29 Eylül 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

FATMA KOŞAR [email protected] annes ve Nice’i göreceğim için mutluyum elbet ama beni asıl heyecanlandıran parfümün başkenti unvanını elinde tutan Grasse’i görecek olmam. Çiçeklere ve kokulara çok meraklı bir insan olarak bu kenti hep merak etmişimdir, fakat Koku (Das Parfum) filmini izlediğimden beri görmek için daha da çok sabırsızlanıyorum… Hani şu, Patrick Süskind’in romanından uyarlanan; doğduğunda hiç kokusu olmayan ama müthiş bir koku alma yeteneğine sahip JeanBaptiste Grenouille’in hikâyesini anlatan film. Filmde, “kendisini tam bir insan kılacak koku arayışı” uğruna bakireleri öldüren ‘katil kahramanımızın’, 18’inci yüzyıl Paris’indeki balık pazarından, kokunun başkenti Grasse’e uzanan öyküsü müthişti… Grasse, tarihi boyunca, koku uğruna insan öldürenlerin değil belki ama hayatı burnuyla algılayan pek çok insanın evi olmuş. Bu düşüncelerle yola çıkıyorum… THY’nin Nice uçağı, denizin üzerinde alçalmaya başladığında pırıl pırıl bir güneşin aydınlattığı sahillerden geride, yüksek binanın neredeyse yok denecek kadar az olduğu Nice’e bakıyorum. Bu manzara bana Türkiye’nin güney kentlerinde henüz talan edilmemiş noktaları hatırlatıyor… Kalacağımız otel Nice’teki havaalanından ortalama 25 dakikalık mesafedeki Cannes’ın girişinde. Hemen sahilde değil, biraz daha arka sokakta. Nice’in caddesinde ilerlerken henüz uçakta iken Güney sahillerimizi andıran bu kentin gerçekten de sıcak Akdeniz şehirlerimize çok benzediğini bir kez daha fark ediyorum. Tarihi binalar yok denecek kadar az, yeni bir kent. Caddeler, hiç sanayisi olmayan, turizm ve hizmet sektörüyle yaşayan bir kentte olması gerektiği gibi çok geniş değil, oldukça sıcak bir görüntüye eşlik ediyor. Sabah yürüyüşü ve koşularını geç saate bırakmış tek tük insanları saymazsak kaldırımlarda insanlar oldukça yavaş yürüyor… Enerji dolu ama sakin ve huzurlu… Yolu yarılamak üzere iken rehberimiz mikrofonu eline alıyor ve Nice ile Cannes arasında birkaç kasaba olduğunu anlatıyor. Yol boyunca eşlik eden mimozalara işaret ediyor. Cannes’ı pahalı bulanlar için Nice konaklama olanakları açısından oldukça zengin seçenekler sunuyor. Rehberimiz, Güney Fransa’da, Grasse’teki 23 parfüm fabrikası dışında hiç sanayi olmadığına değiniyor. Nice de Cannes da tamamen turizm, çiçek ticareti, kongreler gibi hizmetlerle geçimini sağlıyor. Zaten bu iki şehrin de sakinleri, çoğunlukla birikimi olan üst gelir grubundan oluşuyor. Fiyatları sorduğumuzda “burada ev alabilmek için önce piyango bayiine uğramayı” öneriyor. Kentin, deniz görmeyen ve daha küçük daireleri için aylık en az 10001.500 Avro ödeyerek kirada kalanların çoğunlukla kışın burada kalmadığının altını çiziyor. Cannes, film festivali ile akla gelse de yılın her ayında çeşitli fuarlara, uluslararası kongrelere ev sahipliği yapan bir kent. Bütün etkinlikler büyük hareket katıyor ama deniz mevsiminin de açıldığı nisandan itibaren çok daha fazla hareketleniyor. Burada insanlar, şehir merkezinin kıyılarında denize girebiliyor ve günlük rutin işlerini aksatmadan yaşamın tadını her an çıkarıyor. Festivallere ev sahipliği yapan Grand Auditorium’un çevresinde yaklaşık 300 ünlünün el izinin bulunduğu meydanımsı alan etkileyici. Kırmızı halısı, renkli atmosferiyle size kendinizi özel hissettiriyor. İTALYA’NIN ETKİSİ; ADIM BAŞI PİZZA Hava gerçekten temiz, deniz muhteşem... Bu kıyılarda en sevdiğim şeylerden biri de yeni olmakla beraber yüksek olmayan binaların yarattığı sıcak kasaba havası oldu… Burası İtalya’ya çok yakın olduğundan olsa gerek hem çokça İtalyan turistle hem de adım başı bir pizzacı ile karşılaşıyorsunuz. Gezimizin ilerleyen takviminde tam İtalyan tarzındaki bu pizzaların muhteşem olduğuna tanıklık ediyorum. Fransız yemekleriyle yarışamasa da buraya yolunuz düştüğünde bir öğlen hakkınızı da pizzadan yana kullanmanızı öneririm. Ama mutlaka bir kadeh kırmızı şarap eşliğinde… Cannes’da görmeniz gereken yerlerden biri de “Old Town: Le Suquet”. Bu tepeden Cannes’ın 12 kilometrelik sahilini izleyip kalesini dolaşabilirsiniz. Kaleye çıkarken gelenlerin durup kente baktığı noktalarda harika manzaraya çeşitli çiçek kokuları eşlik ediyor. Güney Fransa’daki ikinci sabahımızda Cote D’Azur’a doğru yola çıkıyoruz. Bir zamanların küçük balıkçı kasabası olarak anlatılan St. Tropez’de sanatçıların ve ünlülerin akın ettiği ufacık koydaki lüks tekneler ve yatlar bizi karşılıyor. Doğrusu bu koy da bana Güney sahillerimizi hatırlatıyor. St. Tropez’de mağazalarda fiyatlar ol C Parfümün başkenti: GÜLSEN KIRBAŞ Turizimci Grasse dukça yüksek. Çünkü bu şirin koy, zengin sosyetenin Güney Fransa’daki adresleri arasına çoktan girmiş… Dar sokaklarında eski evler arasında dolaşmak ayrı bir keyif veriyor insana. Bu sokak aralarındaki kafelerde, ev yapımı pastaların tadına doyum olmuyor. Gezimizin iki ayağı kaldı; Nice dönüş yolundaki Antibes ve her düşündüğümde biraz daha heyecanlandığım Grasse… Antibes’i çepeçevre saran surlar karşılıyor bizi deniz kenarında. Roma’nın yıkılışının ardından barbar kavimlerin saldırılarından çok çeken Antibes sonunda çareyi 10. yüzyılda bu surları inşa etmekte bulmuş. 15. yüzyılın sonunda Fransa’nın kontrolüne geçen şehir sonraları zengin Avrupalıların lüks evler yaptırdığı popüler bir mekân haline gelmiş. Tarih kokan sevimli sokaklarda gezerken dükkânlara da göz atıyoruz, burada fiyatlar daha uygun, hediyelik eşyalar için alternatif oldukça fazla. Sabun ve banyo kokusu satan şirin dükkânlardan mis gibi kokular yayılıyor. Burada daha uygun fiyatlara parfüm, kokulu sabun ve vücut losyonu alabileceğiniz birçok parfüm fabrikası var. Ama ben buradakilere hiç yüz vermiyorum. Grasse’te Eze civarındaki Fragonard parfüm fabrikasına saklıyorum hakkımı. MİMOZA VE YASEMİNİN DÜNYASI Ertesi gün, sabah erkenden Grasse’e doğru yola çıkıyoruz. Rehberimiz, Grasse’in 50 bin civarındaki nüfusuyla oldukça sakin bir kent olduğunu anlatıyor. “Mimoza, yasemin, portakal, portakal çiçeği, limon çiçeği”nin vatanı olduğunu ekliyor. Parfümün doğuşu çok eski bir tarihe dayanıyor. Her ne kadar Fransa, parfümün bir numaralı ülkesi olarak kabul edilse de ilk kokular, tütsü halinde eski Mısır’da elde edilmiş. Buradan Hindistan ve Çin’e yayılmış. Değişik bitkileri yakmaya dayalı çeşitli kokular elde edilen bu dönemden sonra, eski Romalılar, koku elde etmeyi geliştirmişler. İlerleyen zamanda da başta Fransa ve İtalya’yı koku üretim merkezine dönüştürmüşler. Rehberimizin anlattığına göre, Paris’in Grasse başta çevresindeki kentlerin, bu tarihteki rolü ise şöyle yaşanmış; Sonradan Fransa kraliçesi olmuş Floransalı Catherine de’ Medici kral ile evlenmek üzere Fransa’ya gelir. Grasse’te büyük bir malikânesi olan Catherine 1533’te ülkeye geldiğinde parfüm ve zehirler konusunda uzman birinin başında olduğu ekibini de yanında getirir. Kraliçe hem kötü kokan eldivenlerin kokusunu değiştiriyor Cannes ve Nice kentleriyle ünlü Güney Fransa sahillerinden... hem de gerektiğinde zehirli eldivenlerle düşmanlarından kurtuluyormuş. Catherine’nin getirdiği usta Ren ele Frentin’in, o dönem lağım kenti, pis kokulu Paris ve civarında yarattığı değişim, Fransa’ya parfümün üretim merkezi olma şansını getirmiş. Cannes’dan 20 kilometre uzaklıktaki, tarih ve sanat şehri olduğu kadar parfüm endüstrisinin başkenti Grasse’te ilk durağımız Fragonard Müzesi oluyor. 300400 metre yüksekliği ile havası gerçekten çok temiz ve harika kokan Grasse’in en eski parfüm fabrikalarından biri aynı zamanda Fragonard. Binası oldukça eski ve etkileyici olan fabrikanın, parfümün nasıl yapıldığının da anlatıldığı müzesine giriş için ziyaretçilere özel bir kapı var. Daha kapıya yaklaştığınızda burnunuz, ikinci kez bayram ediyor. Tek kelimeyle muhteşem… Birazdan kocaman kazanların, cam kavanozların ve varilimsi kapların önünde buluyoruz kendimizi… Müzeyi gezdiren Fransız kadın görevli, bize bir ton çiçekten bir litre parfüm üretilebildiğini anlatıyor. Bölgede de yetiştirilen yaseminin kilogramını 20 Avro civarında alıyorlarmış. KOKU TESTİNİ KAÇIRMAYIN Çiçeklerin özünün alındığı bir odadan diğerine geçtiğimizde küçük bir testten geçiriliyoruz. 12 minik kavanozdaki kokuların hangileri olduğunu anlamaya çalışıyor, resimdeki bitkilerle eşleştiriyoruz. Ben 12 kokunun tümünü doğru eşleştirdiğim için müthiş seviniyorum. Rehberimiz, fabrikanın Fransız görevlisinin anlattıklarını aktarırken biri Paris biri de Grasse’te olmak üzere iki koku üzerine okul olduğunu aktarıyor. Bu okullara girebilmeniz için en az 350 kokuyu ayırmanız gerekiyormuş. Şu anda dünyada 50 bin insanın oldukça yüksek ücretler karşılığında bu işte çalıştığını da aktarıyor. Bazı uzmanların 1.500 kokuyu algılayabildiğini ve birbirinden ayırarak doğru tanımlayabildiğini söylüyor… Annemin, bebeklik ve ilk çocukluk yıllarıma dair anılarının en önemli kısmını benim küçükken hemen her şeyi koklama alışkanlığıma ilişkin olanlar oluşturur. Annem, ‘Çevredeki çocukların ve kardeşlerinin aksine, eline geçirdiğin her şeyi ağzına doğru değil, hemen burnuna götürürdün’ diye anlatır. Öyle ki birkaç kez, burnuma bir şeyler kaçmış ve hep son anda kurtarılmışım… Doğrusu bu iş için çok geç kalmış olduğumu düşünerek birden derin bir üzüntü hissediyorum! Başarılı olabilir miydim bilmiyorum ama yüzlerce kokuyu tanımak, kokularla yaşamak harika olurdu diye düşünüyorum… Fragonard’da aşama aşama parfümün yapıldığı odaları, bazıları çok tanıdık gelen tek tek çiçekleri selamlayarak geziyoruz. Rehberimiz, buraya Isparta’dan tonlarca gül getirildiğini anlatıyor. Parfümün şişelendiği özel ambalajların olduğu bölümden sonra turumuz, Fragonard’ın bu fabrikada üretilen sabun, losyon ve tabii ki parfümleri başta pek çok ürünün satıldığı mağazada sona eriyor. Hem kendime hem de sevdiklerime hediyeleri buradan alıyorum. Öğleden sonra yine Grasse’in muhteşem yamaçlarından birine kurulu, yakınlarında şirin bir köyün olduğu restoranda karnımızı doyuruyoruz. Peynirleri, tereyağı ve eşsiz zenginlikteki bitkilerin eşlik ettiği yemekler harika… Nice’ten hareket ederken İstanbul’un hızına yetişmek üzere büyük bir enerji ve anlatacak pek çok şey kazandığımı hissediyorum. Geçen haziran ayı içinde, acentemiz Novitas Turizm ile bir grup gezisi için düzenlediğimiz ‘AzerbaycanErmenistanGürcistan’ gezisi, bizi alışılmış rotaların dışında, farklı yerlere, bir yandan çok bildik ve tanıdık, bir yandan da bir o kadar uzak ve yer yer acılarla örülü ortak geçmişimize götürdü. Kafkaslar ve ortak geçmişimizi anlamak için, çok anlamlı bir gezi olan ‘AzerbaycanErmenistanGürcistan’dan, bizde kalanları sizlerle paylaşmak istiyorum. Baku’nun, Tanrı vergisi olan petrol zenginliğinin, Azerbaycan’ı daha Sovyet döneminde farklı bir konuma taşıdığını, Baku’nun Sovyetler için ayrıcalığını ve farklılığını, kentin o zamanlar da zengin, mamur ve kültür ve sanatla yoğrulmuş olduğunu biliyorduk. “Baku’da her evde bir piyano vardır” cümlesi, bizler için gıpta ve özlemle karışık duygular yaratan bir şehir efsanesi gibiydi. Nâzım’ın anılarında önemli bir yer tutan, hatta vatana dönemezse gömülmek istediği yer olan Baku; dünya sosyalizm tarihinin de nice önemli toplantı ve olaylarına sahne olmuş bir kült şehirdi adeta… Şimdi klimalı otobüsümüzle havaalanından şehir merkezine doğru ilerlerken, kafamızdaki sorular, eski Baku’dan ne kalmış, üstüne neler eklenmiş ve en önemlisi “Nasıl bir kimlik kazanmış” sorularıydı. Şehir merkezine varmamızla sorunun cevabı kendini tüm görkemiyle gösterdi. Baku, Sovyetler’in dağılmasından sonra geçen yaklaşık 20 yılda, Batılı bir modern kent havasına hızla bürünmüş, ama tüm ölçüler o kadar devasa ki, emperyal bir görüntü sergiliyor. SAYISIZ ŞİRKET AZERBAYCAN’I ÜS EDİNMİŞ Her yer, dev gökdelenler, kocaman konut blokları, AVM’lerle dolu… Ve durmadan da, yenileri yapılıyor. Bir yandan, Sovyet döneminden kalma eski dev binalar ve bloklar, sarı bir doğal taşla kaplanarak, estetik bir görünüme kavuşturuluyor, diğer yandan 20. yüzyıl başına ait Neoklasik stilde yeni cepheler oluşturuluyor, ya da tüm bunların karşıtı olarak bizdeki modern konut projelerini andıran devasa camdan kuleler, “burgulumurgulu” ilginç yapılar dikiliyor. Tüm bunlar, yüzünü Hazar Denizi’ne dönmüş bu kalabalık kentte, nispeten dar bir alanda yoğun bir yapılaşma sergiliyor. Ama bu büyük ölçekler, ilginç bir şekilde insanın üstüne gelmiyor. Çoğu yerde, zevkli bir birliktelik oluşturmayı başarıyor. Tabii bunda, deniz faktörünün ve kente nefes aldıran pek çok park ve yeşil alanın rolü büyük… Eski liman, hemen şehrin göbeğinde… Ama şimdilerde bu alan, turizm ve rekreasyon alanı olarak yeniden düzenlenecek ve liman şehrin dışına taşınacak. Sözü edilen proje, köprülerle denizi geçen eğlence ve dinlenme alanlarını, yeşil alanları öngörüyor ve maliyeti çok milyon dolarlarla ifade ediliyor. 5 yıldızlı oteller, birbirini izliyor. Bütün bu projelerde, sayısız yabancı şirket pay almış durumdadır. Pek çok Batılı şirketin yanı sıra, Japonlar, Koreliler ve tabii ki Türkler ön plandadır. Çok sayıda Türk inşaat, turizm şirketi ve tedarikçi firmalar, Azerbaycan’ı üs edinmiş durumda… Harıl harıl çalışıyorlar. Tabii tüm bu ekonominin dinamosu olan petrol kuyuları da, gece gündüz demeden çalışıyor. ŞEHİTLER HIYABANI VE İÇERİ ŞEHER Baku gezimizde, modern şehrin ortasında, parlamentonun hemen yakınındaki bir tepede, sakin ve güzel bir parkın ortasındaki “Azatlık Şehitliği”ni ziyaret ediyoruz. Burası da, yine Azerbaycan’ın bağımsızlık sürecini anımsatıyor. Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde, Ateşler ülkesi: Azerbaycan Sovyet ordusunun 1990’da komünist rejimi korumak için Baku’ya girmesi sırasında Azerbaycan halkına vahşet uygulanmış, 130’dan fazla sivil katledilmişti. İşte bu şehitlerin yanı sıra, daha sonra Karabağ’da Ermenilere karşı savaşan Azerbaycan Türklerinin mezarları ve 1918 yılında Nuri Paşa komutasında Baku’ya girerek Ermeni ve Ruslardan şehri geri alan Türk birliklerinden şehit olanların anıtları bu şehitlikte bulunuyor. Azeriler için, “Mukaddes Anıt” olarak değer taşıyan bu mekâna, “Şehitler Hıyabanı” deniyor. Baku büyük bir şehir olmasına rağmen, en önemli merkezleri yürüyerek gezilebiliyor. Şehitlikten, yürüyerek aşağıdaki deniz kenarına, Bakuluların “promenad” dedikleri sahil şeridine, oradan yürüyerek “İçeri Şeher” denilen eski şehre giriyoruz. Hâlâ sağlam bir şekilde ayakta duran surların bir kapısından geçerek bambaşka bir dünyaya giriyoruz. Surların sağlam kalmış en önemli kulesi olan “Kız Kulesi”, şehrin adeta simgesi… İçeri Şeher’de, 19. ve 20. yüzyıl yapısı, geleneksel mimari ürünü 23 katlı taş yapılar, son derece zevkli fasadları ve süslü balkonlarıyla birer sanat eseri gibidir. ATEŞ KÜLTÜ VE TAPINAKLARI İkinci günümüz, Baku’nun bir ucunda yer aldığı “Abşeron” yarımadasını boydan boya dolaşmaya ayrılmış durumda… Abşeron, Farsçada tuzlu sular çıkan yer anlamına geliyor ve bölgenin yer yer bataklık ve tuzlu zeminine referans veriyor. Bu yarımada, Hazar Denizi’ne doğubatı yönünde kartal başı gibi uzanan bir yarımada ve gerek doğusunda, gerekse batısında ilginçliklerle dolu… Önce, kuzeydoğuya doğru giderek, “Yanartaş” denilen, bizdeki AntalyaÇıralı’da benzeri olan “yanan kayaları” görüyoruz. Tabii bu olgu, altı petrol ve doğalgaz kaynayan bir coğrafi bölgede, doğalgazın yeryüzüne sızıntı yapma sıyla oluşan son derece basit bir doğal olaydır. Yüzyıllardır bilinen bu olgu, insanların geçmiş dönemlerde, bu ateşe tapmasının da temelini oluşturmuştur. Zaten, Azerbaycan’a odlar yurdu, yani ateş ülkesi denilmektedir. Böylece, bölgede, yüzyıllar öncesinde ateş tapınakları oluşmuştur. Yanan kayalardan sonra, Surakhan kasabasında, yüzlerce yıllık böyle bir tapınağı ziyaret ediyoruz. Ortasında hiç sönmeden yanan “Ateşgâh”ıyla, adeta bir medrese gibi çepeçevre sıralanmış ateşe tapanların hücreleriyle çok ilginç bir müzeye dönüştürülmüş olan bu kompleks, hayatımda gördüğüm en ilginç ve etkileyici kutsal mekânlardan biriydi. ...VE VEDA GÜNÜ Buradan sonra bu kez yarımadanın batısına yönelerek, yine kadim bir bölge olan Gobustan’a gidiyoruz. Burada da, benzersiz bir açık hava müzesi bizi bekliyor, tarih öncesi kaya resimlerinden oluşan devasa bir müze… Kapadokya benzeri bir coğrafi yapı düşünün, ama birçok kayanın üzeri, kayaya oyularak ya da kazınarak oluşturulmuş, son derece ustalıklı, sanatkârane hayvan ve insan figürleriyle dolu, üstelik en eskisi 20 bin ve 25 bin yıllık, en yenisi de bin ve 2 bin yıllık… Resimlerin boyutları, yer yer 34 metreyi buluyor, figürlerin zarafeti ve çizimlerdeki ustalık, binlerce yılın ötesinden bizleri şaşırtıyor. Saygı duyulan iri av hayvanları (boğa, bizon, geyik, vb.), tapınılan kült hayvanları, doğurganlığı temsil eden kadın figürü, gücü temsil eden avcı erkek figürleri, capcanlı karşımızda duruyor. Tüm alan, 2007 UNESCO tarafından dünya kültür mirası listesine alınmıştır. Bol bol resim çekiyoruz ve akşamüstü Baku’ya dönüyoruz. Azerbaycan’daki üçüncü günümüz, aynı zamanda Azerbaycan’a veda ediyoruz. DGLRV EDŞYXUXQX]X WP RSHUDW|UOHUGHQ \DSDELOLUVLQL] C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle