05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

HUKUK POLİTİKASI Şengör’ün “Tayyip Bey’in Doğru Bir Sözü” İsimli Makalesi üzerine Prof. Dr. Talât Tevrüz, tevruztalat@gmail. com, tevruz@itu.edu.tr Hayrettin Ökçesiz okcesizhayrettin@gmail.com http://okcesizhayrettin.blogspot.com Facebook’ta bir arkadaşım Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun, “Meşru Müdafaanın Gerçekleşme Koşulları” konusunda bir kararını yayımladı (*). Aşağıdaki metni bu karardan aldım: S kendi kategorisindeki ülkelerin gerisinde kaldı. (*) bkz. gencbaro.org, Yargıtay Ceza Genel Kurulu, esas: 2012/11286, karar:2013/264 CBT 140419 / 14 Şubat 2014 ayın Prof. Dr. Şengör kestirmeden giderek yüksek öğretim sorununu halletmiş. Konunun önemi görüşüne katılmamak mümkün değil. Zira, üniversitelerin eğitim ve öğretim kalitesi direkt olarak ülkelerin hemen her alanda uluslararası başarısında “son derece önemli” role sahiptir. Fakat, Şengör görüşlerinin nasıl uygulanabileceği hususuna değinmemiş. İTÜ’de baraj sistemi ile okumuş, barajsız sistemde aynı üniversitede hocalık yapmış bir öğretim üyesi olarak kesinlikle söyleyebilirim ki; Şengör’ün, İTÜ’de eskiden uygulanan baraj sistemi fikrine kesinlikle katılıyorum. Bu sistem, mühendis kalitesini, dolayısıyla öğretim üyesi kalitesini artırdığı için, mezunlar ülkemizin kalkınmasında çok önemli roller üstlendi. Evet, Şengör’ün söylediği gibi gerçekten “üniversite işi ciddi bir iştir”. Bugün ülkemizdeki 170’den fazla üniversitenin çoğunun meslek yüksekokuluna dönüştürülmesi de doğrudur. Bu uluslararası üne sahip bilim adamlarımız veya uluslararası akreditasyonla ciddi bir çalışma ile tespit edilebilir. Bazı üniversitelerimiz akreditasyonu almış bulunmaktadırlar. Dershanelerden kurtulmak; evet, ama bunlar öğrenciye genelde bilgi değil test tekniğini vermekte. Doğu ve Güneydoğu’da birçok lisede öğretmen sıkıntısının olması, kalitesiz öğrenci ve üniversite sınavlarında eşitsizlik yaratıyor. Bu nasıl halledilecek? Bu noktada, Şengör’ün üniversitelere sınavsız girme ve bir sene sonunda konulacak sıkı bir baraj fikri doğrudur. Adaletli olmak adına, ancak bu şartla dershaneler kapatılabilir. Bana göre, bu liselerden gelen öğrenci kalitesi farkını dikkate alarak, barajın ikinci sene sonunda olması adaleti pekiştirecektir. Ancak, hem üniversite sayısını önemli ölçüde azaltmak, hem de tüm lise mezunlarına sınavsız üniversite kapılarını açmak özellikle fiziki olmak üzere, öğretim üyesi sayısı bakımından da imkân dahilinde görülmüyor. Bu bakımdan, “birkaç senelik” bir geçiş dönemi için planlama yapmak; bu süre içinde ıvırzıvır gereksiz birçok harcamaya bu arada mesela Suriyelilere para bulan devletin, “önemli bir kaynağı acilen akıtarak” “kesinlikle” liselerdeki eğitim kalitesini artırması gerekmektedir. Böylece adalet bir ölçüde sağlanmış olur. Liselerde öğretim kalitesinin artırılması, siyasi maksatlarla ikide bir öğrencilere yeni imtihan haklarının tanınmaması vs. öğrencileri çalışmaya sevk edecek ve bu da giderek üniversitelerdeki öğrenci kalitesini, dolayısıyla öğretim üyesi kalitesini artıracaktır1. Günümüzde öğrenciler, liselerden maalesef çalışmamaya alışmış olarak üniversiteye gelmektedirler. Şengör’ün “Yüksek eğitimde bugün en önemli sorun aşırı öğrenci sayısı ve bunların kalite sizliği ise, ikinci sorun da üniversite öğretmeni kalitesizliğidir. Türkiye‘deki profesör ve doçentlerin en az yüzde sekseninin elinden bu unvanlar gönül rahatlığı ile alınabilir (bu anayasaya nasıl uydurulabilir, hukukçuları ilgilendirir; ama günümüzdeki yükseköğretim durumu bunun mutlaka yapılmasını gerektiriyor). Bu kişilerin bir kısmı liselerde öğretmen olarak kullanılabilirler (geri kalanı onu bile yapamazlar.)” görüşündeki aşırı öğrenci sayısına katılıyorum. Öğretim üyeleri hakkındaki görüşü için kesin bir fikir beyan edemem. Zira, her halde kendisi Türkiye’deki 109 devlet, 69 vakıf üniversitesini dikkate alarak ve araştırma yaparak bunları söylüyordur. Ben, bunların pek çoğunun öğretim üyesi kalitesi hakkında Şengör kadar bilgi sahibi değilim. Fakat, gelişmiş köklü üniversitelerin öğretim üyesi kalitesi bakımından pek çok yükseköğretim kurumları ile önemli farklılıklar taşıdığına inanıyorum. “Türkiye‘deki profesör ve doçentlerin en az %80’inin elinden bu unvanlar gönül rahatlığı ile alınabilir” görüşüne gelince; konuştuğum hukukçular bunun “insan haklarına” aykırı olduğunu beyan etmekteler. Uygulama kabiliyeti yoktur. Gerçekten eğitimin adam edilmesi gerekiyor ve Şengör’ün söylediği gibi ”Türkiye‘nin geleceği buna bağlıdır.” Bunun için, öncelikle devletin konuya aşırı diyebileceğim hassasiyeti göstermesi ve “kesinlikle” gerekli harcamalardan kaçınmaması gerekir. Kaybedilen zaman dikkate alınırsa, bunlar gecikmeden, acilen gerçekleştirilmeli. Zira, sahip olunan bilim ve teknoloji bir sonraki gelişmeyi tetiklemekte ve ivme kazandırmaktadır. Olmazsa olmaz şart; “Fikri Hür, Vicdanı Hür, İrfanı Hür” öğrenciler yetiştirmektir. Biat rejimlerinde kesinlikle başarı sağlanamaz. İnsanlığın, başta mücadele olmak üzere binlerce yıllık tecrübesini bir “sosyal laboratuvar” kabul edersek, bu fikrin karşısına çıkmanın mümkün olmadığını görürüz. Dipnot: Ortaöğretim kalitesi hakkında aşağıdaki tespitler fikir vermektedir: 1. ÖSYM verilerine göre, 4 Nis 2013 Yükseköğretime Geçiş Sınavı’nda (YGS) ‘sıfır’ çeken öğrenci sayısı 8 bin civarındadır. Uzmanlar genel başarı ortalamasının 4 yılda yüzde 15,5 oranında düştüğü iddiasındadırlar. YGS’de adayların en başarısız olduğu test son 4 yıldır Fen Bilimleridir. Bu testin 40 sorudan ortalama 4’ü doğru yapılıyor. Matematik’te de başarısızlıkta düşüş devam ediyor. Adaylar bu testte de ortalama 40 sorudan 7’sini doğru yanıtlayabildi. Sosyal Bilimler’de ve Türkçe’de de benzer bir durum vardır. 2. Birleşmiş Milletler’e bağlı Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) gerçekleştirdiği (Orta öğretim 15 yaş) Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) 2012 eğitim araştırmasına göre, Türkiye 65 ülke arasında matematik, metin anlama, fen bilimleri kategorilerinde ortaöğretim kalitesinde 44. oldu. ilk üç sırayı Çin, Singapur ve Hong Kong paylaşırken son sırada Peru yer aldı. Türkiye Hırvatistan, Sırbistan, Yunanistan, Macaristan, İsrail ve Litvanya gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni “Meşru Savunma”nın Koşulları “Meşru savunmanın oluştuğunun kabul edilebilmesi için saldırıya ve savunmaya ilişkin şartların birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir. 1 Saldırıya ilişkin şartlar: a) Bir saldırı bulunmalıdır. Saldırının var olmasını geniş olarak anlamak, başlayacağı muhakkak olan ve başladığı takdirde savunmayı imkânsız kılacak veya güç hale getirecek bir saldırıyı başlamış, keza bitmiş olmasına rağmen tekrarından korkulan bir saldırıyı da henüz sona ermemiş saymak zorunludur. b) Bu saldırı haksız olmalıdır. c) Saldırı meşru savunma ile korunabilecek bir hakka yönelik olmalıdır. Bu hakkın, kişinin kendisine veya bir başkasına ait olması arasında fark yoktur. d) Saldırı ile savunma eşzamanlı bulunmalıdır. 2 Savunmaya ilişkin şartlar: a) Savunma zorunlu olmalıdır. Zorunluluk ile kastedilen husus, failin kendisine veya başkasına ait bir hakkı koruyabilmesi için savunmadan başka imkânının bulunmamasıdır. b) Savunma saldırana karşı olmalıdır. c) Saldırı ile savunma arasında oran bulunmalıdır. Savunmanın, meşru savunma şartlarının bulunduğu sırada başladığı, ancak orantılılık ilkesinin ihlal edilmesi nedeniyle meşru savunmanın gerçekleştiğinin kabul edilmediği durumlarda, ‘sınırın aşılması’ söz konusu olabilmektedir.” *** Yargıtay’ın hukuka, öğretiye ve kendi içtihadına göre saptadığı bu haklı savunma koşulları, beş haftadan beri burada yazmakta olduğum sivil itaatsizlik, hukuk devletinde direnme hakkı ve uygar direniş konularında ele aldığım meşruluk savlarının mutatis mutantis bir doğrulanmasını dile getirmektedir. Bu yazılarım “Cumhuriyet Hukuku”nun, “Hukuk Devleti Hukuku”nun koruduğu yüksek değerlerin çiğnenmesi karşısında yurttaşların verecekleri, vermeleri gereken tepkinin içeriği, yolları, yöntemleri ve araçlarının neler olabileceği, meşruluk koşulları, sınırları ve kapsamı üzerine birtakım özet açıklamalar ve düşünceler içermekteydi . (Bunları blogumda yeniden okuyabilirsiniz.) Hukuk devletinde direnme hakkının çerçevesi ve koşulları üzerine öğretide gördüğümüz görüş birliğinin Yargıtay’ın bu kararında dolaylı bir biçimde yansıdığını ya da hukuk düşüncesinin bu her iki kurum bakımından (direnme hakkı ve haklı savunma kurumlarında) bir koşutluk sergilediğini söyleyebiliriz. Hatta, Yargıtay’ın bu formülünü direnme hakkı’nın ve türevlerinin çağdaş çerçevesi olarak almalıyız. Bu tür eylemler karşısında Türk yargısının ve yargıçlarının bu “Ceza Genel Kurulu” Kararı ile argumentum a fortueri öncelikle bağlı olacaklarını da söylemeliyiz. Yani görülmekte olan “Gezi Davaları”nda bu içtihadın bağlayıcı olduğunu düşünüyorum. Yukarıda Yargıtay “saldırının var olmasını geniş olarak anlamak” gerektiğini söylerken, Cumhuriyet ve Hukuk Devleti Değerlerine saldırının da bu kapsamda anlaşılmasının mantıksal bir zorunluluk olacağı sonucuna da götürmektedir. Olayları yargıçların ve yurttaşların önce birer yurttaş ve herkesin de birer yargıçmış gibi kavradıkları ortak bir noktada bu üstün değerlerin korunmasında yeterince titiz ve kaygılı davranacaklarını kestirebiliriz. Yargıçların doğru hukuk ve doğru hüküm kaygısıyla, yurttaşların ödev kaygısının örtüştüğü yerde bir ülke çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmış demektir. Burada elbette “Yargıç” ve “Yurttaş” kavramlarının içerikleri temel insan hakları ve özgürlükleri hukukuyla aydınlanmış olmalıdır.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear