Katalog
                    Yayınlar
                
                - Anneler Günü
 - Atatürk Kitapları
 - Babalar Günü
 - Bilgisayar
 - Bilim Teknik
 - Cumhuriyet
 - Cumhuriyet 19 Mayıs
 - Cumhuriyet 23 Nisan
 - Cumhuriyet Akademi
 - Cumhuriyet Akdeniz
 - Cumhuriyet Alışveriş
 - Cumhuriyet Almanya
 - Cumhuriyet Anadolu
 - Cumhuriyet Ankara
 - Cumhuriyet Büyük Taaruz
 - Cumhuriyet Cumartesi
 - Cumhuriyet Çevre
 - Cumhuriyet Ege
 - Cumhuriyet Eğitim
 - Cumhuriyet Emlak
 - Cumhuriyet Enerji
 - Cumhuriyet Festival
 - Cumhuriyet Gezi
 - Cumhuriyet Gurme
 - Cumhuriyet Haftasonu
 - Cumhuriyet İzmir
 - Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
 - Cumhuriyet Marmara
 - Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
 - Cumhuriyet Oto
 - Cumhuriyet Özel Ekler
 - Cumhuriyet Pazar
 - Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
 - Cumhuriyet Sokak
 - Cumhuriyet Spor
 - Cumhuriyet Strateji
 - Cumhuriyet Tarım
 - Cumhuriyet Yılbaşı
 - Çerçeve Eki
 - Çocuk Kitap
 - Dergi Eki
 - Ekonomi Eki
 - Eskişehir
 - Evleniyoruz
 - Güney Dogu
 - Kitap Eki
 - Özel Ekler
 - Özel Okullar
 - Sevgililer Günü
 - Siyaset Eki
 - Sürdürülebilir yaşam
 - Turizm Eki
 - Yerel Yönetimler
 
                        Yıllar
                    
                    
                
                    Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
                    Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
                    Sayfayı Satın Almak İstiyorum
                
            
                15 TEMMUZ 2018, PAZAR aydın tonga  Din bu  SAYFA 3 THERAPIA ALPER HASANOĞLU  24 Haziran’ın başarı anahtarı AKP’nin ‘iktidarcı’ din söylemi  Dini kaygılarla hareket eden ya da dine de bir pencere açarak siyaset yapan partiler, beklenildiği üzere dinin buyurduğu “öğüt ve emirleri” göz önünde bulundurur, bu minval üzere politika üretirler. Zira mensubiyet mesuliyet gerektirir. İslam dininin kutsal kitabı Kuran’da ve peygambere ait olduğu öne sürülen sözlerde dünyevi konulara dair uyarı ve hükümler söz konusu. Örnek vermek gerekirse adalete vurgu yapar Kuran; ihtiyaçtan fazlasının dağıtılmasını öngörür; israfa karşı çıkar; rüşveti ve hırsızlığı kesin bir dille reddeder. Hadislerde de benzer uyarılar söz konusudur. Örneğin şu hadis oldukça çarpıcıdır: “Bir kısım insanlar, Allah’ın mülkünden haksız bir surette mal elde etmeye girişirler. Halbuki bu, kıyamet günü onlara bir ateştir, başka bir şey değil.” (Buhârî, Humus, 7) Hal böyle olunca ve din, toplumsal sorunlara karşı ilahi mesaj olarak okununca, dini endişelerle hareket eden siyasal örgütlenmelerin yukarıda ifade edilen uyarıları gündemine almaması düşünülemez. Saadet’in hüsranı Son seçimlerde Saadet Partisi tam da bunu yaptı bence. Üstelik bunu dini vurgu ve tonlamalara bulaştırmadan gündeme getirdi. Siyasal vaatlerini, toplumsal sorunları göz önünde bulundurarak gerçekleştirdi. Yoksulluk, gelir dağılımı adaletsizliği, hukuksuzluk ve bir bütün olarak yaşanan eşitsizliğe vurgu yaptı. Halihazırda süregelen sorunları ekonomipolitik bir düzlem içerisinde okudu ve inanılan dini hükümleri de göz önünde bulundurarak yaşama karşı daha canlı, samimi bir yerde durmayı tercih etti. Sonuç hüsran! Peki, neden böyle oldu? Sorun, yalnızca bugünle sınırlı değil aslında. İslam tarihi belirttiğimiz bu çelişkili durumun örnekleri ile dolu. Örneğin Hariciler diye bilinen dini/po  Tarih boyunca dini başat bir öğe olarak kullanmasına rağmen, toplumun acılarına uzak kalan ve bir biçimde ‘başarılı olan nice dini/siyasi hareket ortaya çıkmıştır. Onlar, dinin ‘söylem’ pratiğini kullanarak esasta kurmak istedikleri iktidarı hayata taşıdılar. litik İslam ekolü kendi dönemin en “devrimci” söylemleri ile ortaya çıkmıştır. Hariciler halifelik için seçimi şart koşarlar ve halifenin mutlak biçimde “adil” olmasını isterler. Aksi durumda halifenin görevinden azledileceğini, dahası öldürüleceğini belirtirler. Yine onlara göre halife seçilmek için özel bir kavme yani Kureyş ya da Haşimilere mensup olma zorunluluğu yoktur. Bir köle bile halife olabilir. Çok daha önemlisi, kimi Haricilere göre halifeliğe bile gerek yoktur. Haricilerin akıbeti mi? Hiç de parlak olmamış, aksine yıllar içerisinde itibarsızlaştırılarak en sonunda tarih sayfalarına “kriminal” bir vaka olarak kaydedilmişlerdir. Bu arada ifade edelim ki Haricilerin elbette eleştirilecek pek çok görüşü vardır; lakin bu görüşler onların yukarıda ifade ettiğimiz katılımcı siyasal söylemlerini ve onun özgünlüğünü ortadan kaldırmaz. Buna rağmen Hariciler hep kaybeden, kaybettirilen hareket olmuştur. Öte yandan yine tarih boyunca dini başat bir öğe olarak kullanmasına rağmen, toplumun acılarına  uzak kalan ve bir biçimde “başarılı” olan nice dini/ siyasî hareket vardır. O hareketler dinin “söylem” pratiğini kullanarak esasta kurmak istedikleri iktidarı hayata taşıyıp, iktidar bir kere ele geçirildikten sonra da dinin bam tellerini terk etmiştir. Çünkü o bam tellerine dokunulursa gösterişle namaz kılanlar açığa çıkacak, israf sofraları ile yüzleşilecek, yoksulluk kaderdir diyenlere infak hatırlatılacak ve ezcümle söylemin din iktidarı yıkılacaktır. AKP neden kazandı? Dolayısıyla, son seçimlerde “dindar” seçmenin Saadet Partisi’ni değil AKP’yi tercih etmesi bu anlamda söylem dilinin başarısı ile ilgilidir. AKP, seçimlerde hakikatte yaşanan sorunları gündeme almamasına rağmen, arkasına aldığı iktidar gücü ve “din söylemi” ile bu sonucu ortaya çıkardı. Üstelik bu durum yalnızca Türkiye örneğiyle de sınırlı değildir; bugün İslam dünyası adeta bir söylemin etrafında durup dönmektedir.  TAYFUN ATAY  Şaheser bir ‘Şahsiyet’  Kurgu  Unutmak ya da öldürmek:  Mesele bu!  Aylardır 24 Haziran seçimine endeksli ve etkisi hâlâ devam eden siyasi anafor herkes gibi beni de öylesine içine çekti ki çok önemli bir çalışmayı es geçtik. Neredeyse suçluluk duygusu içindeyim! Dizi film tarihimizde “edebiyat”a en yakın yapıt olduğu söylenebilecek Şahsiyet’in hakkını verememiş olmaktan kaynaklı bir duygu ve düşünce hali bu. Hâlbuki 12 bölümlük dizi, martta dijital platform Puhutv’de yayına girdiğinde hem ekibin heyecanını paylaşma imkânı bulmuş, hem de çok şey vaat eden içeriğiyle güçlü başlangıcına tanık olmuştuk. Sırlarla sarmalanmış hikâyenin bizi nereye sürükleyeceğinin belirsiz olduğu o ilk izlenimler faslında söyleyebildiğimiz, karşımızda “Alzheimer”in günümüzde bir bireysel hastalık, yani “anomali” değil, toplumsalkültürel bir “normal” olduğu teziyle çıkan bir yapıt bulunduğu idi. “Tüketim ve hız çağı”nda mazi, insanlık halinin bir parçası olmaktan çıkıyor; geleceği bile tarih kılabilecek kapasiteye ulaşmış teknoekonomik akış eşliğinde “toplumun Alzheimerlaşması”ndan dem vurulabilecek bir noktaya geliniyordu. Bu yüzden, geçmişsizgeleceksiz bir “yekparekopuşsuz an”da varlık bulan insan için unutuş, unutmak, unutkanlık eşyanın yeni tabiatı; yani “doğal”ı, normali idi. “Anormal”i değil…  İzlemek için hâlâ geç değil Şahsiyet bunu tematize edecek gibi görünüyor diye yola çıktık ama geldiğimiz nokta, elbette bu tematik girdi sıfırlanmaksızın, onu kat be kat aşan bir memleket trajedisine, suçuna, utancına ilişkin yakıcı bir sorgulamaya çıkardı bizi… 8 Haziran’da sunulan final, hem korkunç hem müthiş, hem dehşet verici hem mükemmel, hem iç kıyıcı hem yapıcı, hem çok acı hem çok güzeldi. Dijital ortamda dizi, sorumluluk, vicdan ve “şahsiyet” sahibi vatandaşların ilgisine hâlâ açık olduğu için hikâyeyi ne kadar açabilirim, bilmiyorum. “Çocuk …” deyip başlasam, devamını getireceğim ikinci sözcük bile izleme tadını bozacak bir “spoiler” etkisi yapar. O yüzden genel çerçevede biriki cümle sarf etmekle yetineceğim. Şahsiyet’i izlediğinizde canavarlığın sıradan ve âdetten olduğunu düşünürken, buna karşılık ‘cinayet’in nasıl da suç olmaktan çıktığı,‘nefsi müdafa’ya dönüşebildiği üzerine kafa yoracaksınız.  Haluk Bilginer ve Cansu Dere’nin başrollerini paylaştığı Şahsiyet, Müjde Ar, Hüseyin Avni Danyal, Metin Akdülger, Şebnem Bozoklu, Necip Memili, Recep Usta, Fırat Topkorur, İbrahim Selim’in oyunculuklarıyla zenginleşiyor.  Şahsiyet’i izlediğinizde, canavarlığın sadece ve sadece insana özgü (“kültürel”) olduğu; canavarlaşmış bir toplumsal dünyada hasara uğrayanların ise önünde iki seçenek bulunduğu noktasına geleceksiniz: Ya unutmak ya öldürmek. Ya hafızanızı köreltmek (“Alzheimer”) ya da katil olmak (cinayet). Şahsiyet’i izlediğinizde “canavar”lığın nasıl da sıradan, âdetten, “gelenek”ten, kendiliğinden olduğunu düşünürken, bunun karşısında da “cinayet”in nasıl suç olmaktan çıktığı ve bir “nefsi müdafa”ya dönüşebildiği üzerine kafa yoracaksınız. Şahsiyet’i izlediğinizde şu gök kubbe altında yaşadıklarınıza dair bir dolu çağrışımla da sarmalanarak, hayatın içinde canavarlığın nasıl hukukileşebileceği, buna karşılık adaletin de nasıl cinaileşebileceğinin efkârına kapılacaksınız. Bir elde kitap, bir elde ekran Ne ölçüde mümkün bilmiyorum ama gelin şu geride bıraktığımız siyasi hercümercin ve seçim sonrası şimdi karşımızdaki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi “temaşa”sının dayanılmaz ağırlığından sıyrılmayı deneyin (ama elbette, sakın ha sakın ne yaşadığımızı “unutmadan”!). Daha hafif, sakin, ferah şu yaz ortamının havasına girmeye çalışın. Biliyorum ki nereden olursanız olun ekran, tablet ya da “mobil” olarak elinizin altında olacak yaz boyu... Sorun değil, ekrandan kaçış yok. Ama bir elinizde ekran, bir elinizde kitap olsun; yazlıkta, sahilde veya serin bir ağaç gölgesinde… Bir elinizde kitap formatında Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, diğer elinizde ekran formatında Hakan GündayOnur Saylak ikilisinin Şahsiyet’i olsun… Açın etkileşimsel şekilde her ikisini de… Hem okuyun hem izleyin!.. İnsanlığımızın iyilik ve kötülük, meleklik ve şeytanlık, merhamet ve canavarlık bakımından bize nasıl “ters köşe”ler yapacak bir diyalektik akış içinde olduğunu hep hatırda tutmak, hiç “unutmamak” için… Artık hayatımızda bir “kültürelevrensel” haline gelmiş “Alzheimer”la da başa çıkmak için!..  Zorla kimlik olmaz!  Bugün (perşembe) yazımın başına keyif veren  bir heyecanla oturdum. Lise yıllarında antropo  lojiye merak duymamı sağlayan değerli hocamız  Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’ten (kendisiyle bir süre  dir mail üzerinden fikir alışverişinde bulunuyor  duk) geçen haftaki ‘Yar bana bir kimlik’ başlık  lı yazımı ilgiyle okuduğunu ama yazdıklarıma bü  yük ölçüde katılmadığını belirttiği bir eposta al  dım. Onun 1993 yılında ilk baskısı yapılan ‘Türk  Kimliği’ kitabını o zaman edinip okumuştum ama  göçmenlik yıllarımda kitap kaybolup gitmişti işte  ve ben kitabın yeni baskılarına da bir türlü ulaşa  madım. Sayın hocamız o kitabın dördüncü bölü  münü okumamı tavsiye ediyor ki en kısa zaman  da okuyacağım.  Belki bir yanlış anlamaya neden olmuşum  dur, bir köşe yazısının kaleme alınmasındaki zo  runlu acele nedeniyle. Hocamızın varsaydığı gi  bi, “Türk’ün Atatürk’ün icadı” olduğunu iddia et  medim geçen haftaki yazımda, ancak Türk’ün  kim olduğunu son tahlilde Kurtuluş Savaşı’nı ka  zanan komutan olarak Mustafa Kemal’in tanımla  dığını belirttim.  ^¡^  “Anayurtlarını terkedip dünyaya yayılan Türk  boyları hemen her ülkede kendi boylarını bıra  kıp o ülkenin adını aldılar, Anadolu’da ise dilleri  ni kabul ettirip Türk kaldılar” diye belirtiyor mek  tubunda sayın Güvenç. Özellikle Budizmi benim  seyen Türk boylarının Çinlileştiğini ve Türkçe ko  nuşmaktan vazgeçtiğini ben de elimdeki kay  naklarda okudum. Ama Türk boylarının büyük  kısmı, sayın Güvenç’in belirttiğinin aksine konuş  ma dilini terketmiyor bir yere göç ettiğinde. Ama  Türkçe çok geç dönemlerde yazı dili olduğu için,  yerleşik hayata geçen Türk boyları konuşma dil  lerini korudukları halde resmi yazışmaların yapıl  dığı dil olarak Çince, Arapça ya da Farsçayı be  nimsemek zorunda kalıyordu. Benim elimdeki  kaynaklardan ulaşabildiğim bilgi bu yönde.  Anadolu’da da benzer süreç gerçekleşiyor as  lında. Rumî (Anadolu) Selçuklu Devleti’nin res  mi dilinin Farsça, medresedeki dilin de Arap  ça olduğunu biliyoruz. Halk tabii ki Türkçe ko  nuşuyordu. Osmanlı Devleti’nin resmi dilinin en  başından beri Türkçe olmasına rağmen, medre  se eğitimi alan devlet adamları Arapça ve Fars  ça da biliyordu. Bunun etkisiyle de, günümüz  de elit kesimin İngilizceyle karışık garip bir Türk  çe konuşması gibi, o dönemin elitleri de Farsça  ve Arapçayla karışık bir dil kullanmaya başlamış  lar ve bunun sonucunda Osmanlıca denen garip  liğin ortaya çıkmasına yol açmışlardı.  Bu arada Osmanlı’nın kendisine Türk demedi  ğini, Anadolu halkının Türkçe konuşmasına rağ  men kendisini esas olarak Müslüman diye tanım  ladığını biliyoruz. Ve bence bunda garip, kötü ve  anlaşılmayacak bir yan yok. Türk’ün göçebe ol  masında küçümsenecek bir şey olmadığı gibi,  sert ve şiddetli bozkır koşulları nedeniyle yumu  şacık iklimlerde ve verimli topraklarda yaşayan  diğer topluluklara kıyasla daha sert ve şiddete  meyilli olmalarında da garipsenecek ve utana  cak bir durum yok.  ^¡^  Sayın Güvenç, “Meşrutiyetçilere ve Genç  Türklere, Türklüklerini hatırlatan Üç TarzıSiya  set yazarı Kazanlı tarihçi Yusuf Akçura oldu,” diye  belirtiyor. Sayın Güvenç’in de belirttiği gibi Ak  çura ve onunla birlikte Ziya Gökalp kaybedilen  Balkan Savaşları ve ardından gelen ‘Büyük Savaş’  felaketi sırasında ve sonrasında Türk milliyetçili  ğinin yükselmesinde önemli rol oynadılar.  Aslında böyle bir okuma yapınca sayın ho  camız Bozkurt Güvenç’le ciddi bir anlaşmazlı  ğımız olmadığını düşünüyo  rum. Ama bu konuda değer  li fikirlerini bizimle paylaş  mak isterse, sanırım yayın  yönetmenimiz Tayfun Atay’ın  Cumhuriyet Pazar’ın sayfala  rını ona açacağından eminim.  Madem hocamız saye  sinde hiç hesapta yokken  hızla Osmanlı’nın son dö  Ziya Gökalp  nemlerine sıçradık, bugün  için burada kalalım. Bir İs  lam devleti olan Osman  lı İmparatorluğu’nun son yıl  larında, özellikle 2. Meşru  tiyet sırasında Batıcılık, Os  manlıcılık ve İslamcılık ara  sında bocalıyordu Osmanlı  entelijansiyası. Fransız Dev  rimi sonrasındaki hızlı deği  Yusuf Akçura  şimlere, aynı coğrafyada yer almasına rağmen Osman  lı gerekli tepkiyi gösteremedi ve uyum sağlaya  madı. Gecikmiş bir şekilde, Ziya Gökalp Avrupa  lılaşmış bir İslamTürk toplumu hayalleri kurar  ken, Akçura Osmanlıcılık ve İslamcılığı bir kena  ra bırakıp Türkçülüğün yeni devletimiz için en  uygun siyaset olduğunu düşünüyordu. Belki bir  azınlık olarak Rus topraklarında doğmuş olma  sı nedeniyle de Türkiye’de Türkçülüğün gelece  ğini Gökalp’ten önce kavramıştı. Gökalp kültür  ve dini, Türk kimliğinin ana unsurları olarak gö  rürken, Akçura ırk ve dil birliğini ön plana çıkarı  yordu. Bu da Mustafa Kemal’in laik devlet anla  yışına paralellik göstermişti.  Bu konuya geri dönmek üzere şimdilik dura  lım. Sayın hocamız Güvenç’in bu yazıyı da dik  katle okuyup beni yönlendirecek bir yazı kale  me alıp bize göndereceğini umuyorum. Bu arada  ben gelecek hafta Atatürk’ün Türk kimliğini inşa  etmek için nasıl bir tarih tezi ve dil teorisi “icat”  ettirdiğini yazacağım.  C MY B   
            
    
