Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 24 MART 2019 Che hayranı, Tarık Akan’ın arkadaşı, eşitlikten, sosyal adaletten yana Hayata soldan ‘vuran’ yıldız Anadolu’da bir deyim vardır: ‘adıyla müsemma’ diye. Taşıdığı ismin özelliklerini barındıranlar için kullanılır bu ifade... İşte Arnavut asıllı ‘Yugoslav’ futbolcu Cevad Prekazi de böyle bir karakter. Ne var ki o ismiyle değil, neredeyse bir koca destan yazılacak sol ayağı ile anılan bir futbol yıldızı. Futbolda aklınıza sol deyince Prekazi geliyor, Prekazi deyince sol. Çünkü kendisini ‘klas’ futbolcu mertebesine ulaştıran bu kıymetli uzvu ile bütünleşmiş Galatasaray’ın eski 8 numarası. Solak ve dedik ya, gerçekten soldan bakıyor dünyaya; haktan, hukuktan, adaletten, sosyal adaletten yana. Che Guevera hayranı, Türkiye’de top oynadığı yıllarda en yakın arkadaşı Tarık Akan. Bu özellikler galiba onu futbol sahalarının ‘ender’ isimlerinden biri yapıyor. Evet, Cevat Prekazi ile 67 ayda bir denk gelen yolumuz bu kez genç yazar Onur Bayrakçeken ile yazdığı “Prekazi Vurdu, Gol Oldu” adlı kitabı nedeniyle kesişti. oyuncu İZLİYOR Yayınevinin daveti üzerine İstanbul’a geldi, eşi, dostu gördü. Biz de kendisini, Türk Telekom Ali Sami Yen Spor Kompleksi’nin altındaki Vadi İstanbul’da yakaladık. Randevulaşırken, “Stadın altı” diyebildi. Ama, “Ali Sami Yen” diyemedi. Çünkü, yerini gökdelenlere bırakan eski Ali Sami Yen onun yüreğinde derin bir sızı. Öyle ki, “Zımpara gibi zemini bile özlüyor insan” diyor. Bir de rakip file bekçilerini bir sağa bir sola gönderdiği kale direklerini unutmamış. Şu sıralar futbolcu izliyor, genç yetenekleri tespit ediyor, ‘Belgrad’daki evim’ dediği Partizan için. Antrenörlük hayatı ise genç takımla sınırlı kalmış. “Niye” diyoruz, “Teknik direktörlük çok zor. Sırf çalışmak yetmeyebiliyor” yanıtını veriyor. Sonra Partizan altyapısında 3 yıl çalıştığı ve yarışmacı bir takım kimliğine kavuşturduğu genç takımdan ayrılışını anlatıyor: “Ben çocuklara bir şeyler öğretmek istiyordum, o yüzden Partizan altyapısında çalıştım. Galatasaray ile de 2000’li yıllarda alt yapı için anlaşmıştık ama şartlarda uzlaşamadık. ‘Tamam seninle çalışacağız’ dediler sonra ses çıkmadı. Ardından en büyük altyapı deneyimimi Partizan’da yaşadım, yan yana oynadılar, geliştiler ve (A) takıma gittiler, sonra bana hatırlı birinin oğlunu getirdiler, oynatmadım çünkü sahada yetenek oynar. Babası zengin diye hiçbir çocuğa iltimas yapmadım. 3 yıl Arif Kızılyalın aynı takımla oynadık ve çok iyi bir takım olduk, üst takıma oyuncu verdik ama yönetim rahatsız oldu çünkü dedikleri olsun istiyorlardı. Olmazdı, olmadı. Çünkü ben kendi yeteneğimle futbolcu oldum. Oyuncularımın hakkını yiyemezdim. Futbola ihanet edemezdim. Partizan alt yapısında çocukların iyi insan olmasına da destek olduk. Belki birçok çocuk futbolcu olamadı, ama yıllar sonra babaları yolumu kesip teşekkür ettiler, ‘Oğlumuz eğitimli birer insan oldu’ diye. İşte en büyük kazanç buydu.” “Eğitim” sözünü biraz açmasını is tedik Prekazi’den: “Futbolcu da olsa okumalı, müziği bilmeli, edebiyattan anlamalı, dünyayı takip etmeli. Biz ‘güzel ülkem’ Yugoslavya’da bu şansa sahiptik. Tito zamanı kulüp okula müfettiş yollardı. Dersi kötü giden oyuncu forma giyemezdi, biz hem okuduk, hem müzik dinledik hem futbol oynadık. Şimdi futbolcu adayı okumuyor, ya iyi oyucu olamazsan hayatını neyle kazanacaksın?” Konu dönüp dolaşıp güncel zaman futboluna geldiğinde ise Cevat Prekazi’nin suratı asıldı: “Zevk yok artık” dedi ve sustu uzun süre; sonra başladı sıkıntılarını anlatmaya. Öncelikle para ve bahis, futbolun sihrini bozmuş ona göre: “Futbolun asıl unsunu insan. Futbolcu, seyirci, insanlar maça gitmiyor TV başında sanal oyun oynuyor, yakında futbol ölür. TV futbolun önüne geçti. İşte size Araplar geldi, yayınları aldılar, ‘bein midir nedir’ ne anlarlar futboldan. Dünya kupası da aldılar? Nasıl aldılar? Herkes biliyor FIFA’da dönen oyunları. Aralıkta Dünya Kupası oynatacaklar. Futbolcuları birer gladyatöre, rezil birer gladyatörlere çevirdiler. Senede 6070 maç ne demek? Artık her şey monotonlaştı. Menajerler futbolu oyuncağa çevirdi. Mesela ben hiç menajerle çalışmadım. Çalışmam da. Bugünkü bonservis paralarına bakıyorsunuz, 20, 30, 40, 50 milyon Avro sıradan bir oyuncu için isteniyor. Öyleyse Messi 1 milyar Avro.” Fenerbahçe çok büyük Bu arada lafa giriyorum, “Ya Prekazi o şimdi kaç para bonservis kazandırır kulübüne” diyorum, “100’den aşağı değil” diyor ve ekliyor: “İşte bu rakamlar futbolu öldürecek. Bu borçlar günün birinde ödenemeyecek hale gelecek.” Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray’a yüksek rakamlara gelen oyuncuları da eleştiriyor. En çok da Fenerbahçe’ye son 1 yılda alınan Frey, Slimani, Reyes’in transferlerine gönderme yapıyor: “Fenerbahçe çok büyük camia, bu oyuncuları nasıl alırlar?” Bahis konusunda ise çok daha öfkeli Prekazi: “Ku Zehirliyor! yaşamak gibi bir beklentim olabilir? Nereden geldiğini bileceksin, nereye gittiğimiz mar” diyor ve devam edi di. Hayatımda şöyle bir denklem belli zaten. Benim için yor: “Futbol üzerine kumar oy var, babam olmasaydı ben olmaz önce dostluk gelir. Çok iyi ar nanamaz. Bir iki yıla birileri çıkıp dım, futbol topu olmasaydı eşim kadaşlarım vardır. Sevilirim, araştıracak, bakın o zaman gö le hayatım birleşmezdi. Biz çocuk mesela Türkiye’de Kadıköy’e, rün kimlerin başı yanacak. Fut ken çok iyi yetiştik. Sağlık hizme Beşiktaş’a gittiğimde herkes ba bol zehirleniyor. Her gün bahis ti, eğitim, spor sahaları bedavay na saygı gösterir, çünkü top oy var, her gün futbol oynatıyorlar.” dı. Yılbaşı sabahları senfoni din narken mücadelem sadece sa Ve söyleşinin keyifli bölümüne lerdik, eski Yugoslavya’da her şe ha içindeydi. Fenerbahçe’ye, geliyoruz. “Hayata bakış açısı”nı ye sahiptik. Çocuk yaştan itibaren Beşiktaş’a, Trabzon’a çok gol soruyorum, “Politikayı sevmem ölçülü yetiştim. Beni asla 300 bin attım ama bir o kadar saygı gös ama” dedikten sonra başlıyor an Avro’luk arabalara bindiremez, terdim Bir gerçek var ki, sevgi latmaya: “Değer yargım iyi ve kö 1520 milyonluk evlerde oturta satın alınamaz..” tü üzerinedir. Babam Rifat Preka mazsınız. Afrika’da kaç çocuk aç Ardından kayıt cihazını ka zi bana iyi ya da kötü insan oldu haberiniz var mı? Ben o lüks ara pattık. Biraz Türk futbolu üze ğunu, bir yolu seçmem gerektiği baya nasıl binerim, para benim rine dedikodu yaptık, biraz da ni söyledi. Kendisi maden işçisiy için hiçbir şeydir, sadece hayatı İstanbul’un şimdiki halini eleş di. Çok iyi dostları vardı. Babam mı sürdürmek için gereken kadarı tirdik. Top oynadığı yıllardaki ye çok önemlidir. Ve elbette eşim Je önemlidir, onu da kazandım. Ço şil İstanbul’u özlediğini anlattı. lica (42 yıldır birlikteler). Ve fut cuklar maça nasıl geliyor? Para Tıpkı, dağılmadan önceki, ‘güzel bol topu. Şimdikiler polyester ve biriktirip maça gelenler var, şim ülkesi’ Yugoslavya gibi. Son sö hoşlanmıyorum, deri top iyiy di bu ortamda nasıl lüks hayat zü, “Zaman acımasız” oldu... gulsahelikbank@gmail.com Masalın gücü... Bir gün masalları yeniden okumaya başlayacak kadar büyümüş olacaksın, der C.S Lewis. Halbuki masallar, evrensel bir dilden sanki sonsuzluğun içinden insanlığa seslenmez mi? İnsanlığın korkuları devam ettiği sürece, mitler ve onların yarattığı bilinmezlik de devam edecek. Bir zamanlar doğadan korkan ve onunla başa çıkmak için mitler yaratan, hikâyeler uyduran insanlık doğayla olan sorunlarını çözünce mi gözünü kadına çevirdi acaba? Ne de olsa şimdilerde dünya, kadının gücünden korkuyor. Kadınların özgürlüğünü kısıtlamanın, onlara uygulanan psikolojik veya fiziksel şiddetin altında hep bu korku yatıyor. Oysa bir vakitler tarih, eşitlikten yanaydı. Eşit ve barışçı toplumların tıpkı bu duruma uygun masalları yayılıyordu dünyaya. Sonra hızla kirlendi, değişti her şey. GÜLŞAH ELİKBANK ONA MASAL OKUYUN İnsana bir çocuğun kalbindeki o masumiyeti hatırlatır masallar. Evrenin sırrını, tam da kalbinden fısıldar sanki ama bu sırrın hakikatine bakmaya kaç kişi cesaret eder? Bu yüzden değil midir, yıllardır hakikatin hikâyenin kıyafetlerine bürünerek dillendirilmesi. Masallarda her zaman iyiler kazanır hani. Dünyada da öyle olmayacağını kim iddia edebilir ki? Çünkü henüz masalımız devam ediyor, sonunu bilmediğimiz bir masalın kahramanlarıyız, yazılmasına hepimiz bir şekilde katkı sunuyoruz bu masalın. Tarafımızı seçmek bu nedenle önemli. Çocuk romanım Medusa’nın Pusulası vesilesiyle geçen yıl binlerce çocukla kucaklaşma şansım oldu. Onların dünyasına bu kadar kolay girebilmemi, anneannesinden sözlü masallar dinleyerek büyümüş bir çocuk olmama bağlıyorum. O vakitler nasıl ki dinlediğim her şey benim için gerçekse, bugün çocuklara anlattıklarım da öyle. İnandığım bir macerayı, yaşamak istediğim şekilde, dünyanın bilgeliğini kalbime yaklaştırıp o kadim sesi duyarak kaleme alıyorum ve romanın başında kullandığım Schopenhauer’ın o cümlesine yürekten inanıyorum: Her dahi bir bakıma çocuk ve her çocuk bir bakıma dâhidir. İşte çocuklara içlerinde zaten taşıdıkları o hazineyi keşfettirecek sihirli dil, masallardan geçiyor. Bugün çocuğunuza bir masal okumaya ne dersiniz? Çünkü Einstein’ın söylediği gibi; eğer çocuklarınızın zeki olmasını istiyorsanız, onlara masal okuyun. Eğer daha zeki olmalarını istiyorsanız, daha fazla masal okuyun. Bir Jacinda dokunuşu I rkçı bir caninin saldırısı sonucu çok sayıda kişinin yaşamını kaybettiği camiyi, üstelik başını örterek ziyaret eden Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’in kurban yakınlarıyla kucaklaşması son yılların en sıcak görüntülerinden biri kabul ediliyor. Öyle ki, İkinci Dönem Başkanlık zaferi sırasında Barack Obama ile eşi Michelle Obama’nın o ünlü kuçaklaşmalarını bile geride bıraktı. Kucaklaşma bizim hiç de yabancısı olmadığımız bir samimiyet ifadesi ama Batı toplumlarında bizim gibi yaklaşılmaz pek kucaklaşmaya. Birkaç yıl önce İngiliz The Daily Mail gazetesinin sitesinde kucaklaşmayla ilgili bir yazıya rastlamıştım. “Sarılma! Biz İngiliziz” başlıklı bir yazıydı. Yazar, moda haline gelmesinden yakındığı sarılmanın ya da kucaklaşmanın yaygınlaşmasını “vebanın yayılmasına” benzetiyordu. Kökeni ‘rahatlık’ Üzerinde konuşulacak kadar önemli mi, denebilir. “Son derece doğal bir insan eylemi, ne var bunda bu kadar özel olan” diye de sorulabilir. Hıristiyan dininin, yasaklamasa bile pek soğuk baktığı bir tutum sarılma ya da kucaklaşma, önce bunu anımsayalım. Kucaklaşma ya da sarılma elbette “dokunma” temelli, dokunma ise Hıristiyanlıkta bedensel bir deneyim olarak tanımlanıyor. Richard Sennet, Ten ve Taş adlı o muhteşem kitabında tarihçi Sander Gilman’ın şu sözlerini aktarır: ‘Adem’e dokunan Havva’dan... Batşeba’nın baştan çıkartılmasına ya da İsa’nın Magdalalı Meryem’i arıtan dokunuşuna kadar dokunma imgesi İncil’deki bütün cinsellik temsillerine damgasını vurmuştur. Aziz Tomasso’ya göre dokunma duyusu bedenin bütün duyularının en aşağı düzeyde olanıydı.” Dinin bu soğuk tutumu zaman la toplumun yerleşik kodlarından bi ri haline geldiğinde kucaklaşma da sarılma da tuhaf karşılanır oldu ha liyle. Kolay ko lay dokunma yan, hiç sarıl mayan ya da kucaklaşmayan Batı insanını bi zim gözümüz de “soğuk” kı lıyor bu durum. O nedenle Ja cinda Ardern’in içimizi ısıtan ama başta ken di toplumu ol Jacinda Ardern mak üzere ba tıda önemli bir “olay” haline gelen o kucaklaşma görüntüleri Hıristiyanlığın önemli uyarılarından birinin ihlalidir aslın da, bu nedenle de hayli önemli. İngilizcede “Sarılma” anlamına gelen Hug sözcüğünün, 450 yıl ön ce konuşulan eski İskandinav dilin de “rahatlık” anlamına gelen “hug ga” sözcüğünden türediğine inanılı yor. Sarılmada, kucaklaşmada rahat lık hissedenler buna şaşırmaz her halde.17 Eylül 1787, Philadelphi a'daki toplantıda anayasa üzerindeki tartışmalar nihayete erince George Washington, Alexander Hamilton’u hızlıca kendine çekerek sarılır. O ta rihe kadar ikili ilişkilerde rastlanma dık bir görüntüdür bu. Tarihe kayde dilmesinin nedeni tabii ki, kucaklaşmanın Amerika’ya ait bir “kültür” olmamasıdır. Rastlanınca da tarihe mal edilme fırsatı kaçırılmamış demek ki. Amerika’ya ait değil tamam ama son yarım yüzyıldır ABD politikasında da kucaklaşma, sarılma bir iletişim aracı olarak yer buldu kendine. “Jimmy Carter” öncüdür, derler. El örgüsü kazağıyla seçmen karşısına çıktığı bir görüntüsünü anımsarım, pek içtendi. Destekçilerine sarıldığı anların da görüntüleri kayıtlıdır. Ünlü şarkıcı Sammy Davis Jr.’ın 1972 Cumhuriyetçi Ulusal Konvansiyonu’nda Richard Nixon’a arkadan sımsıkı sarılması elbette bizim için bile biraz fazla “samimi” bir görüntüydü. Hâlâ konuşulur bu. Jacinda Ardern gibi içten olduğuna kimse beni inandıramaz ama eski ABD başkanlarından Lyndon Johnson da dostlarına sıkı sıkı sarılmasıyla ünlüydü. 1984 yılında ABD Başkanlığına adaylığını koyan Walter Mondale ile Yardımcılığına aday olan kadın politikacı Geraldine Ferraro kampanyaları boyunca bir kez bile olsun birbirlerine sarılmadılar. Durum o kadar dikkat çekmiş ki bugün hâlâ bunu anımsayabiliyoruz. Kucaklaşmanın “politik” bir araç haline geldiği dönemde bu ikilinin birbirleri ne sarılmamaları seçmen üzerinde olumsuz etki yapmıştı. yakan kucaklaşma “Bayanlar baylar, lütfen Başkan Barack Obama'ya sıcak bir Florida selamı verin”. Florida’nın Cumhuriyetçi Valisi Charlie Christ bu sözleri söyledikten sonra Demokrat Obama’ya sarılınca siyasi kariyerinde düşüş başlamış oldu. Daha sonra yazdı da bunu: “Özel bir şey değildi. Bir saniye içinde oldu bitti. Yıllar boyunca binlerce Floridalı ile yaptığım türden bir kucaklamaydı.” Bir sonraki valilik seçimlerini kaybetti Christ. Seçmenleri sarılma olayını unutmadıkları Christ’in “sahte bir muhafazakâr” olduğunu düşündükleri için ona oy vermemişlerdi. Mesele mühim yani. Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’in gördüğümüz o sarılma fotoğraflarının sahiciliğine inanıyorum. Bu fotoğraflara yapılan yorumlar içinde çokça, “Ardern Hıristiyanlığın ne kadar barışçı olduğunu gösterme fırsatını kaçırmamış” diyenlere de rastladım. Ardern, tüm siyasi yaşamı boyunca ezber bozan tutumları olan biri bir kere. Dine de çok yakın olduğu söylenemez. O “sarılma”yla Hıristiyanlığın pek olumlamadığı bir beden eylemi gerçekleştirmiş olduğu da ortada. İkincisi Hıristiyanlık’ın hangi barışçılığından söz ediliyor. İsa’nın bizzat barışçı olduğu düşüncesi ölümünden sonra yazılan ilk İncil’e Pavlos tarafından kondurulmuştur. Doğruluğu dinler tarihinde hâlâ tartışılır. Yani Jacinda Ardern, bu Hıristiyanlığın propagandasını mı yapacaktı? İçten gelen bir acıyla sarılmıştır o kadar. Ülkesinin kültürel kodlarına meydan okuyarak hem de.Sağ olsun. C MY B