Peki, size atölyenin âsi çocuğu denmesinin sebebi ne? n Ben öyle olduğunu düşünmem hiçbir zaman ama metin yazarı arkadaşımız Yalçın Karayağız duayen ve değerli bir sanat yazarı. Onun, benim resimlerime bakarak bir çıkarsaması bu. Yani bana bir başka insanın başka türlü bir yorumu. Bunu deniz resimlerine bağladığı için bir önemi var tabii. Doğrudan bir karşı çıkış veya âsilik değil o. Aslında iç dünyasını yansıtan bir adam olarak sunuyor beni o cümleyle. “SOKAK ÖNEMLİ ÇÜNKÜ EMEK KUTSALDIR” n Yine Yalçın Karayağız’ın da yazısında değindiği kapalı mekâna girme me, aynı şekilde sürekli sokağa çıkma hâlinin sebebi nedir? n Okula başladığımız andan itibaren soluduğumuz o mekân sol kokuyor. Marksist insanlar etrafımızda dolaşıyor. Sola eğilimli insanların çoğu orada, bütün üniversiteler olduğu gibi. Hele sanat ve kültürde daha fazla bunlar. Dolayısıyla o atmosferin içindesiniz. Onlar da sizi dünyaya bakışlarınızdan, duruşunuzdan dolayı sokağa yönlendiriyor. Çingene resimleri yapmışım mesela. Onların bir atasözü var; “Evde oturan ölür” ve kaderleri sanıyorum göçmek. Dolayısıyla bu, onlara özgürlük alanlarını, sokakları kullanma hakkını veriyor ama romantik bir özgürlükten söz etmiyorum, başka bir şey bu. Son yaptığım işte de var; orada bir tel örgü, bizim alanımızla onlarınkini sınırlıyor. Biz onları içimize kabul etmiyoruz aslında. Aralarından çok az insan bu tarafa geçecektir. Bir gün öyle bir durumda kalabilir insan. Şu anda herkes göçmen gibi; yersiz yurtsuz bu dünya... Zihinlerimizde müthiş bir baskı var ve dünyanın büyüsü bozulmuşsa bundan etkilenmemek mümkün değil. Dolayısıyla sokağa bakışım sol duruşumdan geliyor. Toplumcu tarafım ortaya çıkıyor, ona göre konular belirliyorum, çalışmalara yöneliyorum. Sokak önemli çünkü emek kutsaldır. Emeği değerlendiriyorum. Onların sözcüsü olma zorunluluğunu hissediyorum. n Dikkatimi çekti, söylediğiniz her şey aslında birbirini tamamlıyor ve hayatınızla bire bir bağlantılı. n İyi ki öyle olmuş. Uzaktan bakmadığım şimdi gözüküyor. Okuldan hoca bir arkadaşım sergide yanıma geldi ve “Hocam sizin hayat çizginizi izledim ben burada” dedi. “Haklısın,” dedim... n Bugünkü resim dünyamızı nasıl görüyorsunuz? n Sanat bitti, tarih bitti, o gitti, dönüştü filan... Ben bunlara inanmam. Yenilik, yenilik, yenilik; artık bu bitti şu var. Hayır! Niye müzeler bu kadar geziliyor hâlâ? Niye d’Orsay, Louvre, Prado, Tate, Metropolitan var? Niye insanlar buralara gidiyor? Bitmiş olan şeye bir daha insan neden baksın? Niye oradan feyz alsın? Buradan şunu çıkarabiliriz. Evet, anakronik olarak da değerlendirilebilir bazı sanat eserleri. Zamansızdır bunlar. Her dönemde insan bunları izleyebilir ama şöyle bir şey var ki hâlâ fırça, boya, kâğıt ve kalem imâl ediliyor. Bunları birileri kullanıyor. Yüz yıl önceki teknik bile olsa bugün yaşıyor ve söylediği şey bugüne ait olabilir. Eski dili kullanmamak ve buna yasak koymak, bunun bittiğini söylemek bu kadar insansız, malzemesiz hâle getirdi resmi. Benim bugünün sanatıyla ilgili tespitim bu. Yeni, modern, postmodern, başka malzelemeler... Metin öne geçiyor. Sadece fikrî malzeme önde ama gerçek malzemeler yok ortada. 1980’lerden sonra neoklasisist, yeni romantik, hiperrealist; hepsi bir arada ortaya çıkıyor yeniden. Tekrar tekrar boyamaya, çizmeye başlıyorlar. n Ölüm / Kalım Arasında Nedret Sekban / Mehmet Ergüven / Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Yayınları Yayınları / 284 s. KITAP 1321 Aralık 2017
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear