05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

İçme suyunun hastalıklarla ilişkisi nasıl araştırılır? Dr. Deniz Akgün, Halk Sağlığı Uzmanı, Halk Sağlığı Uzmanları Der. (HASUDER) Yönetim Kurulu Üyesi, denizakgun74@yahoo.com çme suyu ile bulaşan hastalıkları genel olarak mikrobik etkenlere bağlı hastalıklar ve kimyasal etkenlere bağlı hastalıklar olarak 2 grup içinde inceleyebiliriz. Özellikle ılıman ve sıcak iklimlerde insan ve hayvan atıkları ile kirlenen sularda çeşitli mikroplar hastalıklara neden olabilir. Aynı su şebekesinden çok kişinin yararlanması ve mikropları alması durumunda ise, patlama tarzında salgınların ortaya çıkması söz konusu olabilmekte. Tifo, Kolera, Hepatit A su ile bulaşabilen bu türden hastalıklardan. Bu hastalıklardan korunma yöntemi ise temiz su sağlanmasıdır. İçme suyu Kolera ilişkisi: Epidemiyoloji biliminin kurucusu olan John Snow, Londra’da 184849 ve 185354 yıllarında koleradan ölen her kişinin evini tek tek belirledi ve kolera hastalığı ile içme suyunun sağlandığı kaynak arasındaki ilişkiyi bilimsel yöntemler kullanılarak araştırdı. Bunun için içme suyunu değişik su kaynaklarından elde eden bölgelerdeki kolera ölümlerinin karşılaştırmalı istatistiksel analizini yaptı; Snow, koleranın kontamine olmuş sularla bulaştığını, Kolera Vibrio’nunun tanımlamasından yaklaşık 30 yıl önce keşfetmişti. Bebek ölümlerinin düşündürdüğü Ankara’da hizmetyoğun işlevi ile öne çıkmış bir eğitim hastanesinde yaşanan “bebek ölümleri” hem kuruma hem de kurumda emek harcayan sağlık personeline yönelik saldırı gerekçesine dönüştürüldü. Oysa, bu üzücü durum bir şeylerin tartışılmasına ve düzeltilmesine olanak sağlayacak bir fırsata dönüştürülebilirdi. Ceyhun Balcı Çevre illerden başvuru da alan ve Ankara’daki tüm doğumların yarıya yakınının gerçekleştiği bir hastanede ortaya çıkan olumsuzluk nedensellik bağlamında irdelense çok daha iyi olmaz mıydı? Düşük doğum ağırlıklı ve henüz yaşamaya hazır olmayan bebeklerin dünyaya gelmesi titiz bakım ve özel koşulları da gerektiren önemli bir sağlık sorunu. Özel koşullar, titiz bakım ve yakın izlem bebek kayıplarının tümü ile önlenmesine yetmese de “sağkalım” oranlarının arttırılması için olmazsa olmaz gerekliliklerdir. Bunun için bilgili ve deneyimli hekimlerin yanı sıra, teknolojik donanım ve bu işin önemli bir öznesi olan yardımcı sağlık personeli şarttır. Bu üç öğeden birinde ya da birkaçında ortaya çıkabilecek eksiklik bu alandaki zincirin tümü ile kopması ve kötü sonuçların kaçınılmaz olması demek. Oysa, konuya ilişkin saldırıya dönüşen tarışmalarda yukarıda anılan üçlemeye ilişkin söylemler yok denecek kadar az. Buna karşılık, başka benzer olaylarda olduğu gibi içi boş, amaçsız ve sırf sorumlu yaratmayı amaçlayan halk dalkavcılığına yönelik tutum öne çıkıyor. Yaşanmakta olan bir olumsuzluktan ders alınabilmesi ve bir daha yaşanmaması için gerekli deneyimin edinilmesi ancak eksikliklerin görülmesi ve giderilme yollarının araştırılması ile olasıdır. Türkiye’de iddialı sözlerle yaşama geçirilen kimi sağlık uygulamalarının başta ilaç tüketimi olmak üzere, görüntüleme yöntemleri, tıbbi ve cerrahi girişim niceliklerinde yol açmış olduğu artış doğal olarak parasal harcamalara da yansıyor. Her ne kadar kimileri bu artışları önemsemese de fatura kabarmakta ve bu alanın finansındaki kara delik büyümekte. Teknolojik donanım ve hekim düzeyindeki bilgi ve deneyim yeterliliğine karşılık özellikle yenidoğan alanında titiz bakım ve yakın izlem için yardımcı sağlık personelinin eksikliği diğer iki öğedeki yeterliliğin de sonuca yansımamasında önemli bir etken. Bu noktada asıl tartışılması gereken de bu kadar önemli bir gerekliliğin nasıl gözardı edilebildiğidir! Başka birçok alanda olduğu gibi sağlıkta da bu alana ayrılan payın niceliği kadar ayrılan payın kullanımında izlenen yol, yapılan tercihler ve toplumcu sağlık anlayışındaki ödünsüzlük önemli öğelerdir. Yine bilindiği gibi, sağlık hizmetinin niteliği ve istenmeyen sonuçların en azda tutulabilmesi için şimdilerde gözardı edilen ve küçümsenir olan “insan kaynağı” vazgeçilmez etkenlerden biridir. Ankara’daki bebek ölümleri gerekçe edilerek sergilenen ve tartışmadan çok saldırganlık içeren yaklaşımlar sağlıklı sonuçlara erişilmesine olanak vermediği gibi bu alanda irdelenmesi gereken asıl noktaları da gözden kaçırmamıza yol açıyor. Son haftalarda öne çıkartılan bebek ölümleri gerekçesiyle ortaya konan kimi kısır çatışmalar gelecekte de yaşanır. Düşük doğum ağırlıklı bebek ölümleri sorununu bir yana bırakarak bir başka istatistiği anımsayalım (*). 2005 yılı sayıları ile Türkiye’de bebek ölüm oranı binde 29. Bu oran gelişmiş ülkelerde 10’un altında. Oysa, bu noktada bizde yine 2005 yılı sayılarıyla kişi başına yapılan sağlık harcaması miktarı 557 USD/yıl’a karşılık olarak, bebek ölüm oranı binde 29 ve ortalama yaşam süresi 71.4 yıl iken, kişi başına sağlık harcaması 229 USD/yıl olan Küba’daki aynı oranlar sırasıyla binde 7 ve 77.7 yıldır. İstatistiklerin de doğruladığı gibi ayrılan ve harcanan paraya akıl katılmadığı sürece soruna çözüm üretilmesinden uzak kalınmakta. Güncel konu “bebek ölümleri” de nedensellik bağlamında irdelenmeli ve ele alınmalı. (*)“Sağlık Harcamaları Neden Daha Yüksektir?”, Recep AKDUR, Bilim ve Ütopya Dergisi, Ağustos 2008. İ bilmekte. Bunun için ise John Snow'un 19 yüzyılda geliştirdiği epidemiyoloji yöntemleri kullanmak gerek. BAKANLIK ARTIK İSTEMİYOR Sularla ilgili hastalıkların nasıl araştırılabileceği konusunda bir örnek verelim: Ülkemizdeki sağlık ocaklarında 2005 yılına gelinceye kadar Ev Halkı Tespit Fişi (ETF) adı verilen bir form bulunmaktaydı. Bu form sağlık ocağı personeli tarafından kendi bölgelerinde ev ziyaretleri aracılığı ile belirli mesken bilgilerinin toplanması amacıyla kullanılmaktaydı. Kayıt altına alınan mesken bilgileri arasında kişilerin kullandıkları su türü de (şebeke, çeşme, kuyu, kaynak, damacana vs.) bulunmaktaydı. Bu form halen var, ama aile hekimliği uygulamasına geçilen yerlerde sağlık ocaklarının yerine kurulan aile sağlığı merkezlerinin ETF formlarını doldurmaları artık Sağlık Bakanlığı tarafından istenmiyor. Eğer ülkemizde bu form düzenli bir şekilde doldurulsaydı, kişilerin hangi tür içme suyu kullandıkları bilgisinin yer aldığı verilerin düzenli olarak elde edilmesi de olanaklı olabilecekti. Bu durumda örneğin bir bölgede sindirim sistemi kanserlerinin ya da karaciğer rahatsızlıklarının sık görüldüğünde, hastaların belirli bir suyu daha yoğun olarak kullanıp kullanmadığı istatistiksel analiz yöntemleriyle araştırılabilecek ve hastalığın kaynağı için bilimsel kestirimlerde bulunulabilecekti. Bu türden epidemiyolojik incelemelerin yürütülebilmesi için ise kişilerin sosyodemografik özellikleri, meslekleri, ikamet ettikleri bölge, maruziyetleri ve hastalıkları gibi bilgilere gereksinim duyulmakta. Tabii, bu verileri analiz etmek üzere epidemiyoloji ve biyoistatistik bilgisi ile toplum sağlığı bakış açısına sahip olmak şart. Ancak ülkemizde hastalıkların epidemiyolojik yöntemlerle incelenmesi, çoğu kez yöneticilerin önem vermediği bir konu. Tartışmalar ise bazı maddelerin yönetmeliklerdeki sınır değerlerin üzerine çıkıp, çıkmadığı ekseninde yürütülmekte. Peki, yönetmelikte sınır değerleri yer almayan inorganik maddeler ya da ülkemizde düzenli olarak ölçüm yapılacak alt yapıya sahip olmadığımız radyoaktivite gibi parametrelerle ilgili riskler ne olacak? Ya da suda bulunabilen birden fazla maddenin, sınır değerler altındaki yoğunluklarının kümülatif etkisi nasıl değerlendirilecek? Epidemiyolojik, biyoistatistiksel yöntemler kullanılmadan ve toplum sağlığı bakış açısına olmaksızın bu sorunun yanıtının bulunması olanaklı değil. Bu nedenledir ki ülkemizde bu özelliklere sahip bir meslek grubu olan halk sağlığı uzmanlarına daha fazla yetki/sorumluluk verilmeli. Altı yıllık tıp eğitiminin üzerine 4 yıllık uzmanlık eğitimi alarak uzman doktor unvanı ile çalışmaya başlayan halk sağlığı uzmanları, ne yazık ki Sağlık Bakanlığı'na bağlı kurumlarda sağlık memuru statüsünde çalıştırılmakta. Küresel ısınma ve diğer çevre kirliliği sorunlarının insan sağlığı üzerindeki etkilerinin ortaya çıktığı günümüzde, çevresel risklerin yönetilebilmesi için toplum sağlığı konularında bilimsel yaklaşıma sahip sağlık profosyonellerine duyulan gereksinim arttı. Sağlık Bakanlığı yetkililerinden, her türlü politik yaklaşım farklılıklarını bir yana bırakarak, alanın yetkin kişileri olan halk sağlığı uzmanlarından daha fazla faydalanmanın olanaklarını arama konusunda adım atmalarını bekliyoruz. Kaynaklar: 1.İnsani Tüketim Amaçlı Sular Hakkında Yönetmelik. Sağlık Bakanlığı, 17.02.2005 / 25730. 2.http://www.epa.gov/ogwdw/hfacts.html MİNAMATA HASTALIĞI İçme suyunun kimyasal maddeler ile kirlenmesi sonucunda da bazı başka sağlık sorunları ortaya çıkabilir. Suya doğal ve yapay yollarla kimyasal maddeler karışabilir. Doğal yollardan kimyasal maddelerin, toprağın alt tabakalarına süzülmesi sırasında kayalarda bulunan elementlerin suyun yapısına geçmesi ile gerçekleşir. Yapay kirlenme ise daha çok sanayi atıklarının artılmadan doğaya bırakılması sonucunda oluşur. Yapay kirlenmenin en bilinen örneklerinden biri Minamata hastalığıdır. 1953 yılında Japonya'nın Minamata kentinde ortaya çıkan zehirlenme salgınına, bir kloralkali fabrikasının cıvalı atıklarının Minamata Körfezi'ni kirletmesi yol açtı. Bu salgında körfezde avlanan su ürünlerini yoğun olarak tüketen kent halkında 47'si ölümle sonuçlanan 121 zehirlenme vakası kaydedildi. Hastalığın civa zehirlenmesine bağlı olduğu ise epidemiyolojik araştırmalar ile anlaşılabildi. İçme suyunun hastalıklarla ilişkisi konusu günümüzde de güncel. Ankara'ya Kızılırmak suyunun getirilmesi ve İzmir'in bazı bölgelerindeki suyun Arsenik düzeyinin sınır değerin üstünde çıkması, konu ile ilgili tartışmaların son dönemdeki güncel örnekleridir. Ancak bu tartışmaların tam olarak bilimsel temelde yürütüldüğünü söylemek olanaklı değil. Öncelikle belirtmek gerekir ki, içme suyunda bir maddenin miktarı ile ilgili ölçümler suların sağlıkla ilişkisini inceleme açısından yeterli olmuyor. Çünkü içme sularında mevsimsel ya da iklimsel değişime bağlı olarak miktarı değişebilen ve insan sağlığı üzerinde etkili olabilecek çok sayıda inorganik madde bulunmakta. Bu maddelerinin tümünün düzenli olarak analiz edilmesi ise olanaklı değil. Ülkemizde 2005 yılında yayınlanan İnsani Tüketim Amaçlı Sular Hakkında Yönetmeliğe (1) göre ölçüm yapılması gerekli olmayan bazı elementlerin (örneğin; Asbest, Baryum, Berilyum, Talyum) de sudaki varlıklarının insan sağlığı üzerine etkili olabileceği yönünde bildirimler bulunuyor (2). Dahası, insan sağlığı üzerinde etkili olabileceği bilinen birden çok maddenin sınır değerler içinde kalan miktarlarının toplam etkisi de bilinmiyor. İçme suyunun etkisinin bilimsel değerlendirilmesi, toplum düzeyinde epidemiyolojik izlemler aracılığı ile ola CBT 1118 / 21 22 Ağustos 2008
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear