Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Cumhuriyet Ankara 322/3 EYLÜL 2010 ANKARA ORUÇA AKKARA KARŞI AYIP Talât HALMAN RAMAZANIN ilk yarısı, yurdun büyük kesimlerinde cehennemî bir sıcak içinde geçti. Yazın ortasında, müminler 1516 saat tek bir lokma yemeksizin, tek bir yudum su içmeksizin, aç ve susuz yaşamak zorunda idiler. Allah kabul etsin ama, zor bir sınav verdiler, veriyorlar. Oruç farzını yerine getirmenin en çetin yönlerinden biri, insanı canından bezdiren sıcaklardan, dil damağa yapışırken, hayatımızı egemenliği altına almış olan televizyonu izlerken, oruçlulara gün boyunca, hele açlığın ve susuzluğun en şiddetli olduğu saatlerde, iftardan bir iki saat önce bile, lezzetli yemeklerle, cana can katan içeceklerin peşkeş çekilmesidir. Devlet televizyonu da, özel kanallar da, yemek ve reklam programlarında, ballandıra ballandıra, ağızları sulandıra sulandıra, oruçlulara işkence ediyor. Ayıptır. Hatta belki günahtır. Eskiden, toplumumuzda nezaket ve anlayış vardı. Oruç tutmayanlar, niyetli olanların yanında, karşısında, göz göre göre, yemek yemez, hiçbir şey içmezdi. Şimdi, TVler âdeta oruçluları sıygaya çekiyor. Biz, sizin tahammülünüzü zorlamak istiyoruz, siz 15 saattir, bu sıcaklarda, bir şey yemediniz, içmediniz. Bakalım, size gösterdiğimiz cennet taamları karşısında dayanabilecek misiniz? Şu güzelim dondurmaları görünce ağzınızın suyu akmayacak mı? Enfes içecekler için, daha iki saat, üç saat sabredebilecek misiniz? Ramazanda TV, bir eza kutusu. Sadece Ramazanda değil. “11 Ayın Sultanı” olmayan aylarda da bazen yoksulları imrendiren, ama mali güçleri yeterli olmadığı için, o nefis yemekleri alamayarak üzülen insanlar için haksızlık denebilecek programlar ve reklamlar yayınlanıyor. Ülkemizde hiç et yiyemeden büyüyen ve yaşayan birkaç milyon insan var. Böyle bir mahrumiyet çeken bir ülkede medyamız, bu kadar iz’ansız, anlayışsız, hatta gaddar olabilir mi? Öğleden sonraları, muhafazakâr görünümlü bir başı örtülü hanım, genç ve az örtünen bir hanımla birlikte, sağlıklı beslenme adına, oruçluları imrendiren programlar sunuyorlar. Kendileri niyetli mi? Uzun zamandır, 14 saattir ağzına tek bir lokma komamış, tek yudum su içmemiş müminlere ayıp ettiklerini düşünmüyorlar mı? Oruç farzı uygulamaya girdiği zaman, çocuklar, hastalar ve seferîler muaf tutulmuştu. Dinimiz, beşerî ihtiyaçları baş tacı etmişti. Allah bilir, o zaman, TV olsaydı, oruç farzını koyanlar, televizyona sahur ile iftar arasında yiyecekiçecek programları ve reklamları için makul bir yasak koyarlardı. Başka zamanlarda yoksullara pahalı yiyecek içecek reklamları, programları yayınlanması da yasaklanırdı. UYU, YAVRUM, UYU ürkiyemizde, çılgınlıklar ve dertler arasında, çok güzel gelişmeler de oluyor. Bunlardan biri müzelerimizin güçlenmekte olması. Özel sektörün yarattığı Sadberk Hanım, Sabancı, Pera, İstanbul Modern gibi olağanüstü müzelerin yanı sıra, devlete ait Topkapı Sarayı, İstanbul Arkeoloji, Anadolu Medeniyetleri gibi görkemli kurumlarımız da var. Kültür ve Turizm Bakanlığı, geçen yıl açtığı bir ihale ile, kendi bünyesindeki müzelerin çoğunun hediyelik eşya birimlerini Bilkent Üniversitesi’nin yan kuruluşlarından BKG (Bilkent Kültür Girişimi) şirketine devretti. Örnek bir girişimci olan Orhan Hallik’in vizyonu ve enerjisi sayesinde, kısa sürede büyük hamleler yapıldı. Özellikle Topkapı Sarayı’nda açılan mağaza, hem iç dekorasyonuyla, hem de sergilediği hatıra eşyasıyla, kitap ve reprodüksiyonlarıyla büyüleyicidir. Turistlere ve dış âleme Türk kültürünün ve sanatlarının ihtişamını tanıtmak bakımından Topkapı ve başka müzelerimizdeki örnekleri alkışlıyoruz. T ANKARA B TOPKAPI SARAYI ŞAHESERİ Orhan Hallik Dünyanın önemli müzelerini –örneğin Louvre’u ve Metropolitan müzesini– hediyelik eşya birimleri ihya etmektedir. O kadar ki mimari âleminin büyük şöhretlerinden Rem Koolhas, şöyle diyor: “Müzeler artık, hediyelik eşya mağazaları oldu.” Topkapı Sarayı elbette Koolhas’ın düşündüğü tarzda bir mağaza olacak değil, sarayın milyonlarca ziyaretçinin gözünde, gönlünde, belleğinde uzun yıllar yaşamaya devam etmesi bakımından, oradaki mağazanın güçlü bir katkısı olacak. BKG iki hafta önce İn giliz bir eser yayınladı ki Topkapı Sarayı’nın mikrokozmosu gibi güzel ve etkileyici: “Topkapı Palace Museum”. Her sayfasında ayrı bir heyecan duyuyorsunuz. Sevinçle ve aşkla okşanacak nadir kitaplardan. Baskı kalitesi olağanüstü. Eskiden bu kaliteyi sağlamak için, nerdeyse bir servet harcayarak baskıyı İtalya’da ya da Japonya’da yaptırırdık. Şimdi ülkemizde en güzeli, çok daha ucuza gerçekleşiyor. Bu şaheseri yaratanlara gönül dolusu tebrikler: Orhan Hallik ve Koordinatör Mehmet Kalpaklı ile BKG yetkililerine, Sanat Danışmanı Görol Sözen’e, Tasarım Direktörü Erkal Yavi’ye, Fotoğrafçı Bahadır Taşkın’a, Yönetim Şefi Alev Taşkın’a, Editör Mustafa Birol Ülker’e, İngilizceye çevirileri mükemmel yapmış olan Michael D. Sheridan’a, Saray Müdürü İlber Ortaylı ile müze çalışanlarına, Danışman ve Editörlük kurullarına, kitaba çok emeği geçen Öykü Terzioğlu’na, yapımcı Korpus Kültür Sanat Şirketi’ne, baskıyı yapan Promat A.Ş.’ye... Topkapı Sarayı Müzesine layık bir şaheser bu. (İlerde eserin Türkçesi de yayımlanacakmış.) iz uykumuza düşkün insanlarız. 3 yıl önce, ANKA Ajansı’nın yaptığı bir ankete göre, Avrupa’da en çok uyuyan, en az çalışıp en kıt eğitim alan millet bizmişiz. Türkler günde ortalama sekiz buçuk saat uyuyormuş. Erkeklerimiz –ve özellikle kadınlarımız– Avrupalılara göre daha az çalışıyormuş. Tembellikten mi böyle oluyor? Yoksa aşırı yüksek işsizliğin doğal bir sonucu mu? Boş zaman bakımından birincilik bizde. Ama o boş zamanlarda ne yaptığımız ilginç: Spora ortalama 7 dakikacık ayırıyormuşuz. Vaktimizin yüzde 44’ünü televizyon izleyerek, yüzde 4’ünü okuyarak geçiriyormuşuz. Başarılı toplum için önemli bir ölçüt, çalışma ve iş dışındaki yaşam sürecini iyi değerlendirmektir. Uykumuz fazla, çalışmamız yavaş, laklakiyatımız bol, tatillerimiz uzun, sporumuz ve hobilerimiz kıt, hiçbir şey yapmadan kahvede, balkonda, koltukta ense yapmamız, çene çalmamız yaygın. Ama bu şikâyetlerde, iyi çalışanların hakkını yememek şart. Çalışkanlığıyla göğsümüzü kabartan insanlarımızın sayısı, eski dönemleri kat kat aştı. Bir zamanlar “Biz tembeliz” diyenler, artık pek cesaret edemiyorlar böyle kötülemelere. Çünkü görüyorlar ki çalışma fırsatı bulunca, işsizliğe mahkum edilmedikçe Türkler düzgün –hatta canla başla– çalışıyorlar. Yine de, oturanlar yürümeye, yürüyenler koşmaya başlasa da, kalkınma hızımız artsa iyi olmaz mı? 10. Yıl Nutku’nda Atatürk “Türk milleti zekidir, Türk milleti çalışkandır” söylemleriyle moral yükseltmeye, insanlarımıza ilham ve özgüven vermeye çalışmıştı. Bugünkü halkın böyle iradeli, bu kadar çalışkan olduğunu görse kimbilir nasıl sevinirdi. Belki günün birinde, dünya dillerinde “Türk gibi zeki”, “Türk gibi çalışkan”, “Türk gibi yaratıcı” sözleri kullanılacak. 19