23 Haziran 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

POLİTİK BİLİM Aykut Göker http:/www.ınovasyon.org;[email protected] Kesintili eğitim mi? Rıfat Okçabol Bilim, teknoloji ya da sanayinin bir kültür meselesi olduğu malum... Ama burada sözü edilen hangi kültürdür... Teknolojideki Açığımız Kültür Açığımızdır... İmalatta yetkinleşmemize rağmen, yeni ürün, yeni üretim yöntemi geliştirmede (yenilikçilikte) aynı beceriyi kazanamadığımız biliniyor. Teknoloji geliştirme becerimiz de yok. Bilimdeki becerimiz konusunda da benzer şeyler söylenebilir. Bunları söylerken, aslında, bir kültür eksiğimizden, kazanamadığımız bir kültürden söz etmiş oluyoruz. ‘Kültür’ kavramını, toplumların herhangi bir alandaki öğrenme ve öğrendiklerini gelecek kuşaklara aktarabilme kapasitelerine dayanan bilgi ve deneyim birikimlerini ifade etmek için kullanıyorum. Bilim, teknoloji, sınai üretim ve diğer üretim alanlarında, bilgi ve deneyim birikimi açısından, bizim büyük eksiğimiz var. Söz konusu alanlarda, insanlığın bugünkü bilgi ve deneyim birikimi, tarihi boyunca sürekli olarak değişegelen bir birikimin ürünügelişme’ yönünde olmasıdür. Ama bu değişimin belirleyici özelliği ‘g dır. Önemli olan da bu değişim ve sonuçta ortaya çıkan gelişmedir. Her kuşak edindiği birikimi geliştirerek kendisinden sonraki kuşağa devreder. Burada, kuşaktan kuşağa devredilen, bir kültür mirasıdır, aslında. Ama, anılan alanlar söz konusu olduğunda, kuşaktan kuşağa asıl devredilen kültür mirası, durağan bir bilgi ve deneyim birikiminin ötesinde, bu birikimi geliştirme yeteneğidir; bunun kültürüdür. Geliştirme yeteneğini doğuran ve bu yeteneğin kuşaklar boyu sürekliliğini sağlayansa, insanoğlunun yaşama tutunabilme, ama daha sağlam tutunabilme, kendisine daha iyi bir çevre, daha iyi bir yaşam ortamı yaratabilme, işini daha kolay, daha iyi yapabilme ve daha iyi bir getiri elde edebilme; kısacası, ‘daha iyiye erişme’ arayışıdır. Bellidir ki bu iyileştirme arayışı, daha iyisi aranan her neyse onu geliştirmekle sonuçlanır. O nedenle, dıştan bakan bir göz için, o arayış bir geliştirme arayışıdır. İşte bu arayışların toplumlarda yaygınlık ve kuşaklar boyu süreklilik kazanmasıyladır ki, o toplumları yenilikçi, yaratıcı yapan yönelimler, niteliksel kazanımlar ortaya çıkar; o toplumların ayırt edici özelliği haline gelir ve devralınan birikim geliştirilir. Bu nasıl bir arayıştır ki, toplumda yaygınlaşabiliyor ve kuşaklar boyu süreklilik kazanabiliyor? Bunu sağlayan, aranan ‘daha iyi’ye erişilebilmesiyle ilgili örnekler giderek çoğaldıkça insanda yerleşen, her şeyin daha iyisinin yapılabileceğine, istenirse bunun mümkün olacağına ilişkin güven duygusu, değer yargıları ve düşünce sistemleridir; bunların toplumun bütününe mal olmasıyla oluşan toplumsal kültürdür. Bilim, teknoloji, sınaı üretim ve diğer üretim alanları bağlamında devredilen, devralınan asıl kültür, işte bu kültürdür. Maryland Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Profesör Robert Friedel bu kültüre ‘iyileştirme (improvement) kültürü’ demektedir (A Culture of Improvement: Technology and the Western Millennium, MIT, 2007. [*]) Friedel’a göre bu kültür, “İşlerin daha iyi yapılabileceği, yolundaki inanç ve değer yargılarının toplumun bütün katmanlarına nüfuz ederek tamamına egemen olmasıdır. ...Bu kültür, ister tarlayı sürerken isterse ev ya da tapınak inşa ederken olsun; ister makineleri tasarlarken ve kullanırken isterse savaşırken ya da çocuklarını büyütürken olsun; velhasıl hayata biçim veren, hayatı dokuyan hangi iş olursa olsun, kadın ve erkeklerin hayattaki bu görevlerini yerine getirme tarzlarında ortaya çıkan bir davranışlar ve anlayışlar dizisidir.” İyileştirme arayışı, yukarıda değinildiği gibi, dıştan bakan bir göz için, bir geliştirmeyle sonuçlanır. Onun içindir ki, gözlemcimiz, iyileştirme arayışına dayanan kültürü, en başta da geliştirme kültürü olarak tanımlayabilirdi. Gerçekte de, söz konusu iyileştirme kültürü, tarihsel gelişim sürecinde, bugün anladığımız anlamdaki geliştirme kültürüne dönüşmüştür. Gelecek hafta, biraz da bu tarihsel süreçten söz edeceğim. [*] Bu kitabı armağan ederek, bana, teknoloji konusundaki bakış açımı irdeleme imkânını kazandıran Prof. Dr. Haluk Tosun’a (Doğu Akdeniz Üniversitesi) teşekkür borçluyum. 15 yıl kadar önce 15. Milli Eğitim Şurası’nda benimsenmiş, mecliste yasalaşmış ve toplumda kabul görmüş 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim, meclise sunulan bir taslakla süresi uzatılırken 4+4+4 olarak kesilmek isteniyor. Bu taslak, eğitim ve zorunlu eğitim anlayışıyla bağdaşmadığı ve de “Haydi çocuklar camiye” diyenlerin, “dindar ve kindar gençlik” isteyenlerin, kızların türbana girmesini savunanların, bunu sağlamak için din dersiyle imam hatiplerin önünü açma hedefi nedeniyle kabul görmüyor. Eğitim, kişinin yaşamsal konularla ilgili olarak bilgilenmesine yönelik “bilişsel”, hareket ve el, kol becerilerini kazanmasına yönelik “devinimsel” ve güzel duyular edinmesine yönelik “duyuşsal” hedefleri olan etkinliklerden oluşuyor. Eğitim süresi uzadıkça, kişinin özgürleşmesi, insancıllaşıp toplumsallaşarak evrenselleşmesi, yeteneklerini, çevresini ve doğayı sağlıklı bir biçimde tanıyıp kendisine uygun bir mesleği seçme olasılığı da artıyor. Devlet, yurttaşlarından beklediği bilişsel, devinimsel ve duyuşsal niteliklere göre zorunlu eğitim süresini belirliyor. Bunun karşılığında da, tüm yurttaşlarına adil eğitim olanakları sunma yükümlülüğünü üstleniyor. Zorunlu eğitim 12 yıl olduğunda, çocukların bu süreci tamamlamadan, ister 4’ten, isterse 8’den sonra açıköğretime/ çıraklık eğitimine geçmelerine yol açılması, zorunluluk anlayışına ters düştüğü gibi aşağıda özetlenen sakıncaları da içeriyor. 1. Araştırmalar, açıköğretimde / meslek eğitiminde okuyanların bilişsel ve duyuşsal gelişimlerinin genel eğitimde okuyanların gerisinde olduğunu gösteriyor. Kesintili eğitim, farklı kanallarda okuyan öğrencilerin zorunlu eğitim süreci sonunda birbirinden farklı edinimler kazanması anlamına geldiğinden, zorunluluk kavramıyla bağdaşmıyor. 2. Geçmiş uygulamalardan, 5’inci sınıftan sonra yapılan seçimlerin genelde ailenin isteği doğrultusunda gerçekleştiği biliniyor. Şu anda 8’inci sınıftan sonra yapılan seçimlerin bir bölümünün de ailenin isteğine göre olduğu, meslek liselerine gidenlerin önemli bir kısmının okuduğu mesleği sevmediği ve yükseköğretimde başka alana kaymak istediği de bilindiğinden kesintili eğitim, çocuğun isteklerinin ve yeteneklerinin göz ardı edilmesi anlamına geliyor. 3. Zorunlu eğitim sürecinden kopup açıköğretime/çıraklık eğitimine gidilmesi, çocukların, doktor, ressam, hukukçu, mühendis ve benzeri mesleklere girebilme fırsatlarından yoksun bırakılıp bile bile mağdur edilmesi anlamına geliyor. 4. Kesintili eğitimde, genelde kızların okumasını istemeyen, çocuklarını ilköğretime göndermeyen/gönderemeyen, ilköğretimi bitirmeden okuldan alan/almak zorunda kalan ve ilköğretim sonunda da ortaöğretime göndermeyen/ gönderemeyen aile çocuklarının mağdur olacağı da biliniyor. Araştırmalar bu ailelerin çoğunlukla sosyoekonomik durumları sınırlı, yoksul ve dar gelirli, anadilleri farklı ve kırsal yörelerde yaşayan aileler olduğunu gösteriyor. 5. Açıköğretim, zorunlu örgün eğitim çağındaki çocuklar için üretilmiş bir uygulama değil, zorunlu öğrenim çağını aşmış yetişkinlere yönelik bir uygulamadır; zorunlu eğitimin bir alternatifi değildir. 6. Sanayi toplumuna geçiş sürecinde önce eğitimin zorunlu olması ve daha sonra da ara eleman gereksinimini karşılamak için mesleki eğitim gündeme gelmiştir. İçinde bulunduğumuz bilgi toplumunda ise, ara eleman yerine, bilgi üreten ve kullanan kişilerle birlikte çalışma becerisi gösteren kişilere gereksinim duyulmaktadır. Öte yandan araştırmalar, genel öğretim süresi uzadıkça kişilerin yeni bir şeyleri daha çabuk ve etkin bir biçimde öğrendiklerini göstermektedir. Bu nedenle, 12’si dışında gelişmiş ülkelerde, uzun süreli genel eğitimle bilişsel, devinimsel ve duyuşsal gelişimlerini tamamlamış çocukların mesleki eğitime geçmesi düşüncesi giderek yaygınlaşmakta ve uygulanmaktadır. Çocuğun erken yaşta mesleki eğitime kaydırılması, gerekeli devinimsel becerileri edinmeden ayrılacağı için sakıncalı olduğu gibi, onun bilgi üreten ve bilgiyi kullanan nitelikte bir eleman olmasını da engelleyecektir. 7. Din dersi ve Kuran dersi gibi dersler, öğrencilerin tartışıp eleştirebileceği ve deneyip karşı çıkabileceği süreçleri içermediğinden bir öğreti/koşullandırma olup eğitim kavramıyla bağdaşmıyor. Ayrıca böylesi dersler, Müslüman olmayanları da dışlıyor. Her inanç için seçmeli ders açılması, öğrencinin sayısal dağılımı açısından işlevsel olmadığı gibi okulları ibadethaneye dönüştürecek bir uygulama oluyor. Oysa inançlara eşit mesafede durması gereken devletin yükümlülüğü, bir inancı topluma dayatmak değil, dinini öğrenmek isteyen her yurttaşına, zorunlu örgün eğitim dışında yaygın eğitimde gerekli olanakları sunmaktır. 8. Toplumsal yaşamda, barış ve huzur içinde yaşamak, laik, demokratik ve insan hakları gibi çağdaş değerlere sahip olmak, kişilerin özellikle bilişse ve duyuşsal gelişimleriyle paralellik gösteriyor. Devletin yurttaşlarının önemli bir bölümünü bu denli mağdur etmesi, onlardan bu fırsatları esirgemesi, eğitsel ve demokratik bir durum olmadığı gibi, adil de değildir, insan haklarına da aykırıdır. Laik, demokratik ve sosyal hukuk devletinde, böylesine bir uygulamayı istemeye kimsenin hakkı yoktur. Prof.Dr. Kanpolat, Avrupa Bilim ve Sanatlar Akademisi’ne üye seçildi Türkiye Bilimler Akademisi Başkanı Prof. Dr. Yücel Kanpolat, Avrupa Bilimler ve Sanatlar Akademisi’ne (European Academy of Sciences and Arts) Kategori II – Tıp dalında Aktif Üye (Active Member of Class II – Medicine) seçildi. Avrupa Bilimler Akademisi Başkanı Prof. Dr. Dr. h.c. Felix Unger tarafından davet edilen Prof. Kanpolat’a üyelik beratı, 3 Mart 2012’de Salzburg/Avusturya’da yapılan Avrupa Bilimler ve Sanatlar Akademisi 2012 Yılı Genel Oturumu sırasında verildi. CBT 1304/8 16 Mart 2012
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear