Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 20 EKİM 2019 Nobel Edebiyat Ödülü’yle gündeme geldiler Romanya’nın yerli ve milli Almanları H erta Müller’in 2009 Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldüğü açıklandığında edebiyat otoriteleri şaşkınlık yaşamıştı. Bazı önemli eleştirmenler onun adını ilk kez Drakula’nın Şatosu. duyduklarını itiraf ederken, bazıları bu ödül le ilgili yorum yapmayı bile reddetti. Onla ra göre, Nobel Edebiyat Ödülü’ne bir kez daha politika bulaşmıştı. Herta Müller, Ça vuşesku döneminde Almanya’ya göçen Ro manyalı Almanlardan biri. Kitaplarında Ça vuşesku dönemini, yaşadıkları baskıları an latır. Herta Müller’in Nobel’i almasıyla, var lıkları unutulmuş olan Romanyalı Alman lar tekrar gündeme geldi. Bu arada Roman ya, Avrupa Birliği’ne üye olmuş, Romanya lı Almanlar “Romanya Alman Demokratik Forumu” adlı bir parti kurmuştu. Olaylar ge lişti. Alman azınlığın kurduğu bu parti yerel seçimlerde başarılar kazandı, parti bünye sinden iyi siyasetçiler çıktı. Sonunda bunlar dan biri, anadili Almanca olan Klaus Iohan nis Romanya’ya devlet başkanı oldu ve halihazırda bu görevi yürütüyor. netmenlerinin tasvir ettiği gibi etrafında ya uzanan coğrafyada, Avrupa Birliği’yle Rusrasaların uçuştuğu köhne, kasvetli bir yer de ya arasında devam eden “nüfuz” mücadele kazıklı voyvoda doğdu Romanya Almanları, Transilvanya’ya 11. yüzyılda bölgeyi yöneten Macar kralların daveti üzerine geldi. Gelenler Saksonyalıydı. Tarım, hayvancılık konusunda bilgili, çalışkan insanlar oldukları için çağrılmışlardı. Dillerine, dinlerine karışılmayacaktı. Daha sonra Bavyera ve Avusturya’dan gelenlerle birlikte Transilvanya’daki Almanların sayısı daha da artacaktır. Günümüzde sadece Transilvanya’nın değil, Romanya’nın en görülmeye değer yerleri bu halkın kurup yüzyıllarca yaşadığı kentlerdir: Sibiu (Hermannstadt), Braşov (Kronstadt), Cluj Napoca (Klausenburg), Sighişoara (Schassburg) bu kentlerin en önemlileri. Romanya’daki ilk matbaalar bu kentlerde kurulmuş, eczacı ğil, Karpatlar’ın yemyeşil doğasında yükselen çok güzel bir yapıdır. Şato gibi şatodur. Transilvanya’dan yüzyıllar boyunca Macarlar, Osmanlılar, Ruslar, Habsburglar geldi geçti, bölge çok savaşlar gördü. Romanya Almanları buna rağmen varlıklarını sürdürmeyi başardı, anadillerini konuşmaya devam etti. 19. yüzyılda Romanya bağımsız bir devlet olmuştu. Ülkeyi bu süreçte yöneten ve bağımsızlığa kavuşturan Kral Karol da Almandı. İkinci Dünya Savaşı’nda Romanya, Hitler’le birlikte Rusya’ya saldırdı. Bundan sonra Romanyalı Almanlar için zor günler başlayacaktı. Savaşın sonunda on binlerce Romanyalı Alman, Stalin’in emriyle Rusya’daki çalışma kamplarına gönderildi. devlet başkanı çıkardılar sinde de kilit rol oynuyorlar. Örneğin Moldova halkının büyük kısmı Romanya ile birleşmek istiyor. Buna karşın Moldova içinde Rusya’nın desteğiyle özerkliğini ilan eden Transdinyester bölgesi kendi gümrük kapılarını kurmuş durumda. Ukrayna’nın durumunu hiç açmıyoruz bile. Romanya’nın tarihi kentlerinden Sibiu. lık, tıp buralarda gelişmiş. O dönem komşu Çavuşesku döneminde ise daha ilginç bir ları olan Osmanlılarla ticari ilişkiler kurmuş süreç yaşandı. 60’lı yıllarda büyük bir işgü lar. Braşov’a kervanların biri gelip biri gider cü açığı olan, Türkiye’den bile işgücü ithal olmuş. Bu arada kentlerin Almanca isimleri eden Federal Almanya, Romanyalı Almanla 2. Dünya Savaşı’ndan sonra değiştirilmiş. ra talip oldu. Çavuşesku, durumu fırsata çe Almanları davet eden Macar Krallar yer virip yıllar içerisinde 200 bin Romanyalı Al lerini Romen Voyvodalara bıraktığında bu manı, “ücreti mukabil” Almanya’ya gönder azınlık için değişen bir şey olmamış. Ör di. “Freikauf von Rumaniendeutschen” adı neğin Bram Stoker’e Drakula romanını ya verilen bu “ticarette”, vasıfsız kişiler 1700 zarken esin kaynağı olan Kazıklı Voyvoda mark, kalifiye işgücü 5 bin mark, akademis Vlad Tepes, bu Alman kentlerinden birinde, yenler ise 10 bin mark kafa parası (kopfgeld) Schassburg’ta (bugün Sighişoara) doğmuş. karşılığında Almanya’ya verildi. Voyvodalığı döneminde oturduğu Bran Şa Sayıları azalmış olsa da Romanyalı Al tosu bile, Voyvodaların dönemi başlamadan manlar, ülkedeki varlıklarını etkili şekilde önce Almanlar tarafından yapılmıştı. Üstelik sürdürüyor. Başta belirttiğimiz gibi devlet bu şato, Bram Stoker ya da Hollywood yö başkanı bile çıkardılar. Tuna’dan Dinyeper’e Tayfun İşbilen Herta Müller’in Nobel’i almasıyla, hatırlandılar, varlıkları unutulmuş olan Romanyalı Almanlar. Bu arada Romanya AB’ye üye olmuş, “Romanya Alman Demokratik Forumu” adlı bir parti kurulmuştu. Fotoğraflar: Meltem Akdeniz İlişkiden ne anlıyoruz? A rkadaşlarım bana “ilişkiler üzerine yazsana” deyip duruyor. Yazayım yazmasına da yorumlarım öznel olacağından bu konudan biraz uzak duruyordum. Sonuçta her ilişkinin kendine ait dinamiği var. Benim kalkıp sadece kendi tecrübelerim üzerinden ahkâm kesmem doğru olmaz. Ama yine de madem arkadaşlarım istedi, o zaman karalayayım bir şeyler… İlişki dediğimiz şey genellikle farkında olunmayan bir mülkiyetçilik üzerine kuruluyor aslında. Yani böyle kurulan ilişkilerin yüzdesi çok yüksek demek istiyorum. Ve maruz kaldığımız birçok öğreti ve kültürel yapı özellikleri de bunu destekliyor. Geçenlerde günümüzde geçen bir dizinin tanıtımında gördüm mesela. Bir ilişkinin bitiminde kadın adama “Bana yâr olmazsan seni kimseye yâr etmem” diyor. Al sana mülkiyetçiliğin zirvesi. Yani kadın diyor ki, “Ben seni seviyorum, sen de beni sevmek zorundasın ve bu ilişki devam etmek zorunda. Beni sevmezsen başkasını da sevemezsin. Hatta buna kalkışırsan seni fena yaparım.” Bunun tam tersi durumlar, yani erkeğin kadına böyle davranması zaten bırakın dizileri, ne yazık ki süregiden toplumsal yaşamda çok kötü sonuçlarla karşımıza çıkıyor. Sorun zihinlerde, sorun psikolojide. SEV AMA ÖYLE SEVME Sevdiğimiz her şeyi mülkiyetçi bir anlayışla seviyoruz. Yani bir ilişki başladığında taraflar hemen sonsuz bir birlikteliğin adımını attığını düşünüyor. Elbette ki romantik ve keyif veren bir bakış açısı. Bunun ardından da taraflar birbirinin sahibi olduğunu düşünmeye başlıyor. Elbette ki iradesi olan bir canlıya sahip olunamaz. Çünkü bu irade birey ve özgür olmayı temsil ediyor. Taraflardan birinin bir gün ilişkiden vazgeçmesi de ne yazık ki bu iradenin diğer taraf için kötücül ve ürkütücü bir güç gibi algılanmasını getiriyor. Sonrası ise ne yazık ki şiddet, cinayet hatta bazen katliam. İşte temelde insanın çözmesi gereken şey, sahip olmadan sevebilmek. Sadece ikili ilişkilerde değil, çoluğu çocuğu da sahibi olmadan sevmen gerekir. Sahibi olmadan sev ki hem karşındaki bireyliğini koruyabilsin hem de seni seviyorsa hür iradesiyle sevsin. Ha bir de “beklentiler” var. O da sadece ikili romantik ilişkilerle değil, genel olarak hayatımızın tamamıyla ilgili. Ama o başka bir yazının konusu. Sancıyan duygular, düşünceler... 1 Günlük koşturma içinde sağlığını düşünmez insan. Hafif sıkıntılarını görmezden gelir, doktora gitmeyi erteler. Kesin hükümler içinde yanılma payı barındırır, yine de böyle düşünürüm. Hep kendimizden daha önemli meseleler peşinde olduğumuzu sanırız. Beden, inatla bize kendini anımsatır, özen göstermemizi ister. Şuna eminim artık; çağımız insanı öncelik saptamak konusunda becerili değil. Üstelik bunca uyarıcı karşısında çaresiz! 2 Dünyanın farklı ülkelerinde yapılan benzer araştırmalar uyanır uyanmaz, hemen telefonu elimize aldığımızı, iletilere ve sosyal medya etkinliklerine baktığımızı gösteriyor büyük çoğunluğumuzun. Hep eksiklik duygusu içinde yaşıyoruz, bir şeyleri kaçırdığımız endişesi taşıyoruz. Kuşkusuz bulunduğumuz yerin ötesinde bir dünya var, bizim dışımızda her an türlü olaylar gelişiyor. Tamamına yetişmek, bilmek mümkün değil. Gerekli de değil ayrıca. 3 K üçük bir sıkıntı için doktora başvurdum, tetkikler yapılırken başka bir soruna rastladılar, ameliyat olmam gerektiği ortaya çıktı, karar verdim ve hastaneye yattım. Çok güç olmayan bir ameliyat bu aslında! Bunun bir yalan olduğunu biliyorum gerçi. Her müdahale zordur. Narkoz aldınızsa eğer, bedeniniz kendini onarmak için süre istiyor. Size vaat edilen kısacık zamanda ayağa kalmak, günlük işlere karışmak kolay değil. Tüm takvim yeniden yapıldı. “İki günde ayaktasın” şehir efsanesidir. Evet, ayaktasın ama nasıl? Narkozdan odaya geçince, o ilk gece, garip bir rüyanın içinde sayar kişi kendini. Artık ağrı hissedilmesin diye pek çok önlem alınıyor. Bu da hakikatinizle karşılaşmayı erteliyor. İlginçtir, eğer paranız varsa iyi koşullarda, otel konforunda konaklıyorsunuz. Sanki beden ticari kurumla anlaşmış gibi, gerçek sorunları eve çıkınca gösteriyor. Bunu da hesap ettiklerini varsayıyorum doğrusu. Etrafa şöyle bir baktım. Gelen giden, sevenler, ekranda haberler açık, göz ucuyla izliyorum, bir yandan harekât başlamış. Ben yatmak zorundayım. Hakikat bulunduğunuz koşullardır! 4 Başucuma bir iki kitap koymuştum. Doğrusu uyku tatlı geldi, iki gece derin uyudum. “Yorgunluk nedir” diye düşündüm. İnsan ancak taşıyacağından fazla yükü sırtlanırsa yorulur. Ya da sevmediği işlerle uğraşmak zorundaysa! Bu kez karşıma “sevilen işler nelerdir?” sorusu çıktı. Yazı yazmak, okumak, yaratıcı olan eylemlerin tümü, sahne, ekran sevilesidir. Yalnız burada seçici olmak zorundayız. Artık genç değilim bunu fark ettim. Kıs kıs güldüğünü görüyorum kimilerinin. Herkes bir dönem gençlik taslar. Bu salt bedensel olarak görülmez. Düşüncenin, eylemlerin yükü vardır. Anıların. Bir de en önemlisi yaşadığımız çağın, o tarihsel sürecin, yani ülkenin yükü hissedilir. Gam Allen’in Paris’te Gece Yarısı filminden... sız olmak mümkündür. Lakin elde değil, bir kez sorumluluk duygusu gelişti mi, vazgeçemez insan bundan. Yatakta harekât üzerine düşünmeden edemedim. Her yanı yanlış bu eyleme alkış tutanlara baktım, keşke narkozun etkisi daha uzun sürseydi de bu yalanı, bu utancı görmeseydim, diye düşündüm. 5 Bu çağda dinlenmek demek, uyarıcılardan korunmak anlamına gelir, yani eğer dış dünyadan soyutlanmayı becerirse kişi, özgürleşir bir ölçüde. Ne tür bir özgürlük bu? Kendini kandırmaya özgürlük denebilir mi? “Çok yalnızız” dedi dostum söz arasında. Neden büyüttüm bu basit cümleyi. Yalnızlık övülebilir. Oysa buradaki anlamı çaresizliktir. Yalnızız, çünkü gürültücü kalabalığa katılmadan, hakikati görerek itiraz ediyoruz. Siyasal iktidarın buyruklarına katılan çılgın kalabalık karşısında kendimizi korumaya çabalıyoruz. Ne kadar güçtür bu. Al sana başka yorgunluk daha! İnsanın düşüncesi, duygusu sancır mı? Woody Allen’in bir filmi vardı Paris’te geçen, sü rekli geçmiş özlemi duyan birinin öyküsüydü. O geçmişe gidince, kendine benzer, çağından ve durumundan hoşlanmayan, geçmişe özlem duyan birileriyle karşılaşıyor. Sonra? Birlikte daha geriye gidiyorlar. Durum aynı. Demek kendini “çok yalnız” hisseden insanlar aynı ülkede yaşıyor. Farklı çağlarda ama aynı ülkede! Buna “öteki” olmak, “yabanlık” diyemeyiz. Daha öte bir tanım gerek, mesela “ayrıksı, aykırı” gibi. Bu da klasik tarif! Bir tür huysuzluk işte… 6 K olombiyalı yazar Juan Gabriel Vasquez’in “çarpıtma sanatı” adlı kitabını okudum. Kaç zamandır tekrarladığım bir fikrin altını çiziyor. İyi bir okur, başkalarıyla vakit geçirmek yerine, bir an önce koltuğa gömülüp, kitabıyla baş başa kalmak ister, diyor. Tam da böyle düşünüyorum. Boşa zaman harcamanın anlamı ne? Kim, yeni, heyecan veren bir cümle kurabilir ki? Oysa kitaplar sıkça sorular sorar, bolca yanıtlar verir. Üstelik başka dillerde, farklı tarihlerde, yüz yüze olma talihine asla kavuşamayacağımız bin bir insanla buluşturur bizi. “Kurgu okumak bir uyuşturucudur; kurgu okuru bir bağımlıdır. Bütün bağımlılıklarda olduğu gibi, onu açıklamaya yönelik her türlü teşebbüs mutlaka sınırlı kalacak, çünkü er ya da geç akıldışılık duvarına toslayacaktır” diyor çağdaşım Vasquez. İlk bakışta doğru gibi duruyor saptama. Yalnız bu hangi açıdan baktığımızla ilgili! Bana kalırsa okumak dışında çok az işe yarar uğraş var. Meyhaneye gitmek, sevişmek, yüzmek, yürüyüş yapmak, maç izlemek, zevkli ve yüksek perdeden bir tartışmaya girmek belki! 7 H astalığın zorunlu molası iyi geldi doğrusu. Yaşamak, her yeni gün, geceden kalan rüyanın devamını getirme çabasıdır. Yazık ki bunu başarabilen, çevresini buna ikna edebilen kişi sayısı pek azdır. Artık genç değilim bunu fark ettim. Kıs kıs güldüğünü görüyorum kimilerinin. Herkes bir dönem gençlik taslar. Bu salt bedensel olarak görülmez. Düşüncenin, eylemlerin yükü vardır. Anıların.