26 Haziran 2024 Çarşamba Türkçe Subscribe Login

Catalog

>> latan kitaplardır ve gençlik dönemine ait kendilikleriyle düzgün bir ilişki kurmaya çalışan daha yaşlı insanlar tarafından yazılmışlardır. FERRANTE TAHRİK EDİCİ, KNAUSGAARD BİR ESTET Bu romanlardaki ışık saçan nitelik neyi anlatırsa anlatsın her bir paragrafın hayati önemi olduğu hissi işte bu ikilikten kaynaklanır. Sanki, bir zamanlar ben de gençtim, der gibidirler, ve korkmama rağmen bana devredilen hayatı kabule yanaşmayıp ona direndim. Şimdi yaşlıyım ve geçmişime ya karşı koymalıyım ya da onu kabullenmeliyim. Belki de direnme yahut kabullenmenin başka bir alternatifi yoktur demeli: Bu romanlar bugünkü kendiliğimizin tüm yaşamımızın toplamıyla nasıl ilişki içinde olduğu konusunda metafizik fikirler inşa etmeye yönelmiştir sanki. O fikirler, belki [İngilizcede] yayımlanmayı bekleyen ciltlerde daha bir görünür olacaktır. Ferrante ve Knausgaard bu büyük meselelerde birbirlerine benziyorlar. Ayrıca benzeştikleri bazı başka konular da var. İkisi de cilt cilt seriler halinde yazan hikâye anlatıcıları: Kitapları birbiri ardına geliyor. İkisi de güçlü duygulardan, özellikle de salim kafayla bakıldığında herhangi bir açıklama getirilemeyen türünden büyüleniyorlar. İkisinin de yazdıkları özyaşamöyküsel ya da öyle varsayılıyor. (Neden huzur içindeyken hatırlanan duyguların özyaşamöyküsel kroniğini anlatan seri kitaplar bugün bu denli etkileyici bulunur acaba? Bu soruyu başka bir yazıda ele almalı.) Buna karşılık, ikisi arasında ufak çapta birçok farklılık da vardır. Knausgaard ironik, Ferrante daha ciddidir; Knausgaard’ın acelesi yok gibidir, Ferrante tahrik edicidir; Knausgaard bir estettir, ânın yakalayıcısıdır, buna karşılık Ferrante bir dram yazarı, bir sahne düzenlemecisidir. En göze çarpan farklılık ise çok ortadadır: Siyaset. Ferrante’nin romanlarındaki kadınlar siyasi mücadele içindedirler, Karl Ove’da ise böyle bir şey yoktur; iki yazar da eril şiddet sorunuyla boğuşurken, sadece Ferrante’nin romanları anlamlı bir şekilde feministtir. Öyleyse ikisi arasındaki tercihte siyasetin rol oynadığı söylemek adalet ve tarih duygusuna sahip siyasi görüşü olan ruhların Ferrante’ye meyledeceğini, estetlerin ise Knausgaard’a kayacaklarını dile getirmek yerinde olacaktır. İKİ GERÇEKLİK TAHAYYÜLÜ Şüphem o ki farklılık daha derinlerde. Birinci cildin başlarında, Karl Ove, küçük bir çocuk olarak televizyonda, denizde meydana gelen bir aramakurtarma harekâtını seyreder. Dalgaların arasında, bir yüz gördüğünü sanır “Spikerin ne söylediğini dinlemeden denizde yüzen yüze gözlerimi diktim, ve bir anda yüzün dış çizgileri ortaya çıktı,” diye yazar. Öyle heyecanlanır, kendinden geçer ki babasına anlatmak için koşar, bunun sonucunda da azarlanır. (“Şu yüz meselesini dinlediğimiz yetti artık.”) “Yetişkinler olarak”, diye yazar daha sonra, “yaşamlarımız kendi çevresine kapanmış, çevremizi sarmış ve bundan çıkış yok.” Buna rağmen çevrelenmiş dünyanın ötesinde bir şeyler olduğu fikrine kapılmadan edemez “konuşmayan, hiçbir kelimenin yakalayamayacağı, bunun sonucu olarak da sonsuza dek ulaşamayacağımız ancak yine de içinde olduğumuz, zira onun bizi kapsaması bir yana, bizim de onun bir parçası olduğumuz, bizlerin onun vasıtasıyla kendimiz olduğumuz bir şey.” Kavgam’ın büyüsünün bir kısmı, kitabın ara ara bu diğer, bilinmez dünyaya gitmesidir. Ferrante’den farklı olarak, Knausgaard çocukluk günlerine özlem duyar çünkü en kırılgan olduğu o dönem, aynı zamanda en açık olduğu dönemdir. ‘Kavgam’ın başlangıcında yer alan bu sahne, bir bütün olarak tüm romanın davasını gözler önüne serer: Genişleyen, bilinmez bir evrende vâki olacak ve tüm çeşitleriyle bu açıklık, bu kavrayış yetisinin incelemesi olacaktır. Ferrante’nin gerçeklik duygusunda böyle bir aşkınlık yoktur. Kitaplarında, insanlık onuruna burada ve şimdide ulaşılır, başka yerde değil. İkinci cilt, Yeni Soyadının Hikayesi’nde Elena bir yetişkin olarak Lila ile karşılaştığında, Lila onunla mahcubiyetiyle, onuruyla ve yaşadığı koşullara nüfuz etmesiyle gerçek dünyanın bu dünya, tam da göründüğü gibi olduğu fikri vasıtasıyla iletişim kurar: Aslında hiçbir şey kazanmadığımı, dünyada kazanmaktan başka bir şey olmadığını, hayatının benimki kadar farklı ve dağınık maceralarla dolu olduğunu ve zamanın anlamsızca akıp gittiğini, birimizin beyninin içindeki çılgın seslerin bir diğerimizin beyninin çılgın seslerinin arasında yankılandığını duymak için arada sırada görüşmenin güzel olduğunu açıklamaya çalışıyordu.” İki gerçeklik tahayyülü söz konusudur. Knausgaard bize öte dünya ait ipuçları sunarken Ferrante paylaştığımız dünyanın onurunu ve somutluğunu verir. Yalnızlık ya da arkadaşlık, ruhanilik ya da maddesellik, görünmez olan yahut gözlerinin önündeki, bilinmez dünya veya yaşadığımız dünya bunlar Knausgaard yahut Ferrante’yi tercih etmemizin ardındaki vaatlerin bir kısmıdır işte. n Çeviren: Cem Alphan “YAĞMUR BAŞLAMADAN EVE DÖNELİM” Doğanın gravüründeki şiir 19 Mart 2016’da kaybettiğimiz şair Ahmet Ada, önemli şairlerindendi. Son kitabı üzerine bir yazı sunuyoruz sizlere. Ada’yı saygı ve sev giyle anıyoruz. VOLKAN HACIOĞLU Y üksek teknolojinin hayatımıza hızlı bir şekilde nüfuz etmesiyle sanat eserlerinin estetik olarak özümsenme dinamikleri de ister istemez değişti. Günlük okuma ve yazma edimlerine de yansıyan dijitalleşme her şeyi çok pratik kılmakla birlikte bir o kadar da yüzeyselleştiriyor. Hemen herkes artık klavye kullanarak yazı yazıyor. Oysa el yazısı ile yazmanın beynin yaratıcı fonksiyonlarını faaliyete geçirdiğini gösteren bilimsel bulgular var. Pratiklik bakımından hız kazanmanın bedeli insan doğasının yaratıcı yönlerinin törpülenmesi oluyor maalesef. İnsan ve doğa arasındaki mesafe yirmi birinci yüzyılda daha önce hiç olmadığı kadar açıldı. İnsan doğası değişir mi, değişmez mi tartışmaları bir yana, insanın algılama kapasitesi yüzeye yayılırken derinliğini kaybetti. Bu yapaylık sanatlara da yansıdı. İnsan doğa ile doğrudan kurduğu sağlıklı iletişimi kaybetti. Şiir sanatının da bu kopuştan payını aldığını söyleyebiliriz. Romantizmin kurucusu Jean Jacques Rousseau ile başlayan İtirafçı geleneğin “Ben” söyleminin kısır döngüsüne kendini kaptıran şair, empati duygusundan yoksun bir sıkışmışlık içinde imge avcılığına soyundu. Artık folklorun şiire bir düşmanlığı kalmadı. Çağımızda şiirin en büyük düşmanı, insanı kendi doğasına yabancılaştıran hızlı kapitalizmdir. Ahmet Ada’nın Yağmur Başlamadan Eve Dönelim adlı kitabını okurken insanın kendi doğası ile arasına inen bu karanlık perdenin aralandığını hissettim. Düzyazı şiirlerden oluşan bu kitap usul usul akıp giden bir akarsuyun sesini dolduruyor insanın gönlüne. Kitabın ‘Yazıt’ adlı ilk şiirinde “Ötelere kör noktaya ulaşsın istiyorum sözüm,” diyen şairin oldukça mütevazı bir isteği var: “Kardeşti doğaya, sözcüklerin eviydi evi,” diye yazılmasını istiyor yazıtına. Ahmet Ada, doğanın gravüründeki şiiri yazıyor ya da daha doğrusu doğanın gravüründe yazılı olan şiirin şifrelerini çözüp yalın bir dille düzyazı şiir olarak okura sunuyor. Estetik hakikatin dışavurumunda “Geri alamam damlayan hüzün mürekkebini,” demekte elbette haklı. Ada’nın bu kitabında düzyazı şiiri tercih etmiş olmasının önemli bir nedeni var gibi geliyor bana. Çağımızda estetik yanılsama kaybına uğrayarak özdeğerini yitiren sanatın yanlış bilinç ürettiğini sezmiş ve bu yanlış bilinci yapıbozuma uğratmak için düzyazı şiirin geniş olanaklarından faydalanmak istemiş. Bu çabasında başarılı olduğu, ‘Dünya İçeridedir’ adlı şiirinde “Çabam, kanatmak sözün ucunu çakıl taşıyla,” demesinden de anlaşılıyor. Bilgiçlik değil, bilgelik var bu kitapta. Kitabın adında da ironik bir anlatım gizli. Modern insan, Eliot’un tabiriyle, kof insandır. Tıpkı bedenini örtmekte kullandığı hazır giyim ürünleri gibi duyguları yapaydır, fikirleri de “konfeksiyon” ürünüdür. “Yağmur başlamadan eve dönelim” sözü gündelik dilde doğa ile insan arasındaki yabancılaşmanın ironik bir ifadesini sunuyor. Kent hayatında insan doğadan o kadar uzaklaşmıştır ki yağmurda ıslanmak bile onun için artık rahatsız edici bir durum hâline gelmiştir. Kışın elektrikle ısınan, yazın klimalarla serinleyen ve ömrünün büyük bir bölümünü alışveriş merkezlerinin cam fanuslarında geçiren insan, şiirle olan bütün organik bağlarını koparmıştır. Şiir hiçbir zaman cam fanuslardaki dükkânların raflarında çok satanlar arasında olmamıştır. Şiir her şeyden önce sokaktadır. Sonra kırlarda, ormanlarda, denizlerde. “Seviyorum saksağanın geçtiği göğü, salyangozun iz bıraktığı ince yolu. Bir sepet dolusu üzüm getirişini bağdan.Kuyudan su çekişini... Yuvarlanmayı merdivenlerden...” Şairin gördüğü ve sevdiği tüm bu güzellikleri okurun da görmesi için başını cam fanuslardan ve gökdelenlerin çelik yapılarından dışarı çıkarması gerekir. En son ne zaman yağmurda ıslandınız ve en son ne zaman yağmurda sırılsıklam olmanın keyfini çıkardınız? En son ne zaman kar kaçtı gözlerinize ve dünyaya bir kar tanesinin mucizevi geometrisinden baktınız? Usul usul akan bu nehir, okuru şaşırtmak istercesine hiç beklenmedik bir şekilde çağlamaya başlıyor: “Güneşin şamdanları ışıtınca dünyayı ruhunun gezindiği kıyılar yitiriyor denizini.” Sesiyle, kurgusuyla, müziğiyle gerçekten eşsiz bir dize! Ahmet Ada, Yağmur Başlamadan Eve Dönelim derken hiç hissettirmeden büyük şiirin yörüngesine sokuyor okuru. Hayatın özündeki ironiyi, şiire ustalıkla yediriyor. Düzyazı dizelerinde “bakın ben neler yazıyorum,” diye bağırmıyor. Tam tersine, sözünü özellikle gözlerden uzak tutmak çabası içindeymişçesine usul usul söylüyor. Nafile bir edayla böbürlenmiyor onun şiiri, kayalara vuran tuzlu dalgalar gibi içten içe köpürüyor! “Çağırın isterseniz çocukluğumu, yağmurdur adı (...) Elimde güneşten bir çilingir, her sabah açıyorum denizin kapısını: Deniz içimdedir.” n Yağmur Başlamadan Eve Dönelim / Ahmet Ada / Ve Yayınevi / 98 s. KITAP 31 Mart 2016 15
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear