26 Haziran 2024 Çarşamba Türkçe Subscribe Login

Catalog

ZÜMRÜTTEN AKİSLER A. M. Celal Şengör şı direnç kazanmış. Sonuç, genetik karşılaştırmalarla bu ishal mikrobunun kökenini ve dağılım yollarını araştıran uluslararası bir araştırma ekibine ait. Bugüne kadarki tahminlerin aksine Clostridium mikrobunun dirençli biçimi tek değil, Pittsburgh ve daha kuzeyde bir olasılıkla Kanada’da peş peşe oluşan iki köke uzanıyor (Nature Genetics). Gen motifinden ayrıca iki dirençli kökün nasıl sorunsuz ve hızlı bir şekilde Atlantik’ten Avrupa’ya yayıldığı da anlaşılmakta. Bu bakterinin bu kadar hızlı yayılmış olması, dünya genelindeki sağlık sistemlerinin birbirleriyle sıkı sıkıya bağlantılı olduklarını gösteriyor, diyor Wellcome Trust Sanger Enstitüsü’nden Miao He. Özellikle de uluslararası uçuş trafiği bu tür dirençli mikropların yayılmasını kolaylaştırıyor. İki Clostridium kökünden biri olan FQR1 bu şekilde ABD’den doğrudan doğruya Güney Kore ve İsviçre’ye taşınmış. İkinci kök FQR2 ise dört kez birbirinden bağımsız olarak Avrupa’ya daha sonra ise bir kişi tarafından Avustralya’ya götürülmüş. Birçok insanın bağırsağında bulunan Clostridium difficile sağlıklı insanlar için zararsız. Fakat normal bağırsak florasının dengesi bir enfeksiyon ya da antibiyotik tedavisi yüzünden bozulduğunda mikrop aşırı derecede çoğalarak çok ağır hatta zaman zaman yaşamı tehdit eden ishale neden olabiliyor. Clostridium difficile son on yılda antibiyotiğe bağlı ishallerin başlıca sebebi haline geldi. enerji zengini bileşimlerin yakılmasıyla kas ve organlar için enerji üretmek için mutlaka gerekli. Az oksijene rağmen aynı enerjiyi üretebilme stratejisi, daha fazla karbonhidrat yakmaya dayanıyor diyor bilim insanları. Çünkü karbonhidratın yanması sırasında her oksijen molekülü başına, yağın yakılması sırasında olduğundan %15 daha fazla enerji açığa çıkıyor. Aslında yüksek dağlarda yaşayan hayvanların bu yüzden normalden daha fazla karbonhidrat yaktıkları 30 yıldır tahmin ediliyordu. Peru’daki dört farklı Phyllotis fare türü incelenmiş. Bunlardan ikisi 40004500m yükseklikte, diğer ikisiyse deniz seviyesinden 100300m yükseklikteki yaşıyor. Ancak metabolizmanın yüksek rakıma uyum sağlamış olmasının olumsuz bir tarafı var. Yüksek bölgelerde yaşayan fareler normal oksijenli bölgede yapılan dayanıklılık testinde diğerlerine göre iki misli fazla yorulmuş. Bu durum daha fazla karbonhidrat yakmaları nedeniyle bedendeki nişasta rezervinin daha hızlı azalmasıyla ilgili olabilir. 9 19 Aralık tarihleri arasında Viyana ve Graz şehirlerini ziyaret ettim. Viyana’da bilimsel bir toplantıda bir tebliğ verdim, Graz’da da Graz Üniversitesi Jeoloji Enstitüsünde bir konferans. CBT 1344/7 21 Aralık 2012 Sadece kan değil, enerji metabolizması da yüksek rakımdaki yaşama uyum sağlıyor. And Dağları’nın yüksek bölgelerinde yaşayan fareler, yağdan çok karbonhidrat yakıyor. Metabolizmanın bu şekilde işlemesi, az oksijenli ortamda bile bol enerji açığa çıkmasını sağlıyor ve fareler bu şekilde yüksek dağlardaki düşük hava basıncında bile hayatta kalabiliyor. Uluslararası bir ekipçe gerçekleştirilen araştırma, hayvanların “alternatif yakıt kullanımına” geçerek metabolizmalarını yüksek rakıma uyumlu hale getirdiklerini göstermesi açısından önemli (Current Biology). Yüksek dağlarda yaşayan diğer hayvanların hatta belki insanların da bu şekilde uyum sağlamış olmaları mümkün. Bu, az oksijenle idare edebilmek için doğanın bulduğu bir çözüm olsa gerek, diyor araştırmayı yöneten Grant McClelland (McMaster Üniversitesi). 4000m yükseklikte, her solukta (deniz seviyesine kıyasla) yaklaşık %40 daha oksijen bulunur. Oysa bu soluma gazı, yağ ve karbonhidrat gibi Metabolizma yüksek rakımda farklı çalışıyor Yalan söylediği zaman burnu uzayan Pinokyo’nun öyküsü aslında tamamen masal sayılmaz. Doğruyu söylemeyen insanın yüzünde gerçekten de bir şeyler değişiyor. Granada Üniversitesi bilim insanları, çeşitli duygular ve beden sıcaklığı arasındaki ilişkiyi incelemek için termal kameradan yararlanmış. Katılımcı, yalan söylediği zaman burnunun etrafı ve göz kenarlarının iç kısımları ısınmış. Tahminlere göre bu beyin bölgesi, sübjektif olarak “doğru” olarak nitelendirdiğimiz duygular sırasında, daha çok etkinleşiyor. İnsula ne kadar etkinleşirse, yani katılımcılar ne kadar doğru konuşurlarsa burnun sıcaklığı o denli az değişmiş. Daha önceki araştırmalardan da yalan söyleyen insanların genelde burunlarını tuttukları biliniyordu. Örneğin Illinois Üniversitesi araştırmacıları Bill Clinton’ın Lewinsky olayında ifade verirken, 26 kez burnunu tuttuğunu ve bunu yalan söylediği zaman yaptığını saptamışlar. Yalan söylerken beden, burun mukozasını “kabartan” hormonlar üretiyor diyor psikiyatrlar Alan Hirsch ve Charles Wolf. Buna bağlı olarak da burun hafifçe kaşınır ve yalan söyleyenler bu nedenle sık sık ellerini burunlarına götürürler. İspanyollar termal kameralar sayesinde, katılımcıların çok zor zihinsel problemler çözdükleri sırada yüzün soğuduğunu da fark etmiş. Bir panik atak sırasında ise yüz ısınıyor. Cinsel uyarım esnasında ise hem erkeklerde hem de kadınlarda göğüs ve jenital bölge ısınıyor. Psikologlar öte yandan çeşitli dansların beden sıcaklığı üzerindeki etkisini de incelemişler. Mesela Flamenko sırasında kalçalar soğurken, koltuk altları ısınıyor. Müzik ve hareketler sırasında dansçının yaşadığı duygular ve ruhsal durum önem taşıyor. Nilgün Özbaşaran Dede [email protected] Yalan söyleyen insanın burnu ısınıyor Daha Avusturya’ya uçmadan uzun yıllardır kaldığım otelimi arayarak mutadım olduğu üzere Viyana’da kalacağım süre içinde hem Devlet hem de Halk Operalarında hangi operaların oynandığını sordum. Otello’nun 13 Aralık akşamı temsil edileceğini duyunca otuz küsur yıldır görmediğim bu eseri tekrar seyretmeğe karar verdim ve bilet ısmarladım. Otello beğendiğim bir eser değildir. Shakespeare’in Othello isimli trajedisinden alınan operanın konusu yavan, müziği (bence) sıradandır. Halbuki bu opera Verdi’nin yaşlılık döneminde bestelediği en olgun şaheserlerinden addedilir. Filhakika 5 Şubat 1887’de La Scala’da yapılmış olan ilk gösteriminde büyük heyecan yaratmıştı. Ne yazık ki benim zevkim o gece La Scala’ya gidenlerinkiyle uyuşmuyor. Bir Nabucco’yu, bir Rigoletto’yu, bir La Traviata’yı, bir Il Trovatore’yi, bir Aida’yı besteleyen bir beyin nasıl dönüp de Othello’nunki gibi bir müzik yaratır, anlamaktan acizim. Bu gidişimde niçin Othello’yu otuz senedir görmediğimi bir defa daha, iyice anladım. Zevkimde son otuz yıldır olan bazı değişikliklere rağmen, bu operayı gene sevemedim. Ama bu sefer bu opera bana başka şeyler düşündürdü: Ya Allah muhafaza Sayın Başbakanımız veya Sayın AKP milletvekili Oktay Saral Bey bu operayı görürlerse? Korkarım Othello televizyon dizisi «Muhteşem Yüzyıl»ın âkıbetine uğrayıverir. Hani bu beni etkilemez, zira, dediğim gibi, Othello sevdiğim bir opera değil; ömrümün sonuna kadar bir daha görmesem aramam. Ama ya onu seven Türk opera seyircileri veya «Othello’yu gördüm, muhteşemdi» diyerek gösteriş yapmak isteyen sonradan görmeler? Onlar buna nasıl katlanırlar? Opera Türklere karşı Kıbrıs’ta Venediklilerin kazandığı bir zaferle açılıyor. Othello’nun yazıldığı tarihe bir bakarsanız (Shakespeare de konusunu kendisinden önce 1565’de büyük Boccaccio’nun öğrencilerinden Cinthio (gerçek adı: Giovanni Battista Giraldi: 1504 –1573) tarafından yazılmış «Un Capitano Moro» adlı bir hikâyeden almıştı),... eyvah! Büyük padişahımız Kanuni Efendimizin saltanatına rast geliyor. Üstelik bu savaşı kazanan Venedik Cumhuriyeti emrinde çalışan Kuzey Afrikalı bir Müslüman (o zaman Kuzey Afrika, parlak bir zafer veya zaferler silsilesiyle değil de, Barbaros kardeşlerin bir hediyesi olarak bize geçmemiş miydi?). Sultan Süleyman’ın donanmasını yenen Othello adlı zat (böyle bir savaşı ve böyle bir komutanı tarih kaydetmiyor) operanın kahramanı bile değil. Üstelik operadaki zayıf karakter: Hırslarına, kıskançlıklarına yenik düşen, bir yalan uğruna eşini öldüren ve sonunda intihar eden bir zavallı. Bakın bir Müslümanı Shakespeare nasıl bir role sokmuş. Kazançlı çıkan, ondan intikam almak için yanıp tutuşan Hıristiyan yaveri Iago. Ben beğensem de beğenmesem de dünya opera repertuarının klâsiklerinden addedilen Othello’nun bugünlerde bizde sahnelendiğini bir düşünün! Ertesi gün (eğer haberi olup içeriği konusunda birisi tarafından ikaz edilirse) Başbakanımız muhakkak esip gürleyecektir gene: Tarihi oyuna evet diyecektir, ama gerçeği çarpıtanlara, milletimizin yüce değerleriyle (!) alay edenlere asla! Arkasından hiç kuşkusuz Oktay Saral Bey gene hemen kaleme kâğıda sarılıp, Sayın Başbakanının kasdettiği türden operaların behemahal Türkiye Cumhuriyeti repertuvarlarından silinmesini emreden bir kanun teklifi hazırlayacaktır. Belki bu da yetmeyecektir. Tüm dost devletlerimize birer nota çekilerek Othello ve benzeri Osmanlı düşmanı sahne eserlerinin, roman ve şiirlerin yasaklanması istenecektir. Bu düşüncelerle gülümseyerek Opera’dan Hotel Sacher’a yürüyüp her zamanki gibi pastamı ısmarladım. Bir de ne göreyim! Karşıdaki masada oturan uzun saçlı genç bir adam Christopher Marlowe’un Penguin’den çıkan piyeslerini okumuyor mu? Ya «Tamburlaine the Great»i (Büyük Timurlenk) okuyorsa? Aman bizde birisi bu meşhur piyesi oynamaya sakın ha kalkmasın! Alimallah, Sheakespeare, Marlowe derken bütün İngiliz yazarlarını yasaklayıverir Sayın Başbakanımız. O zaman öğrenir Avrupalı Osmanlı hakkında gerçek olsun olmasın kötü bir cümle bile yazmanın pahasını! Bu yazdıklarımı Viyana’da gece gördüğüm bir kâbus sanmayın sakın. Tüm anlattıklarım gerçekten oldu. Yalnız benim vehmlerim, Türkiye’de olacakların habercileri olarak kafama yerleşip kaldılar. Othello’yu Yasaklamak İçin Kanun Teklifi Verildi mi?
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear