14 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

K Dünyanın o eğik düzleminde itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA şiddet şiddete dına ister aile içi baskı, töre, namus cinayeti deyin, ister çocuklara, gençlere, kadınlara, yaşlılara yönelik sindirme deyin, isterse toplumsal, siyasal, ekonomik temelde dayatma deyin, dünya halkları, şiddetten kendini kurtaramıyor bir türlü. Gerçekten de insanoğlu, soluk soluğa bir toplumsal koşunun şiddet şiddete yaşanan sürecinde savruluyor sürekli… Hiçbir yere tutunamadan bir eğik düzlemde kayıyor, kayıyor… A Böylesi bir zenginliğe gerçekten yer açabiliyor muyuz yaşamımızda? Sanata sırt döndükçe, uzaklaştıkça ondan kendimizi o şiddet şiddete koşuya kaptırdığımızı göremiyoruz bir türlü… Hadi sanatın kazandıracağı bakış derinliğinden, ufuk genişliğinden vazgeçtik diyelim; bu yönde gerçekleştirilen öteki düşünsel, bilimsel etkinliklerden haberdar mıyız? Bu alanda gerçekleştirilen yayınları, bilimsel toplantıları, söyleşileri, belgeselleribelgefilmleri ne ölçüde izliyoruz? Söz konusu alana özgülenmiş iki yayını almak istiyorum bu hafta “Kitaplar Adası”na… ŞİDDETİ ŞİDDETLE BESLEMEK Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı’nın öncülüğünde Türkiye Gençlik Federasyonu ile Çankaya Belediyesi’nin işbirliği çerçevesinde 1920 Nisan 2008’de gerçekleştirilen Şiddete Karşı Düşünce Ortamı sempozyumu, yukarıda sözünü ettiğim etkinliklerden biri olarak yaşamımıza katılmış bulunuyor… Etkinliğin en sevindirici yanı, aynı başlıkta yayına dönüştürülerek somut biçimde önümüze getirilmesi… Elli dolayında bilimciyle düşüncecinin katkısını içeren sempozyum kitabı Şiddete Karşı Düşünce Ortamı, Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı yayını. (Selanik Cad.52/4 Ali Taha Apt., 06650 KızılayAnkara; Tel.312.4197611; www.fisek.org.tr) Prof. Dr.Gürhan Fişek, vakfın yıllardan bu yana sürdürdüğü toplantıların öncülüğünü yapıyor. Sonra iki aylık Çalışma Ortamı dergisi başta olmak üzere yayınlar çıkarıyor. Gelin biz şu şiddet olgusuna dönelim yeniden… İnsanoğlunun şiddete yatkın olduğu öne sürülebilir mi? Yoksa sınıflı toplum yapısının bir kazığı mı bu bize? Düşünce ortamının katılımcılarından Birgül Ayman Güler’in saptamasıyla bir giriş yapılabilir: “İnsanın doğası şenlikli toplumu destekleyen bir doğadır. O halde toplumsal düzeni insan doğasının istediği şekilde, sömürüsüz bir toplumsal düzen şeklinde inşa edebilirsek insana yakışan düzeni de ortaya çıkarmış oluruz.” (28) Bu çerçevede şiddetin tanımından başlamak gerekiyor belki de işe… “Kişinin kendisine yönelik eylem”, “kişiler arası eylem”, “gruplar arası eylem” olarak sınıflanan şiddetin bütünlenişi yönünde Prof.Dr. Hilal Özcebe şu tanımı getiriyor: “Şiddet, bireye fiziksel ve/veya psikolojik açıdan zarar veren fiziksel, ruhsal, sözel, duygusal ve cinsel davranışlardır. Bir başka tanıma göre şiddet, öfke, kin, düşmanlık gibi duyguların güçlenerek etkinlik kazandığı saldırgan davranışların en uç noktasıdır./ Dünya Sağlık Örgütünün tanımı ise şu şekildedir: Şiddet, bir bireyin yaralanma ve ölümüne neden olan ya da gelişmesini engelleyen fiziksel, psikososyal ve cinsel olarak uygulanan kasıtlı davranışlardır.” Özcebe, şiddetin, uygulanış şekline göre “fiziksel”, “cinsel”, “duygusal”, “ekonomik” eylem olarak tanımlandığını belirterek dünyada her yıl yaklaşık 1.6 milyon dolayında insanın şiddet olayları sonucunda öldüğünü vurguluyor. (28, 29) Demek insanlık, her yıl Mersin kadar bir ili tüm nüfusuyla birlikte yitiriyor şiddet yüzünden.Bu dile getiriş bile şiddetin çocuktan gence, kadından yoksula genişleyen yelpazede, ama belki daha çok sınıfsal konumlanışa Bir yazgı mı bu? Değil elbette, ancak hangi zamanın kum saatini dolduruyoruz bu dar, karanlık çağda bilmiyorum… Bu türde örnekler, toplumsal olaylar halinde sürgit yaşanırken bunları kullanmalık dilin, iletişim zincirinin günde yaşanan alışverişi içinde sıradanlaştırdığımız öne sürülebilir. Daha da tehlikelisi, bütün bu olumsuzlukların, yaşamın oluntuları içinde değerlendirilip bir toplumsal kütleşmeye neden olması, kanser hücresi gibi yayılıp halklarda iyimserlik duygusunun zedelenerek yitmesine yol açması… Peki sanat, yazın ne yapıyor bunlar olup biterken? İki hafta önce bir kucak kitaptan söz etmiştim “Kitaplar Adası”nda… Osman Akalın’ın Yükseklerde (Arka Oda, 2006), Rahmi Turan’ın Dağların Sesi (Bilgi, 2007), Melih Yılmaz’ın Gece (Babıali Kitaplığı, 2008), Fatih Atila’nın Dargeçit (Öncü Kitap, 2008) adlı romanlarına Hüseyin Özlük’ün Gözlerimi İstiyorum Komutanım (Bilgi, 2008) başlıklı anılar demetini, Ferit Edgü’nün anlatısı Yaralı Zaman’ı (Can, 2007) ekleyerek… Yaşanabilecek yabancılaşmadan ötürü olup bitenlere roman dünyasından bakmanın, roman evrenine yayılan sanatsal gerçekliklerin olgusal yaşamdaki denkliklerini tartıp yakalamanın, roman kahramanlarından kalkarak yeni bakışlar kazanmanın sayılamayacak yararları olduğu yadsınabilir mi?… Bu olgu öteki sanat türlerinin verimleri için de geçerli kuşkusuz… Örneğin öyle romanlar, oyunlar, tablolar, şiirler, filmler, müzikler vb. var ki bunların düşürdüğü ışıkta bilincimiz şiddet olgusuna başka gözle yaklaşabiliyor… Demek ki dinlediğimiz şiirlerle masalların; okuduğumuz öykülerle romanların; seyrettiğimiz oyunlarla filmlerin nakışlayışı doğrultusunda yaklaşabilsek, olup bitenlere bir de bu açıdan bakabilsek ne iyi olacak! Ama gündelik yaşamın hayhuyunda sanatın, diyelim yazınla tiyatronun veya sinemanın bize kazandırabileceği ufuk genişliğinin gereken ağırlıkta ayırdında mıyız? SAYFA 20 bağlı olarak kendini gösterdiğini ortaya koyuyor. Nitekim Özcebeci’nin aktarımından öğrendiğimize göre, sözgelimi “ülkemizde lisede okuyan gençlerin %22’si son üç ay içinde fiziksel şiddet, %53’ü sözel şiddet, %36.3’ü duygusal şiddet ve %15.8’i cinsel şiddet ile karşılaştığını belirtmiştir. Gençler şiddet ile okulda, evde ve sokakta karşılaşmaktadır. Erkekler sokakta şiddetle kızlara göre daha fazla, kızlar ise evde şiddetle erkeklere göre daha fazla karşılaşmaktadır. ” (32) Vakfın yayımladığı Çalışma Ortamı’nın her sayısı, çocuğun emekçe, bedence, duyguca vb. nasıl ama nasıl bir şiddete uğradığını gözler önüne seriyor. Hem de sayfa, sayfa… Çocuklar, gençler, kadınlar, yaşlılar, yoksullar, emekçiler vb. şiddetin en çok etkilediği kesimler… Bunların arasına aydınları katmak da olası… Öyle ya yazarların, bilimcilerle düşüncecilerin susturulmak istenmesi, mahkemeye verilip yargılanması, cezalandırılması için çaba harcanması, yapıtlarının yasaklanıp toplatılması, susturulup öldürülmesi aydınların giderek yaygınlaşan ölçüde yaşadığı bir şiddet biçimi değil mi tüm dünyada? Şiddetin en başta yaşam kalitesini düşürdüğü, suyun, toprağın, havanın niteliğindeki bozulmaya benzer biçimde yaşanılan uzamın, buralarda sürdürülen yaşamın bozulduğu söylenebilir… Ama çocukların, gençlerin ardından gelin ilk sıraya kadınları alalım biz yine… ŞİDDETİ SEVGİYLE SÖNDÜRMEK... Şiddetin altında yatan nedenleri Özcebe, kişisel faktörler, yakın çevre ile olan ilişkiler, toplum ve sosyal yapıya ilişkin faktörler olarak sıralıyor. Öykücü Eray Karınca’nın, Ankara 8.Aile Mahkemesi Hâkimi olarak imza attığı, Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından yayımlanmış olan değerli bir çalışma var masamda: Kadına Yönelik Aile İçi Şiddete İlişkin Hukuksal Durum ve Uygulama Örnekleri (2008). Karınca, “Kadına yönelik şiddet, yapılan antropolojik çalışmalara göre Papua Yeni Gine’de bazı yerli toplulukları dışında dünyada neredeyse her toplumda görülmektedir” derken (Subaşı’dan,109) şiddetin sınıfsal yanını vurguluyor kuşkusuz. Çatalhöyük’te 1.400 yıl boyunca yaşam sürdüren 480’i aşkın kuşak bireyinin iskeletleri üzerinde yapılan araştırmalarda bir tek “darp” izine rastlanmayışının da altını çizmek gerekiyor bu arada. Demek ki insanoğlu sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçişiyle birlikte şiddeti kendi kültürü içine katmış oldu. Örneğin sınıflı toplumun temsilcilerinden biri olarak, “Roma hukukunda klasik dönem boyunca aile babası, suç işleyen aile bireylerini yargılama ve cezalandırma hakkına sahipti. Suçlu bulduğu bireyleri dövebilir, hapsedebilir hatta öldürebilirdi. Aile babalarının aile bireylerini satmak, kiralamak, ailede yeni doğmuş çocukları öldürmek hakları vardı”(Karadeniz’den,9) Günümüzde de şaşırtıcı durumlarla karşılaşılıyor. Bakıyoruz örneğin, insan kediye, köpeğe yakın duran bir cinsel yaşam sürdürüyor, yani cinselliği kültür içi kılabilmiş değil henüz, oysa şiddeti kültür içi kılmayı başarıyor bir biçimde. Mardin Bilge Köyü kıyımı, Münevver Karabulut cinayeti, Adana’daki Yüksel ailesi olayı bunu gösteriyor. Eray Karınca, aile içi şiddetin pek çok örneğini sergilerken, “şiddete uğrayanın şiddeti tam olarak kavrayamaması, akla uygun hale dönüştürerek olağan görmesi, şiddete tepki göstermenin şiddeti artıracağına ilişkin inancı ve utanması yanında, onu koruyacak toplamsal mekanizmaların yokluğu ya da yetersizliği, ailesinin sahip çıkmayışı, geleneksel algılayışlar, ekonomik kaygılar gibi nedenler de bunda etkilidir” (9)notunu düşüyor. Oysa Karınca’ya göre, “aile içi şiddetin (…) temelinde sanıldığı gibi kadının fiziksel olarak zayıflığı değil, ekonomik ve toplumsal anlamda güçsüzlüğü vardır. Aile içi şiddetin genellikle mağduru olan ve korunması gereken kadına yönelik şiddet, genel olarak toplumların erkek egemen yapısından kaynaklanmaktadır.” (11) Peki yakamızı nasıl kurtaracağız bu şiddet salgınından? TOPLUMCULUĞUN SEVGİCİL YÜZÜ... Sanatın yaklaşımını, bakışını içselleştirmek işte bu bağlamda büyük önem taşıyor… O zaman bunlara, yaşadığımız bu tuhaf zamana, sanatın gözlüğünü takarak bakabiliyoruz… Öyle ya, bizi kuşatan gerçekliğe nasıl yaklaşılması gerekiyor, şiddet olgusunun aşılmasında ne gibi çözüm önerileri geliştirilebilir gibisinden sorular, yepyeni bir alana çıkarabilir bizi… İlk saptama şu olmalı: Sanat, burada yazın, soyutlamayla da olsa gündelik yaşamı aktarırken alımlayıcı olarak bizi farklı kavramsal açılımlarla yüz yüze getirmeye çabalıyor. Andığım yazarlardan Osman Akalın Yükseklerde adlı romanında Güneydoğuyu, bir roman kalıbının olanakları içinde imgeler, lekelerle örüntülüyor denebilir. Gerçekten de yazar, ille bir şeyleri anlatmaya çalışmak gibisinden tutuma girişmiyor. Bu yönde ne kendini zorluyor ne de okuru. O, önyargısız biçimde, bir avuç insan aracılığıyla, yaşanan dram karşısında duyarlı bir bakış getirmeye çalışıyor yalnızca. Başarılı bir ilk roman da Melih Yılmaz’dan geliyor Gece ile. Alaycılığını, cin gibi fışkırttığı şakacı tutumla, âdeta bir kara güldürüyle örtüştüren Yılmaz’ın romanını okurken Sulhi Dölek’in Küçük Günahlar Sokağı’nı (2005) anımsadım. Ne güzel romandı o da. İşte Yılmaz da tıpkı Sulhi Dölek gibi bir dönemin (tarihin, dilimin vb.), bir coğrafyanın (sokağın, kentin vb.) tipolojik karakterini öne çıkarıyor denebilir. Fatih Atila, Dargeçit’te klasik polisiye örgüsünden, bunun anlatım, biçem özelliklerinden yararlanarak yapılandırıyor romanı. Bunun bizdeki örnekleri olarak Erhan Bener, Mehmet Eroğlu, Oya Baydar, Kaan Arslanoğlu, Ahmet Ümit alınabilir bana göre. Ne ki insan ister istemez düşünüyor; siyasal roman, polisiye örgüyü içselleştirmek zorunda mı ille? Şiddete, doğuda olup bitenlere yönelik kavramlaştırmaya varılabiliyor mu bu romanlarda? Yoksa anlatılanların etkisinde, konuların, olayların önde göründüğü, iyi kötü bir soyutlayım, eksiksiz bir dönüştürüm olmakla birlikte henüz kavramlaştırmaya ulaşılamadığı mı söylenmeli, bir doğrunun dile getiriliş biçimi olarak? Atila, Dargeçit’in “Doğuda Bir Çalıkuşu” başlıklı bölümüne Bekir Yıldız’dan alıntıladığı sözle başlıyor: “Doğunun insanı, sevdiği için ölür. Yaşamak için öldürür.”(91) Bu şiddeti ne zaman tersine çevireceğiz? Sevdiği için yaşamayı, yaşamak için sevmeyi ne zaman öğrenecek insanımız?? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1008
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear