05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

Cevahir Bedel’den ‘Cevher Kapısı’ Kentli bir derviş Ë Selami KARABULUT apılar, hem günlük konuşmalarda hem de yazı dilinde kullanılmak için zengin bir malzeme oldu. Şiirde kullanılmasına bir örnek verecek olursam aklıma ilk Oktay Rifat’ın “yalnız kapılar kalır zavallı kapılar/ yaz günleri gibi açık sonsuzluğa/ bir çocuk durmadan büyür büyür” dizeleri geliyor. Rifat’ın “zamanın geçiciliği”ni imleyen bu dizeleri, varlıklarını bile fark etmediğimiz kapıların aslında yaşamımızda ne kadar önemli bir yer tuttuğunu hatırlatıyor. Yaşamımızı büyük çoğunluğunun evlerde geçtiğini düşünürsek kapıların yaşamımızla özdeşleşmesinden daha doğal ne olabilir ki? YEDİ KAPILI KİTAP Cevher Kapısı, Cevahir Bedel’in ilk kitabı. Ustaca örülmüş imgelerle oluşturduğu bu kitap, adından bölüm başlıklarına ve şiirlerin arasındaki geçişlere kadar üzerinde titizlikle düşünülmüş. Her ne kadar bir ilk kitap olsa da Bedel’in şiiri çok iyi bildiğini ve derin bir birikime sahip olduğunu görmemek elde değil. Bedel, Cevher Kapısı’nı “Cümle Kapısı”, “Nakış Kapısı”, “Sokak Kapısı”, “Sabır Kapısı”, “El Kapısı”, “Ağır Kapı” K Cevahir Bedel, kapıları Cevher Kapısı mecazı altında şiirleştirmiş. Bedel, bir metafor olarak kullandığı kapılardan geçirerek Cevher Kapısı‘nda okuru ilginç bir gezintiye çıkarıyor. Bu baş döndürücü gezi, hem Bedel’in zengin imgelem dünyasını tanımaya hem de oluşturduğu evrenle yüzleşmeye çağırıyor şiirseverleri. ve “Son Kapı” olmak üzere yedi bölümden oluşturmuş. Bir cevher gibi ışıldayan şiirlerden oluşan Bedel’in seçtiği başlıklar, bir evin iç içe açılan odaların kapılarına benziyor. Kitaba, “Uzaktan geldim, sabah uykularından/ söz toplayıcıyım, öyle derler” dizesiyle başlayan Bedel, “Cümle Kapısı”ndan içeriye bu gizemli fısıltılarla davet ediyor beni. Bu dizeyi okuyunca şairin, “Uzaklar dediği nedir?”, “Bu neyin uzaklığı?”, “Nasıl bir uzaklık?” ve daha da önemlisi “Geldiği uzaklıktan toplayarak getirdiği ‘söz’ler nelerdir?” sorularının peşine düşüyorum ister istemez. Bu uzaklıkları bir boşluk gibi gördüğü hayata bakarak sözü kınından çıkarıyor ve onun macerası tam da burada başlıyor işte: “Uğurlar ola uğurlar ola/ durup kendi kendim çağırmam ondan” diye seslenirken, kendisiyle bir “kayıp”la konuşuyor gibi. Bu sesleniş hiç bitmeyen bir uğultu gibi onun dizelerinden bana ulaşıyor. Yaşamda bir mecradan öbürüne savrulurken karın kapattığı izlere benzeyen anılar bırakırız arkamızda. Her ne kadar geleceğin beklentileri ve endişeleriyle yaşamımızın güzergâhını belirlesek de bu anılar mezarlığı üzerine kurarız binamızı. Zamanımızın çoğu, unutmayı yeğlediğimiz, hatta kar kapatmaz endişesiyle yedeğimizde taşıdığımız çalılarla üzerinden defalarca geçtiğimiz bu mezarlıkların etrafında dolanmakla geçer. Bu nedenle onaylamadığımız kimi şeylere zamanla alışmak zorunda kaldığımızdan, geldiğimiz yerin uzaklığı, beklentilerimizle ters orantılı. Dolayısıyla arkamızda bıraktığımız uzaklık, hesaba gelecek gibi değil. Yaşamla cebelleşirken Bedel’in imlediği bir “Nakkaş” titizliğiyle yeniden yeniden yaratırız kendimizi. Taşa kıyar gibiyiz bedenimizden ulaştığımız içimizdeki “ben” cevherini işlerken. Var oluşumuzdur bu: “Ben eski, ben nakkaş/ ben kilit, elimde her yanı hançer bir gelgit/ vurdukça eksiliyor içimdeki gelgit.” Cevahir Bedel, geçirdiği kapılarında sadece kılavuzluk etmiyor bana. Bir bilge diliyle konuşuyor. Ben bir şiir kitabı okumuyorum da bir kentin içinde “var oluşunu” gerçekleştirmeye çalışan bir insanın rüyalarında dolaşıyorum sanki. Kendinden emin görünürken bir o kadar da tedirgin Bedel: “Göç gurbet ve unutkan sözlerle/ uzatacaksın boynunu ipekten ilmeğe” derken. Bu ruh halinin sarhoşluğuyla salındığını duyumsuyorum yeryüzü cehenneminde ve her seferinde büyük bir cesaretle yeniden başlıyor yolculuğuna. Heybesiz ve yalın ayak. Kullandığı dil bakımından kentli ama ulaştığı yerde bir masalın içinden konuşuyor adeta. Dolayısıyla aramızda gezinen kentli bir derviş de diyebiliriz ona. Denizi bile peşinden taşırken oyundan kovulmuş çocuklara yeşil erik taşıyor cebinde. İP VE BOYUN “Bakışsızım” diyor, “rüzgâr gelip konuyor kanıma su içmek için.” Hep ikilem içinde, kafasında “acabalar”la dolanan bir kararsız. Eli sürekli çantasına gidip gelen huzursuz biri. Bu nedenle hep gitmeye hazırdır ayakları. Ama nereye, nereye gidilebilir ki? Bir bekleyiş içinde durduğu kapılar, onun için bir “Sabır Kapısı” olmuştur artık. Birden, bir şey hatırlamış gibi eteğini düzelterek kalkan bir kadının şaşkınlığıyla düşünür sık sık geldiği uzaklığı: “Geçip gitmek değil dolanmak dönüp durmak bu.” İçindeki çığlık bir temren gibi dönüp durur: “Yara değil kabuk değil/ deri altına sızmış jurnalcı bir acı” derken hissediyorum bunu. Yanında beraber yürümek istedikleri de onun gibi şaşkın, hayatta tam olarak ne aradığını bilemeyen, aynı kör kuyunun insanları. Her baktığı yüzde kendisini görür gibi sabırla konuşur onlarla. Aradığı ne? Tabii ki kendisinden başka hiçbir şey! Bu nedenle boynu hep hazır ipe. Bu “ip ve boyun” imgesi Bedel’in bütün şiirlerine sızmış Cevher Kapısı’nın başat izleklerinden biri. Var oluşunun ne olduğunu anlamaya çalışan bireyin bir çıkmazı olarak okuyorum bu imgeyi. Çünkü Bedel, bir sızlanma ve yakınma olarak hatta bir kaçış olarak kullanmıyor “ip ve boyun”u. Kendisiyle girdiği çatışmada, zayıf düştüğü yerlerde kendisine karşı sert bir manifesto çıkışıyla ilan ediyor bu intihar tehdidini. Bu nedenle kötümser değil, cesur bir şair, Bedel. Hatta “her şeye rağmen” diyen bir gülümseyişiyle yalayıp geçiyor yüzümü dizelerinin arasına serpiştirdiği iyimserliği. “El Kapısı”nda benim kitabın başından beri aradığım soruyu kendine de soruyor Cevahir Bedel: “Bir yerden gelmek nedir/ nedir çürüyen ve yeniden diyet isteyen.” Rüzgârla sınamış kendisine biçilen ömrü. “Nedir?” diye sorar yorgun gölgesini adımlayanı. Bu sorulardan benim anladığım şu: Bedel, yaşamın çetrefiline uyum sağlamayı başarmış ama bu yaşam biçimini hâlâ yadırgıyor ve üstüne başına yakıştıramıyor. Onun uyum sağlaması mevsimlere çabucak uyum sağlayan insan bedeninin doğaya ayak uydurması gibi. Ama yerini hep yadırgayarak bakınıyor etrafına. “Ey mevsimlere bakan/ renkler geçiyor küpelerinden/ sen durmadan dönüyorsun” diyor, çünkü kapısı olmayan şehirler düşer. Yalnızlıklardan çıkılamayacak. Saksıların içinde “çiçekli çığlıklar” büyüterek uzaklara bakan birine. Hep öteye, daha daha öteye. “Bir şehir nasıl sevilir?” sorusu bir teselli gibi onun için ve yanıtı da “yeraltından dar sokaklardan/ ve olmayan yemişlerden/ kokladım boynundan”dır. “Rüyalardan doğdum bu şehrin içine” derken “tarlaların bereketi adına” demesi de bu söylediklerimle örtüşüyor sanırım. “Ağır Kapı”da, elinde tuttuğu “keder çiçeği”yle Cevahir Bedel’in, “düşlerin kapısı olmaz” diye seslendiğini duyuyorum bana: “Gözlerimizden keder çiçeği uçar giderdi değil mi/ bizi buna inandırınız.” İnanmak istiyor ama “ülkemin elleri kocaman “tutmaktan başını durmaksızın/ kayalara çarpma korkusundan” diye hayıflanmadan da edemiyor. Çünkü elleri gecenin kalbinde. Kederli ve uzun bir yolda. Öylesine sürüklenen sarhoş ve topal ayaklar çarpmış ona. “Son Kapı”dayım artık. Oradan “mutsuz bir adamım” diye sesleniyor bana Bedel. Sanki benim içimden konuşan bir ses, yankılanıp duruyor kulaklarımda, “ne diye söylemeli bunları bilmem ki” derken. Konuşan o değil de benim sanki. “Şiir bir sayıklama” diyor, sanki beni duymuş gibi: “Sayıklamalar kitabını açtınız/ ezberiniz yok şehriniz yok ve elleriniz/ hiçbir yerdesiniz h e r y e r d e ayaklarınız” yanıtları kadar sorulara da uzak olduğumuz yaşam, bir sayıklamadan ibaret değil mi zaten, diyorum ben de Cevher Kapısı’nı kapatırken. Cevher Kapısı/ Cevahir Bedel/ Şiirden Yayınları/ 64 s. SAYFA 20 23 HAZİRAN 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1114
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear