Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Cumhuriyet Ankara 310/11 Haziran 2010 Eski Ulus’tan genel bir görünüm İsmet İnönü yurttaşlarla AnkaraKorkudanKorkmasın! ? Ali DÜNDAR aşamak, konuşmak, düşünmek ve ölmek gibi, korkmak da insansal bir tepkidir. Ölümden korkarız, hastalanmaktan korkarız; yırtıcı yaratıklardan, insanlığına yabancılaşmış, kurtlaşmış türümüzden korkarız. (*) En çok da inandığımız, varlığına duacı olduğumuz Tanrımızdan korkarız. Fakat bütün bunlar Yahya Kemal’in “Ölmek değildir ömrümün en feci işi/Müşkil odur ki ölmeden evvel ölür kişi...” dizelerinde yansıyan “korkudan korkma” irkiltisini yaratmaz; canlı varlıkların başlıca düşünen türü insanı içinden çökerten korku, “korkudan korkma” saplantısıdır. Bir canlı olarak doğa yasalarına bilinçli olarak yaklaşamadığı için, “doğum” olgusunun bir tansık, “ölüm” olayınınsa doğal bir gerçeklik olduğunun ayırımına varamayan insan, kendi içinde üretir “korkudan korkma” duygusunu. Eski Dil ve Tarih Coğrafya dergilerinden birinde görmüştüm. Azrail ölüm sırası gelen birinin Erdal İnönü Y kapısını çalmış, bakmış kimse yok. Çıkıp aramış, komşularına sormuş. O, şu gördüğün dağın ardında demişler. O dağın ardında büyük bir su kaynağı var, köyümüzde insanlar ve bitkilerimiz susuzluktan ölüyor. Aradığınız adam, o boşa akan suyu köyümüze getirmek için iki yıldır çalışıyor, bizden de yardım ve ücret kabul etmiyor. Azrail gidip görmüş ki, adam kan ter içinde, dağı yarmaya çalışıyor. Görüşüp tanışmışlar, senin ölüm sıran geldi, canını almaya gelmiştim, fakat baktım çalışıyorsun, işini bitir, bir zaman gelir canını alırım, deyip ayrılmış. Aradan bir süre geçmiş, Azrail o köye ikinci gidişinde bir de ne görsün, sinekler, kötü kokular ve hastalıklı insanların iniltisiyle inleyen köy bir cennet bahçesine dönüşmemiş mi? Ölüm sırası gelen adamı aramış, “İleride, köy halkına suyu ve toprağı nasıl kullanacaklarını öğretiyor...” demişler. Azrail gidip görmüş ki, adam gerçekten doğa ile yaşam savaşımında. Yanına çağırmış: “Zamanın doldu, seni götürmeye gelmiştim, fakat sen ölümlülük sınırını aşmış, kendi cennetini kendin yaratmışsın, hoşça kal” deyip ayrılmış. ordularının Balkanlar’dan mı, Kafkaslar’dan mı gireceğini tartışıyorlardı. Yerli Hitlercilerse “Tempo! Tempo!” naraları atarak, onları karşılama marşları yazıyorlardı. O karışık kara günlerde bile Ankara kendine güvenli ve korkusuzdu. Cumhurbaşkanı İnönü, Ulus’taki Meclis’ten ya da parti merkezinden elini kolunu sallayarak çıkar, elinde küçük fermuarlı siyah çantası ve birkaç milletvekili ya da partili arkadaşıyla korumasız, Sıhhiye’ye dek yürüyebiliyor, Kız Enstitüsü’nden kızını alıp bekleyen arabasına binerek Pembe Köşk’ün yolunu tutabiliyordu. Dünyayı yakıp yıkan korkudan korkmayan Ankara ve İnönü, korkudan korkan Avrupalı çoluk çocuğun ve bilim/sanat insanlarının sığınağı olmuşlardı. Bu çocuklar okuyorlar Paşam Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü ilk kez 1942 yılının nisan ayında Pazarören Köy Enstitüsü’nde öğrenciyken görmüştüm. O sıralar enstitünün revirinde hasta yattığım için, karşılamalara katılamamış, enstitü içinde ve birer açık hava deneyimliği (laboratuvarı) gibi araziye yayılmış olan birimleri denetlemesini izleyememiştim. Akşama doğru İnönü, yanındakilerle birlikte revire geldi. Gelir gelmez de başucumda dikildi. Onları görür görmez okumakta olduğum kitabı yüzükoyun sehpaya bırakıp yorganıma sarılmıştım. Hastalığımın ne olduğunu hemşireye sordu, “Geçmiş olsun” dedi ve bıraktığım kitabı aldı, altlarını çizdiğim “Mene, Tekel, Fares” sözcüklerini görmüş olacak ki, neden altını çizdiğimi sordu, anlamını bilmiyordum, öğretmenime soracaktım demeye kalmadı, çevresindekilere dönerek kendisi anlatmaya başladı: “Bu Beyaz Zambaklar Memleketinde ve Mefkureci Muallim kitaplarını askerliğimizde biz de okumuştuk. Bir kâhine göre Roma’da ve semada ateşten bir yazı ile (Mene Tekel Fares) sözleri belirmiş, insanlar korkmuşlar, kıyamet belirtisi demişler, kimse çözememiş, fakat bir kâhin çözmüş, ‘Bunun manası tez zamanda bütün tiranlıklar, imparatorluklar batacak, halk kendi kendini idare edecek demektir....’ diye yorumlamış...” Ve ardından ekledi: “Kâhinlik akla aykırı da olsa, doğru çıktı işte...” dedi. Çıkarlarken HasanÂli Yücel’in gür bir sesle “Bunla okoorlar paşam, bu çocuklar okoorlar!..” diye seslendiğini duydum. İnönü’yü Ankara’da çok gördüm. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nün güzel sanatlar bölümünün sahnelediği oyunları izlemeye gelirdi zaman zaman. Ama çevresinde bir alay koruyucu orduyla değil. Enstitü birimlerini dolaşırken, dersliklere girip çıkarken ya da biz öğrencilerin arasında bulunurken kesinlikle koruyucu, korumacı bulundurmazdı yanında yöresinde. Bir keresinde de, ODTÜ’nün konuşlandırıldığı Karabiberler Çiftliği’nde karışmıştı bilimtay (üniversite) öğrencilerinin arasına. O zamanlar sözü edilen çiftlik arazisi, yılda 20 gün silah altına alınan öğrenci kampı için kullanılırdı. İnönü ve kızı at üstünde karışmışlardı aramıza. O sıralar fen fakültesi öğrencisi olan Erdal İnönü de aramızdaydı. İnönü attan inmeden bir süre söyleştikten sonra, “Erdal sizinle mi, sizin aranızda mı?” diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan “Bizimle, bizim aramızda!..” diye bağırı Korkulacak yanları insanlar yaratır Bir başka dergideki tablet çözümlenmesinde de, Gılgameş metinlerinde rastlamıştım buna benzer bir olaya. Ölüm ile dirimi iç içe harmanlayan Gılgameş, bu harmanlamanın bir yerinde şöyle deniyordu: “Madem ki ölüm kaçınılmazmış, öyle ise ben de ölmeden önce ülkem ve insanları için yararlı olacak birtakım işler yapmalıyım. Böylece adımın unutulmamasını da sağlamış olurum” Ölümden sakınan fakat ölüm korkusundan korkmayan insanın gerçekçi yargısı bu. E. Boutroux ise bu konuda, “Korkunun adından başka korkulacak bir yanı yoktur. Korkunun korkulacak yanını insanlar kendileri yaratır” diyor. Işıklar içinde olsun, Ataç’ın bir yazısında görmüştüm bu alıntıyı. 1944 yılının Eylül ayında okumak için Ankara’ya geldiğimde bütün dünya toz duman içindeydi, İkinci Dünya Savaşı’nın en ateşli günleriydi. Ankara’da insanlar, Hitler İsmet İnönü 8