01 Temmuz 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Doğa GönüldenBilime Mevzii mi Umumi mi? Ahmet İnam Kurbağalar küresel ısınma kurbanı Hem karada hem de denizlerde yaşayabilen hayvan popülasyonlarını (amfibik hayvanlar) tehdit eden bir mantar türünün küresel ısınmaya bağlı olarak salgın yarattığı ileri sürülüyor. osta Rica’daki Monteverde Cloud Forest Reserve adı verilen doğal sığınma parkında görevli Alan Pounds ve ekibi, kurbağaların yok olmasının zamanlamasıyla, Orta ve Güney Amerika’daki tropikal bölgelerdeki deniz yüzeyindeki ve hava sıcaklığındaki değişiklik arasında çok büyük bir korelasyon olduğunu ortaya çıkarttı. Dağların üzerindeki bulut yoğunluğunun artması, günlerin soğumasına gecelerin ısınmasına yol açıyor. Bu koşullar hastalıklara yol açan bir mantar türü olan Batrachochytrium dendrobatidis’in 17 ve 25 derecede (santigrat) popülasyonunun artmasına yol açıyor. Bu mantar, kurbanlarının vücudundaki suyu çekerek öldürüyor. Geçen yıllarda bu mantarın Atelopus harlequin kurbağalarının 110 türünün 74 tanesinin yok olmasına neden olduğu tahmin ediliyor. Pounds, B.dendrobatidis mantarının ani çoğalmasının iklim değişikliğinden kaynaklanmış olabileceğinden kuşku duyuyor. C Elektrikler kesildiğinde, dayım biz çocuklara, "gidin bir bakın kesilme mevziî mi, umumî mi, öğrenin gelin" derdi. Pencerelerden sokağı, mahalleyi gözler, gerekirse sokağa çıkar, anlamaya çalışırdık. Tüm mahallenin elektriği kesilmişse yanıtımız "umumî" olurdu. "Umumî" bir sorun, nispeten rahatlatıcı bir sorundu. Sorun bizimle, bizim "özel" durumumuzla ilgili değildi, çünkü. Herkesin, bizimle birlikte aynı sorunları taşıması, sorunun çözümünü herkesle birlikte aramak, verdiğim örnek göz önüne alınırsa; aramamak, sadece, beklemek demekti. "Umumî" sorun, sorumluların, her kimse onlar, ilgileneceği sorundu. Oysa, mevziî özellik arttıkça, sıkıntı da artmaya başlardı. Örneğin, yalnız sokağın elektrikleri kesikse, yaşanacak zorluk, sokaktaki birkaç evde elektriğin bulunmayışı durumundan daha az olurdu. Hele yalnızca bizim apartmandaysa sorun, daha az insanı ilgilendirdiği için, daha yoğun sıkıntı yaşanıyordu. Yönetici, apartman sakinleri birbirlerini suçlayabiliyorlar, sıkıntının ağırlığı daha da artabiliyordu. Güçlüğün alanı "küçüldükçe", şiddeti artıyordu. En şiddetlisi bizim dairenin sorun yaşamasıydı. O zaman çözüm için, sigortaları gözden geçirmek, sıkıntıya neden olan sorunu bulmak için örneğin, elektrikli araçların hangisinin fişte bırakıldığını araştırmaya girişmek gerekiyordu. NEDEN GENEL SORUNLARA KAYGI AZ Neden böyle davranılıyordu? Genel sorunlar, hepimizin sorunları, neden en az kaygı duyulan sorunlardı? Oysa, görünüşte, "ne olacak bu memleketin hâli" soruları, dünyada yaşanan ekonomik, siyasal sorunlar, özel sorunlarımızdan çok önemliymiş gibi yaşanılmak isteniyordu. Herkes onlardan söz ediyor, görüş belirtiyor, eleştiriler ileri sürebiliyordu. Dünyanın uzak köşelerinde savaşlar, ölümler, bir oyunu izler gibi izlenebiliyordu. "Bize dokunmayan yılan bin yaşasın" sözünü, sözde sorumluluk, kardeşlik, eşitlik görüntüsü ile örtmek, genel sorunlar karşısında yapmamız gerekeni yapmak oluyor muydu? Mevziî olanla umumî olan arasındaki ilişki nasıl olmalı? Bir diğer deyişle, özel yaşamla, kamusal yaşam arasındaki bağ nasıl bir bağdı? Namık Kemal Baisi şekvâ hüznü umumîdir Kemâl Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdıma derken, kendini topluma adamışlığın, gönül derdini unutmayı gerektirdiğini vurguluyordu: "Şikâyetin nedeni genel hüzündür Kemâl, kendi gönlümün derdi aklıma kesinlikle gelmez" "Hüznü umumî", nasıl sıkıntı ki, onu yaşarken, gönlümün derdi aklıma kesinlikle gelmiyor? Hüznü umumî, nasıl bir hüzündür? Genel hüzünler, gönlümüzle yaşanmaz mı? Genel hüzünler gönlümüzün hüznü olamaz mı? Gönlümün derdi ile "umumî" hüzün neden ayrıdır birbirinden? Gönlümün sorunları, toplumun sorunları, toplumun sorunları, insanlığın sorunları olamaz mı? Mevziî bir sorun, umumî bir sorun değil midir? Yılan bana dokunmasa da, birilerine dokunuyorsa, yaşamalı mıdır? Özel yaşam, gizli yaşam sayılır. Üzerinde kamusal alanda, herkese açık alanda konuşulmaz. Nedense, çağdaş insan, özel olanla kamusal olanı birbirinden kesin bir biçimde ayırmaktan yana. Diğer yandan, gelişen teknolojinin, telefonların, kameraların, dinleme ve gözleme aygıtlarının gelişmesiyle özel yaşamın giderek ortadan kalktığı savları ortaya atılıyor. Ancak bu ikisi arasındaki ilişki henüz tam olarak kesinleşmiş değil. Pounds, "Küresel ısınma hastalık yapıcı mantarların gelişmesini tetikleyecek şekilde ilerliyor" diyor. İklim değişikliğinin neden olduğu parazit gelişimi, biyolojik çeşitlilik açısından sanılandan çok daha büyük boyutta bir tehdit oluşturuyor olabilir. Pound’un tahminlerine göre kara hayvanlarının ve bitkilerinin dörtte biri 2050 yılında iklim değişikliğine bağlı olarak yok olacak. Tarım ve kentleşme koala nüfusunu tehdit ediyor Koalar yaşam alanı konusunda epey seçicidir. Kentleşme ve tarımsal faaliyetlerin bugünkü hızda gelişmeye devam etmesi durumunda Avustralya’daki tüm koala popülasyonunun öleceği ileri sürülüyor. Son üç yıldır Queensland, New South Wales ve Victoria’da sürdürülen kapsamlı bir araştırmaya göre Koalalar yüzde 40 ile yüzde 60’ı okaliptüs ağaçları ile kaplı en az 100 hertarlık bir yaşam alanına ihtiyaç duyarlar. Brisbane’deki Avustralya Koala Vakfı’ndan John Callaghan, koalaların daha küçük alanlarda da yaşayabileceğini, ancak buralarda varlıklarını uzun süre sürdüremediklerini belirtiyor. Bu vakıf Brisbane’deki Queensland Üniversitesi ile işbirliği içinde çalışıyor. Bilim adamları araştırma alanlarındaki koala sayısı ile okaliptüs ağaçları sayısı arasında bir oran saptadılar. Ve bu verilerden yararlanarak bir koalanın spesifik bir bölgede ne kadar yere ihtiyacı olduğunu hesapladılar. 100 hektarın altında veya yüzde 40’ın altında okaliptüs örtüsünde koala nüfüsunun hızla azaldığı tespit edildi. Bilim ekibi şimdi yerel yönetim birimleri için öneri ve ilkeleri hazırlıyor. "Eğer bir bölgede yerleşim alanı kurmak istiyorsanız, okaliptüs ağaçlarının olmadığı bir bölgeyi seçmenizde fayda vardır" diye konuşan Callaghan, "Koala nüfusunun da yaşamaya hakkı olduğunu unutmamamız gerekiyor" diyor. BİRİCİKLİĞİMİZİ KAVRAMAMAK Herkese açık olan yanımız kamusal yanımızdır. Ortada, meydanda olan yanımız. Adım adım, bu alandan özel alana geçebiliriz: Bağlı olduğumuz topluma, oradan topluluklara, topluluklar içindeki daha küçük topluluklara, aileye, iki kişilik ilişkilere, salt bir kişiye özgü yaşam alanına ve en sonunda, içimizdeki dünyaya.. Yalnızca kendi kendimizle üleşebildiğimiz dünyaya. Bu giderek mahremleşen "alanlar" ya da dünyaların yaşanmasında ağır sorunlar çıkıyor karşımıza, çağımızda, salt bize özgü olan iç dünyamızla ilişkiye geçmede başarılı olamadığımız için, dışarıyla olan sorunlarımız büyüyor. Kendimizi kamu alanına, sahip olmadığımız, olamadığımız özelliklerimizle sunmak zorunda kalıyoruz. Kendi iç dünyamızı, mahrem ilişkilerimizi, "mevziî" olan özelliklerimizi tanıyamadığımız için, "umumî" alana farkına varmadığımız maskelerle çıkıyoruz. İçimizdeki boşlukları, yakın ilişkilerimizdeki aksaklıkları, kısaca "mevziî" sorunlarımızı, umumî ilgilerle kapatmaya çabalıyoruz. İşte o zaman "umumî" olan bakışımız, kendi iç dünyamızla bütünleşemediği için sığ, yapay, yapmacık kalıyor. İçimizle iletişime geçememenin sonucunda, diğer insanlarla iletişimimizde sorunlar çıkıyor. Kendi biricikliğimizin anlamını kavrayamamak, insanlarla olan ilişkilerde büyük sorunlara yol açıyor. Kendimizi olmadığımız yerde görmek istiyoruz. Herkes de bizi öyle görsün diye çırpınıyoruz. Tek tek olandaki evrenselliği, mevziîdeki umumîliği, "hüznü umumî"deki gönül derdini kavrayamamak, bizi içtenlikten uzak, soğuk, mesafeli bir dünyaya sürüklüyor. Kendimizi olanca farklılığımızla, gönlümüze göre yaşayarak, yerelden evrensele uzanan bir yol üzerinde oluşturmak yerine, sürü içinde sürüklenip giden bir yaşamı yeğliyoruz. 985/94 Şubat 2006
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear