23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 20 NİSAN 2011 ÇARŞAMBA Yüz yüze Diyarbakır... Baştarafı 1. sayfada Dişi nehir Dicle’yi ve 10 Gözlü Köprüsü’nü sona saklayıp Kervansaray’dan sağa saptım. İstikamet Gâvur Mahallesi’ydi. Biraz ilerlemiştim ki solda Peynirciler Çarşısı ilişti gözüme. Rehberim Savurlu mümtaz insan Eşref Ayaz çoktan çarşıya yönelmiş bile. Peynir dolu tezgâhlarıyla karşıladı bizi çarşı; üstelik dayanılmaz peynir suyu kokusu da yoktu. Öğrendim ki Merik Ahmet Mahallesi, Yoğurtçu Başı’ndayken son yıllarda yurtdışından da talebin artmasıyla, sadece peynir sattıkları bu büyük pasaja gelmişler. Keçikoyun sütü karışık yoğurt ve yeşil derik zeytini renk veriyor. Örgü, dil, lavaş, otlu lavaş gibi eritilerek de yenilebilen peynir çeşitleri; keçi sütü ağırlıklı peynirler ve tuzsuz taze peynirler özenle sıralanmış. İçim kıpır kıpır Gâvur Mahallesi’ne yollandım. Yoğun trafiği bir yana bırakıp Tatlıcı Kardeşler ve kuruyemişçilerin köşesinden sağa döndüm. Dört Ayaklı Minare, Mor Petyun Keldani Kilisesi, Surp Giregos Ermeni Kilisesi’ni görecektim. Şayet sağa değil de sola dönseydim, Meryem Ana Süryani Kilisesi ile yüz yüze kalacaktım 3. yüzyıla tarihlenen Roma biçimi kapısıyla günümüze kalan Süryani Yakubi Mezhebi Kilisesi’ni sona sakladım. Sokağa girince esnafın selamlarıyla karşılaştım. Solda emniyet dikim evi, boydan boya uzanan camlı odada terzi, hem gömlek dikiyor hem de meraklı gözlerle gelen geçeni izliyor. Gözüm Meşhur Mardin Kebapçısı’na takıldı. Gözümü kebapçıdan ayırır ayırmaz bir de ne göreyim?! Keklik sesleri beni çağırıyor Artık Ulu Cami’yi görmek zamanı. İslam âleminin en eski camilerinden olan Ulu Camii, 639’da İslam orduları Diyarbakır’ı fethetmeden önce MarToma Kilisesi imiş. Heyhat! O da restorasyonda. Solumda eski kütüphane binası /Mesudiye Medresesi, sağımda Korint ( bitki bezemeli) başlıklı sütunlarla Roma devrinden kalma iki katlı bir yapı var: Şu anda caminin yönetim binası olarak kullanılıyor. Şadırvanı, dinlenme yerleriyle yine de etkileyici. Namaz kılmaya gelenler geçici olarak mescidi kullanıyorlar. Ulu Cami’den çıkıp, Ziya Gökalp Sokağa girdim. Niyetim Cahit Sıtkı Tarancı evini görmekti. Solda Ahmet Arif Kütüphane ve Müzesi olarak açılacak olan eski Diyarbakır evine uğradım. Caminin minaresi dört yekpare sütun üzerine inşa edilmiş Yolun ortasında dört ayaklı bir minare! Çay ocağı sahibi Erdal Çaycıoğlu öne atılıp bilgi verdi: Halkın Şeyh Matar (yağmur yağdıran) dediği Şeyh Mutahhar Camii, siyah ve beyaz kesme taşlardan yapılmış. Osmanlının ilk Diyarbakır valisi Akkoyunlu Kasım Han tarafından yaptırılan caminin en çarpıcı bölümü dört yekpare sütun üzerine inşaa edilmiş minaresi. Bugün, 4 mezhep 4 kitabı simgelediği inancıyla etrafında 7 kez dönenin dileğinin gerçekleşeceğine inanıldığını anlattı Erdal. Şöyle bir düşündüm, zaten dilediğim gibi yaşıyordum, 7 kez dönüp vakit kaybetmeden bugünkü Savaş Mahallesi, Şeftali Sokağa döndüm. Sokak öyle dar öyle dardı ki gökyüzü ‘ben buradayım’ dercesine serçeleriyle süzülüp gülümsüyordu. Sağdaki Keldani Kilisesi’nde durdum. SüryaniOrtodoks vatandaşlarımıza hizmet veren kilise restorasyon nedeniyle kapalı olmasına rağmen içeriden gelen su sesi, hayatın devam ettiğinin kanıtı gibiydi. Cahit Sıtkı’nın evi restore ediliyor Hummalı bir çalışma vardı. Murat Akgül ile karşılaşmak şans oldu. Ayın 25’inde Sayın Günay’ın açılışını yapacağı Lokantacı Hacı Halit’in evi, bundan böyle Ahmet Arif Kütüphanesi olarak kimlere ışık tutacak kim bilir? Cahit Sıtkı’nın evinin de restorasyonda olduğunu görünce; “Artık yeter”, dedim. Murat’ın ricasıyla açtırttık ve bahçesinde dolaşıp, şu restorasyon işlerinin tüm Diyarbakır’da bir an önce bitmesini diledim. Dönerken, köşede bir dernek gördüm. Araştırmacı ruhum bazen başımı belaya soksa da çoğunlukla işe yarar. Burnumu avcılar derneğinden içeriye uzattım ki! Köşede onlarca keklik, sesleriyle beni çağırıyor. Gel de girme!.. Geldi çaylar, koyuldu sohbetler, benim ne televizyonculuğum kaldı, ne seyahat yazarlığım; hepsi inceden inceye soruldu, öğrenildi. Meğer, sebep başka imiş. Emekli okul müdürü Necati Bey, konuyu karısına getirecekmiş de, peşrev yapıyormuş. “Yahu! Bizim kadınlar, böyle değil. Kırk bir yıllık evliliğim geçen de ‘Burnuna ne oldu?’ diye soruyor. Çocukken düşmüşüm, şu iz taa o zamandan. Sonra, ‘gözlerin niye küçüktür’ demez mi? ‘Be kadın, burnumu beğenmezsin, gözümü beğenmezsin öyle ise niye aldın beni be kadın?’ dedim. Sakın yazma ya da yaz yaz nasılsa yok burada.” Şöyle bir baktım, gülüşmeler arasında ortaya, “Ee... avcılar kıraathanesindeyiz”, dedim. Birisi hemen espriyi anladı, sektirmeden devam etti. “Yani, yalancılar kahvesi.” Söz artık kekliklere geldi: “Zevk meselesi”, dediler. “Mesela, kanaryanın, akvaryumun ne faydası varsa keklik de böyle. Kanunen alım satımı yasak. Biz arkadaşlar arasında değiştiririz.” Kekliği düz ovada avlarlar türküsünü mırıldanmaya başlamıştım ki! Avlanmayı anlattılar. Düzlüğe biri kafeste (serdar), diğeri ayağından bağlı dışarıda (rıbat) iki keklik bırakıyorlarmış. Serdar çok yaygaracıymış. Dağdaki keklik de eşini kıskanır neden topraklarıma geldiniz diye, saldırmak için düzlüğe indiğinde avcılar tarafından yakalanırmış. Tuz hariç, insanların yediği hemen her şeyi yiyen keklikler Diyarbakır’da insanların hobisi olmuş. ‘İyi kötü ne görüyorsan senden ricamdır öyle yaz’ hasır bilezik’dir. Başka hiçbir yerde bulamazsınız. Makine girseydi sanat bozulurdu. Hasır kolye ve bilezik işi yapan ustalar Diyarbakır’da yaşar” diyordu. Kuyumcular Odası fiyatları eşitliyor ve esnafı fuarlara katılmaya teşvik ediyormuş. Yolumu Hasan Paşa Hanı’na düşürüp sütlü menengiç kahvesi içtim. Etrafta Kuzey Iraklı turistlere rastladım. Soruşturdum, bazıları iş yapmaya, bazıları gezmeye, bazılarıysa alışverişe geliyormuş. Fransız turist grubu ise şaşkın bakışlarla ayrı bir duruş sergiliyordu, selamlaşıp geçtik. Gezdim dolaştım, gidip Mardin Kebapçı’sına oturdum. Şimdiki Fatih Paşa Mahallesi eskinin Gâvur Mahallesi’ne giderken, esnafla selamlaşa selamlaşa geçmiştim ya; işte güler yüzün hikmeti: Diyarbakır’ı her yazan soluğu Kaburgacı Selim Usta’da alırken, ben kalktım attım kendimi Mardin Kebapçısı’na. Dört ayaklı minareye giderken, beni selamlayan Ferhat’mış: “İyi kötü ne görüyorsan senden ricamdır öyle yaz” dedi. Taş döşemeli daracık sokaklar Taş döşemeli daracık sokakta ilerlerken birden şaşırtıcı biçimde kalabalık bir ana sokakla karşılaştım. Bıyıklı Mehmet Paşa adını taşıdığını öğrendiğim sokakta sağlı sollu dükkânlar, birkaç cumbalı ev ve kapı önlerinde kadın ve erkekler gördüm. Bazıları canlı tavuk satan seyyar satıcıyla pazarlığa tutuşmuştu. Bir süre oyalandıktan sonra, Ermeni Kilisesi’ni buldum; o da onarımdaydı; Ortadoğu’nun bu en büyük Ermeni Kilisesi’ni geleceğe kazandırabilmek için kolları sıvamış Belediye ve Vakıf; 1 yıldır çalışıyorlarmış; bitmesi için daha 2 yılları var. Asur metinlerinde ‘Amidi’ olarak karşımıza çıkan İçkale, uzak ve yakın geçmişe tarihlenen devletler için hep yönetim merkezi olmuş; sanki bu konuda anlaşmışlar. Hatta Kanuni Sultan Süleyman İçkale’ye 16 burç, 2 kapı daha ekleterek genişletmiş. İçkale’deki gezime, kadınların buğday sapını yakarak pişirdikleri yassı ekmekleri sattıkları sepetlerin, kuruyemişçilerin, baharatçıların arasından geçip devam ediyorum. Amacım Kuyumcular Çarşısı’nda bir hasır ustası bulmaktı. Siyah beyaz kes me taşlardan yapılmış eskinin belediye binası, şimdinin Kadın Sorunları Araştırma Merkezi’ne uzaktan selam verip çarşıya döndüm. Rehberim Eşref Ayaz beni hasır ustası Celil Şengül’le tanıştırdı. “Diyarbakır’da nasıl ki halkoyunlarının simgesi ‘Delilo’dur, simge takısı da 10 gözlü köprü tüm ihtişamıyla karşıladı beni Diyarbakır’ı Diyarbakır yapan “muhalif şehir” olmasıdır herhalde, diye düşündüm. Buradaki insanlar, kentten aldıkları güçle olsa gerek daha eleştirel bakıyorlardı dünyaya. İçkale’de bütün bu anlattıklarım dışında Taşmedreseler, Ziya Gökalp Evi görülmesi, Sülüklü Han oturulup dinlenilmesi gereken ilginç yerlerden... Üstelik 1683’e tarihlenen Sülüklü Han, Hasanpaşa Hanı kadar turistik değil. Daha çok yerli halk rağbet ediyor. Çayla birlikte getirdikleri karpuz reçelini tadıp, surların yolunu tuttum. Yazıtlar ve kabartmalarla dolu surlar hemen insanı etkiliyor. Kalede 4 ana kapı, 4 ayrı yöne açılıyor (Harput, Urfa, Mardin, Yenikapı). Kent büyüdükçe yeni kapılar açılmış. Yazıtlara bakarken, taşların tanıklığını düşündüm; onlar, tanık bilincin taşıyıcılarıydı bir bakıma. Koruma amaçlı yapı, ilk kez Hurriler döneminde yapılmış. Şimdi gördüğümüz durumuna temel olan şekli ise Romalılara ait. İçeride olan kent hayatı, kendini koruyan bu yapıya hep özen göstermiş. Saldırılara karşı zorunlu olarak yapılmış olsa da günlük yaşamın bir parçası olan Surlar, insanına özgü sanatı burç ve kapılara taşımış. Neolitikten bu yana kültürünü üst üste biriktiren bu coğrafyanın insanı, savunma duvarlarını bile sanat eseri haline getirmiş. Burçları adeta müze gibi olan surlardan ayrılıp, Dicle nehrinin yolunu tuttum. 1065 yılında yapılmış, 10 gözlü köprü tüm ihtişamıyla karşıladı beni. Erdebil Köşkü’nde oturup yazımı yazma zamanıydı. Kengelli rakıyla Dicle’den Diyarbakır’a veda ederken gerçek özgürlüğün ruhumuzla ilgili olduğu düştü aklıma. Kendine inanan, inandığı her şeyi tekrar eden insanlar tanımıştım. Tekrarlamak, üstünlük yaratır diye düşündüm. İnsan ruhlara sahip Diyarbakırlıları ve sahip çıktıkları 5000 yıllık kültür sarmıştı beni. Diyarbakır’la ilgili çok şey yazıldı çizildi. İletişim yayınlarından çıkan “Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir Diyarbakır” kitabı; yazarı Şeyhmus Diken’in kendisi kadar dosttu. Başka diyarlara uçarken, seyahatin yüz yüze olma halini seviyorum diye geçirdim içimden. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle