26 Haziran 2024 Çarşamba Türkçe Subscribe Login

Catalog

Kemal Varol yayıma hazırladı: Demir ağlarla örülen öyküler Edebiyatın sağladığı sınırsız imkânlar arasında yolun, yolculuğun bir parçası olmak da var. Tren, tüm taşıma araçları içinde en insanisi olduğu için belki, edebiyata en çok yakışan yolculuklar da onunla yapılıyor. Taşıtın ritmi, yolcusuna sunduğu hem fiziksel hem de zihinsel alan yaratıcılığını besliyor ve bunu da en iyi öyküler anlatıyor. Türk edebiyatının en önemli kalemlerinin bir araya geldiği Demiryolu Öyküleri’ne katkıda bulunan yazarlar şöyle: Sait Faik Abasıyanık, Sabahattin Ali, Vüs’at O. Bener, Leyla Erbil, Bekir Yıldız, Oğuz Atay, Erdal Öz, Rasim Özdenören, Osman Şahin, Tomris Uyar, Nursel Duruel, Mustafa Kutlu, Cemil Kavukçu, Kadri Öztopçu, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Hasan Ali Toptaş, Ethem Baran, Ayfer Tunç, Behçet Çelik, Murat Yalçın ve Faruk Duman. çen o tren, o ulaşılmazlık, o hız değil miydi biraz Batı da zaten? YİRMİ BİR ÖYKÜLÜK YOLCULUK Mekân algısında da büyük bir değişim yaşanıyordu. Tren, taşraya yeni bir merkez taşıdı: İstasyon. Artık insanlar cami yerine istasyonda toplanabiliyor, buluşabiliyordu. Çarşı, pazar ve konutlar, caminin değil istasyonun etrafında yoğunlaşıyordu. Yeni kamusal alanla birlikte, sosyalleşme de mecra değiştiriyordu. İnsanlar doğdukları yerde ölmeyebilirdi artık. Başka bir kasaba, başka bir kent mümkündü. Mekânlar ve insanlarla yeni bir tanışma, karşılaşma alanıydı. Köylüyle kentlinin birbirini daha çok görmesiydi; yolda kuruluveren arkadaşlıklardan kâm almaktı; gözlemek, gözlenmek ve gözlemlemekti. Hareket özgürlüğü demekti tren. Bu özgürlük kullanılamasa bile hayalgücünü, hayallerin sınırını genişletiyordu. Kaçıp gitmek, yeni yerler keşfetmek, hiç değilse pencereden görülen evlerin içini, karşı koltukta uyuyan adamın hayatını, o da olmazsa geçip giden trenin nereden gelip nereye gitmekte olduğunu hayal etme özgürlüğü... Demiryolunun hayalle, hayalgücüyle ve dolayısıyla edebiyatla ilişkisinin bir nedeni bu olabilir sanıyorum. Kemal Varol’un hazırladığı seçkinin en büyük şansı Sait Faik’le başlaması. Yazarın ilk dönem öykülerinden biri olan “Üçüncü Mevki”, bir solukta okunan, çok güzel bir öykü. Ancak onu asıl “şans” kılan, daha başlangıcında “Ömrümde ilk uzun yolculuğum. Yanıma bir gazete bile almamışım” satırlarına sahip olması bence. Böylelikle ilk ayakta okumakla, edebiyatla yolculuğun bağlantısı kuruluvermiş oluyor. Gazetesini ilan sayfalarına dek okuyup bitiren şişman adam, gazetesi bitince üzüntüye kapılıveriyor. Neyse ki tedarikli, bu kez “defterine bir şeyler kaydediyor.” Okumadan, yazmadan geçmiyor bu yollar işte... Nursel Duruel ve Tomris Uyar’ın öykülerindeki kahramanlar gibi insan kimse ilişmesin, ilgilenmesin diye de olsa bir şeyler okumak, en azından okur gibi yapmak istiyor. İlk yolculuğunun verdiği tecrübesizlikle “yanına bir gazete bile almamış adam, sıkılıyor, üzülüyor, uyumak istiyor, uyuyamıyor.” Oysa bir öykü kahramanı olmasaydı da okunacak güzel bir öyküsü olsaydı, hiç sıkılır mıydı? Sait Faik’in bu capcanlı, sımsıcak öyküsünden sonraki istasyonda ağır bir gerilim perdesi karşılıyor bizi. Karlı bir gün, diz boyu çamur, güneş ışıklarını boğan pis su birikintileri, çökecek gibi bir köprü ve bu sahneyi elinde koca bir güğüm ve ayağına büyük kunduralarıyla aşmaya çalışan küçük bir çocuk... Sabahattin Ali’nin “Ayran”ı bir tokat gibi patlıyor okurun suratında. Ama hayır, kitaptan soğutan değil, aksine, cazibeyi arttıran bir şey bu bence. Sürprizli, serüvenli bir yolculuğun habercisi gibi. Öykülerseçkilerde mutad olduğu üzere yazarların doğum tarihlerine göre sıralanmış. Ancak bu durum, en azından bu seçkide sorunlu gibi. Bilhassa ilkyarıda, yani ilk on öyküde. (Geri kalan on bir öykünün hemen hepsi aynı on yıllık dilim içinde 90’ların son yıllarında ya da 2000’lerde yazıldığı için göze batmıyor. Oysa ilk on öykü 1936’dan 2010’a uzanıyor.) Erdal Öz’ün 1960 yılında, 25 yaşındayken yazdığı ile Rasim Özdenören’in 2010’da yani 70 yaşındayken yazdığı iki öykünün ardarda gelmesi hiç de mantıklı değil diye düşünüyorum. Doğum tarihleri ne kadar yakın olursa olsun... Başka bir sıralama, seçkide güdülen “Türk öykücülüğünün geçirdiği dönüşümü gösterme” amacına ulaşmayı da kolaylaştırırdı. Çünkü yayım yılına göre yapılacak bir dizgide, Tomris Uyar’ın arkasından Leyla Erbil gelecek ve Erbil’i Oğuz Atay takip edecekti. (Mevcut sıralamada Uyar 10., Erbil 4., Atay ise 6. sırada yer alıyor.) “Konuşmadan Geçen Bir Tren Yolculuğu” adlı öyküsünde Leyla Erbil’in yaptığı küçük burjuva hayatı taşlaması ve Türkiye modernleşmesindeki çıkmazı, trajediyi ele alış şekli Atay’ı çağrıştırdı bana. Hem söylem hem biçim anlamında... Demiryolu HikâyecileriBir Rüya ile değil de Tehlikeli Oyunlar’ın “Ülkemiz” bölümüyle, Erbil’in hikâyesi arasında bir akrabalık var sanıyorum. İkisi de ince bir alaycılık arasında demir leblebiler yutturuyor okuyucuya. Trajedinin içindeki komiği görmek, ağlanacak haline gülmek gibi sonra düşünmek gibi bir tecrübeyle baş başa kalıyor insan. (Leyla Erbil’in ardından Oğuz Atay’ın gelmesini sağlayacak bir sıralamayı bu yüzden de önemsiyorum.) TREN: ROMANTİK BİR TAŞRALI Kitaptaki öykülerin çoğu son on beş yılda yayımlanmış. Yirmi bir öyküden sekizi 2000’li yıllarda, dördü ise 90’ların ikinci yarısında yazılmış. Trenin modernizmi temsil ettiği dönem, neredeyse yarım asır önce kapanmışken yani. Demiryolu bir fikir olarak çoktan eskidi. Hız ve hareketle değil, hantallık ve atıllıkla anılır oldu. Yaşlılığa direnen görkemli istasyonlar, yitik bir zamanın, unutulmuş bir ülkünün anıtı gibi kaldılar; coşku değil hüzün aşılayarak, belki bir içhesaplaşmaya çağırarak... (“Yok olan şeylere benzerdi o zaman trenler// dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar/ ve dağılmış pazar yerlerine memleket.” Keşke salt öyküyle sınırlı değil, tüm edebiyatımızdan bir seçki yapılsaydı da, Edip Cansever’in bu en bilindik şiiri, “Mendilimde Kan Sesleri” de yerini alıverseydi.) Banliyöye, taşraya aitti artık trenler. Günlük hayattan uzaklaştıkça romantize edildi veya bir nostalji nesnesi haline geldi. Karşımıza çıkan öyküler de bu durumu destekler gibi. Taşrayı pek iyi bilen ve anlatan Hasan Ali Toptaş’ın “Çift Çizgi”si, sert bir öyküyü düşle gerçek arasında sonlandırıyor. Yine taşranın, taşra sıkıntısınının usta anlatıcılarından Ethem Baran’ın “Uzak Yakınlıklar”ı ve Cemil Kavukçu’nun “Avludaki Tren”i taşra hayatı, demiryolu ve çocukluğu birbirine bağlıyorlar. Mustafa Kutlu’nun “5402” adlı öyküsü ve Faruk Duman’ın “Pancar Vagonları”, demiryolu ve taşraya yine çocuk gözlerinden bakıyor. Ancak bu kez daha içeriden, TCDD memuru babaların, hayatları istasyon, istasyon işçileri, lojmanlar, raylar ve trenlerle çevrili çocuklarının gözünden anlatılıyor hikâyeler. Seçkiyi hazırlayan ve kendisi de “demiryolu işçisi bir babanın oğlu” olan Kemal Varol, önsözde belirttiği üçüncü amacına böylece ulaşıyor: “Demiryollarının dışarıdakini olduğu kadar içeridekini de ne kadar etkilediğini (...) göstermeye çalışmak.” Trenin romantize edilişine Behçet Çelik’in öyküsünde tanık oluyoruz. “Tren Elbet Kalkacak”ta demiryolu tekdüze ritmiyle insanı gülümseten, yorgunluk alan bir şey olarak karşımıza çıkıyor. Sevgiliye, ama istasyonda bekleyip beklemeyeceği bilinmeyen bir sevgiliye doğru çıkılan o yolculuğun romantizmi trenle perçinleniyor. Derleyenin, dizenin, düzeltenin, yayımlayanın ellerine sağlık. Öykülerin ve öykücülerin arasında makas değiştirmek, vagonlardan vagonlara geçmek, istasyonlarda durup nereden gelip nereye gittiğimizi düşünmek gerçekten güzeldi. Kavukçu’nun kahramanına dedirttiği gibi: “Gitmek fiilinin altını çift çizgiyle en güzel trenler çizebilir”, öyleyse yolculuk sürmelidir. Yoluna trenle devam etmek isteyenlere Varlık dergisinin Eylül 2010 sayısındaki tren dosyası ve Stefan Grabinski’nin trenin altın çağında, yani 1920’li yıllarda yazılmış, trende geçen fantastik öykülerinden oluşan Hareket İblisi adlı kitabı tavsiye olunur. ? Demiryolu Öyküleri/ Yayıma Hazırlayan: Kemal Varol/ Sel Yayıncılık/ 192 s. Ë Esin PERVANE umhuriyet öykücülüğüne demiryolu teması üzerinden bakmak sahiden iyi bir fikir. Bu aynı zamanda Cumhuriyet Türkiyesi’ne, “cumhuriyet idealleri”ne ve “cumhuriyet nesilleri”ne bakmak demek. Çünkü demiryolu, Cumhuriyet’in hem zamanına hem mekânına ruhunu verdi. Toplumun mekân ve zaman algılarıyla, alıcılarıyla oynadı. Zafer Toprak’ın “Cumhuriyet, Demiryolu ve Laiklik Bir ‘Modernite’ Metaforu” (Toplumsal Tarih, sayı 168, Aralık 2007, s. 2631) makalesinde belirttiği gibi tren, saat inkılabının öncüsüydü. Demiryolu ile birlikte zaman beş vakte değil yirmi dört saate bölünmeye başlandı. İnsanların gözlerini güneşin doğuşu ve batışından ayırıp alafranga saatlerine, yani Batı’ya çevirmeleri demekti bu. Dakiklik önemliydi. Treni yakalamak, çağı yakalamak demekti biraz. Demiryolu, hızın ve hareketin, cumhuriyetin ve devletin anayurdun dört yanına sokulmasıydı. Cumhuriyetin ilk ilk on yılında demir ağlar, tren ve istasyon, modernleşme projesinin simgesi, devletin temsilcisi, görünen yüzüydü. Nesli Çölgeçen’in unutulmaz filmi Selamsız Bandosu’ndaki gibi devlet adamı yüzünü göstermeden, sadece pencereden şapkasını sallayarak geçip giderdi trenle bazen. Ama işte o silindir şapka, istasyonda bekleşenlere aldırmadan ge C Kemal Varol’un hazırladığı seçkinin en büyük şansı Sait Faik’le başlaması. Yazarın ilk dönem öykülerinden biri olan “Üçüncü Mevki”, bir solukta okunan, çok güzel bir öykü. Ancak onu asıl “şans” kılan, daha başlangıcında “Ömrümde ilk uzun yolculuğum. Yanıma bir gazete bile almamışım” satırlarına sahip olması bence. Böylelikle ilk ayakta okumakla, edebiyatla yolculuğun bağlantısı kuruluvermiş oluyor. SAYFA 8 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1086
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear