01 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 28 EYLÜL 2014 / SAYI 1488 Tek isteğimiz yurdumuza dönmek... ESRA AÇIKGÖZ Büyük bir aile olarak yaşıyordu Ezidiler. Ne dış dünyanın hırslarıyla, ne de koşturmacasıyla bir bağları vardı. Sonra “Ortadoğu’nun en vahşi” hareketi diye adlandırılan IŞİD çıktı. Ve yüz binlerce Ezidi topraklarından edildi. Üstelik onlar şanslı olanlar. Olamayanlar, öldürüldü, köle pazarlarında satılıyor. Şengal’den kaçanların sığındığı Newroz Kampı’ndaki her Ezidi’nin öldürülen ya da kaçırılan bir yakını var. Bütün feryatları, onların ve de topraklarının IŞİD’den kurtarılması için. Kampta hemen herkes ailesinden birilerini kaybetmiş, kimi ölmüş, kimi kaçırılmış; bu gözyaşları onlar için... altında bulunan bu topraklarda, bana IŞİD’in vahşetini en çok hissettirenlerden biri bu oluyor. O kaçış yolculuğunda neler yaşandı ki; din inançlarına aykırı olan şiddet, öldürmek gibi eylemleri gerçekleştirme adına eline silah alıp savaşa katılabiliyorlar. Düşüncem, kampın ileri gelenlerinin de bize katılmasıyla bölünüyor. Onlar anlattıkça yanıta yaklaşıyorum. Hamuray Hoke, “Bu Ezidilerin inançları yüzünden yaşadığı 74. katliamdır” diyor. Kim bilir bu katliamlardan kaçına tanık olmuştur dedirten yüzündeki çizgileri sinirlenince daha da belirginleşiyor: “İnsanlık karşıtı faaliyetlerde bulunan IŞİD’e karşı biz de Şengal’i korumaya çalışıyoruz. Bize yaşattıkları acıları onların da yaşamasını diliyoruz. IŞİD bir kanserdir. Biz de savaşmak istiyoruz, çünkü bugüne kadar binlerce kızımızı kaçırdılar. Oğullarımızın kanları onların ellerinde”. Şengal dağına kaçıyor. Aç, susuz, yalın ayak kaçan Ezidileri, IŞİD’in bulması zor olmuyor. Şengal dağında IŞİD etraflarını çevirdiğinde YPG Rojava’dan Şengal’e uzanan bir güvenlik koridoru açıyor. IŞİD’in zaman zaman arkalarından dolanıp pusu kurduğu, mayınlar döşediği koridorun güvenliği sürekli yeniden sağlanarak, çoluk çocuk binlerce Ezidi kurtarılıyor. Ya kurtarılamayanlar? Erkekler öldürülüyor, kadınlar kaçırılıyor. Şimdi biz kiminin köle pazarında 10 dinara satıldığını duyuyoruz. Maksat para kazanmak değil kuşkusuz, bir halkı aşağılamak, asimile etmek, köleleştirerek ırka dayalı bir hiyerarşinin altına yerleştirmek, halk olma bilincini yok etmek... Sayıları tam olarak bilinmiyor satılan kadınların, ancak Newroz Kampı’ndaki pek çok Ezidi’nin kaçırılan bir, birkaç yakını var. Beyaz eşarbıyla gözlerini sildikten sonra yolculuğunu anlatmak için ağzını açıyor yaşlı Ezidi kadınlardan biri, ailesinden on kişiyi kaybetmiş. Erkekleri öldürmüşler. Kadınları kaçırmışlar. Bir bir isimlerini sayıyor. “Bir haber alamadık onlardan” diyor. Cümleyi bitirmek sanki onları öldürmek olacakmış gibi susuyor. Sessiz, sessiz ağlıyor. Sadece o mu? Bir kadının üç kızkardeşi kaçırılmış. Diğerinin iki çocuğu ve eşi öldürülmüş. Öldürülen kızını gömemeden kaçmak zorunda kalmanın ağırlığı var bir başkasının kalbinde. Sadece torunuyla kampa gelebilmiş yaşlı bir ana çocuklarının yolunu gözlüyor. “Benim kendi ailemden ölüm olup olmaması önemli değil” diyor kadınlardan biri dimdik gözlerimize bakarak, “Biz bütün Ezidiler bir aile gibi yaşıyorduk. Bizi dört bir yana dağıttılar. Bu aileyi katlettiler. Pek çok insan öldürüldü. Eğer kurtarılmasaydık hepimizi kılıçtan geçireceklerdi”. Pek çok Ezidi gibi onun da akrabaları yurtdışında. Ama o Rojava’dan ayrılmak istemiyor. Çünkü Şengal’e geri döneceğine dair umudu diri. “Biz kendi ülkemizde kalmak istiyoruz” der demez, çadırdaki diğer Ezidiler de başlarını sallayarak onaylıyorlar onu; “Bizim ülkemiz Avrupa’dan çok daha güzeldir. Her yerden güzel. Ülkemizi seviyoruz. Durum düzelene kadar burada kalacağız.” Bizim için savaş bölgesi olsa da, onlar kendilerini bu kampta güvende hissediyorlar. Bize bunları neden mi anlatıyorlar? “Aslında bizim bu heyetten beklentimiz, isteğimiz bu yaşadığımız katliamları ayrıntılı şekilde bütün kamuoyuna bildirmeleri. Herşeyden önce ülkemiz elimizden alındı. Çocuklarımız bizden uzakta. Kadınlarımız satılıyor. Bunların duyulmasını ve ülkemize dönme koşullarının yaratılmasını istiyoruz. Tüm dünyadan, Türkiye’den de talep ettiğimiz tek şey bu, yurdumuza gitmemize yardım etsinler. Başka bir şey istemiyoruz”. l K üçücük bedenine inat kocaman bir bohçayı yüklenmiş, ağırlığı dizlerine yükleye yükleye yürüyor tozlu yolda. Yükün ağırlığından daha büyük bir acı boğazında düğümlenmiş, yüzüne vuruyor. Kim bilir kaç saattir bu halde, ama biz sadece bir deklanşöre basımlık haline tanıklık ediyoruz... Onun yaşanmamış yıllarından, sayılı günleri kalmış başka birine çevriliyor dikkatimiz. Tekerlekli sandalyesiyle çölün ortasında yol alarak kendini vahşetten kaçırmaya çalışan yaşlı bir kadına. Ondan, birini koltuğunun altına sıkıştırdığı, diğerini elinden çekiştirerek yaşama yol alan bir anneye; iki çocuğu yol boyunca kaybolur da IŞİD’in kanlı ellerine kalır korkusuyla kendine bağlamış başka birine... Birkaç gündür Türkiye’nin Suruç sınırından işte bu manzaralar yansıyor. Üstelik onlar “şanslı”lar, saatlerce bekletildikten sonra, insanca yaşayacakları alanlar kendilerine sunulmayacak olsa da hayatta kalma imkânını kazandılar en azından! Kobani’deki IŞİD vahşetinden kaçanlar “sınır” adı verilen bir çizgiyi geçip hayatta kalabilsin diye uğraşan halka gaz bombaları atılıyor, tomalarla saldırılıyor. Oysa uluslararası anlaşmalara göre savaş zamanı sınırlarınıza dayanan insanları almak zorundasınız. Denilen o ki, IŞİD vahşetinden kaçıp aç, susuz, kavurucu güneş altında saatlerce yürüyerek Türkiye’ye ulaşanların sayısı 100 bine ulaştı. Daha da artacağa benziyor. Onları burada nasıl bir hayat mı bekliyor? Daha önceden bu göçü yaşamış Ezidi’lere bakınca anlayacaksınız. Yeni göçle nasıl bir değişim oldu ilmiyoruz, ama şimdiye kadar Türkiye’ye giren Ezidi sayısı 20 bindi. Ağırlıklı olarak Batman, Şırnak, Diyarbakır, Mardin ve Urfa’da misafir ediliyorlar. Batman’da boş 10 Ezidi köyü bu göçle yeniden hayat buldu hatta. Çoğunun kaydı yok. Sağlık, eğitim, hiçbir hizmetten yararlanamıyorlar haliyle. Zaten devletin onları gördüğü de yok. Şimdilik onlara DBP’li belediyelerce ve yardım kampanyalarıyla destek olunuyor. Ancak önümüz kış. Yapılması gereken çok şey var. Sadece Türkiye’de değil, asıl Ezidi göçü Irak’taki Duhok ve Zaho’ya akıyor. 250 bin Ezidi, buralardaki kamplarda, inşaatlarda, köprü altlarında hayatta kalma savaşı veriyor. Türkiye’nin de Duhok’ta kurduğu bir kamp var, ancak henüz faaliyette değil. Geçen hafta, kadın milletvekillerinden, gazetecilerden, sivil toplum örgütü ve meslek odalarının kadın temsilcilerinden oluşan bir ekiple Ezidi kamplarının belki de en zor durumda olanını, Rojava’daki Newroz Kampı’nı, gezdik. Kurak toprakların üzerine kurulmuş çadırların rengi çoktan değişmiş. Tozdan, Rüzgârın serinlik değil, toz fırtınası getirdiği kampta asıl sorun kışın başlayacak. güneşin kavuruculuğundan... Güneş teninizi yakıyor, evet, ama asıl dert rüzgâr, çünkü her estiğinde bir toz bulutunun içine alıyor sizi. Biz, biriki saatlik ziyaretimizde, burun ve boğazımıza dolan tozlarla nefes almakta zorlanır hala gelmişken, onlar günlerdir yaşıyorlar bunu. Bizden sonra da yaşayacaklar. Ama daha kötüsü, tozun kara dönüştüğü zamanda bekliyor onları. Önümüz kış ve herhangi bir yerden yardım alamayan kampı kış koşullarına hazırlamak pek mümkün gözükmüyor. giyim, çocuklara okul, sağlık... Fakat kamp yeni, Rojava da ambargo altında olan bir yer. Bu ihtiyaçları karşılamak gerçekten çok zor. Buranın halkı Ezidileri kendinden kabul ettiği için sofrasındakini paylayışor.” Yedi bine yakın insan yaşıyor bu kampta. Hepsi Şengal’den kaçmış. Çoğu kadın ve çocuk. Evet, tahmin ettiğiniz gibi erkeklerin çoğu IŞİD tarafından öldürülmüş. Kampa sağ salim ulaşanlarsa, ailelerine yeniden yuvalarına dönebilecekleri bir ortam yaratmak için savaşa katılmış. IŞİD’le savaşan bir Ezidi birliği bile kurulmuş. Sadece bu kamptan değil, Türkiye’deki Ezidi kamplarından da birliğe katılanlar oluyormuş. Yoğun saldırı Barzani de, peşmerge de bizi kandırdı Bir öfkeleri de KDP’ye. İhanete uğradıklarını düşünüyorlar. Çünkü Şengal aslında Irak hükümetine bağlı, dolayısıyla peşmerge koruması altında. “Musul düşürüldüğünde, peşmergeye güvendiğimiz için rahattık” diyor Hoke, “bizi savunacaklarını söylümeşlerdi çünkü. Ama ağır silahlara sahip oldukları halde tek kurşun bile atmadan kaçtılar. Katliam yaşandı. Artık KDP’den bir beklentimiz yok. Barzani bizi kandırdı. Biz buradaki güce, halka güveniyoruz. Bizim için savaşan herkese teşekkür ediyoruz”. Katliam başladığında 200 binden fazla Ezidi Ezidiler de artık toprakları için IŞİD’le savaşıyor BM varlığını hissettiren tek şey, çadırlar. Zaten başka da yardımları olmamış. Bir de çocuklar için bir çadır açmışlar, ama o da faaliyete bile geçmemiş. Çünkü Rojava’nın uluslararası statüsü yok. Anlayacağınız, hayatta kalma savaşı veren çoğu çocuk ve kadına bir bardak su verilmesi için bile bulundukları toprakların uluslararası anlamda “var olduğu”nu kabul etmek gerekiyor. Bu olmayınca geriye, ezilenlerin birbiriyle dayanışması kalıyor. Newroz Kampı’ndaki sofralar, Cizire kantonundaki insanların tabaklarındakini ikiye bölmesiyle mümkün oluyor. Bir de Suriye’deki ve Türkiye’deki yardım kuruluşlarının destekleriyle. Kamp görevlisi “Her şey ihtiyaç burada” diyor, “En aciliyse, kamp yerleşiminin kışa hazırlanması. Görüyorsunuz çöl burası, yağmurlar başladığında her taraf çamur olacak. Diğer ihtiyaçlar günlük olarak karşılanıyor; ekmek, Newroz Kampı’nın ileri gelenlerinden Hamuray Hoke en solda... Ü ATAOL BEHRAMOĞLU Üç eylül şiiri ç hafta önceki “Güze Girerken” başlıklı cumartesi yazım beklemediğim ölçüde ilgi gördü, “sosyal medya”da çok sayıda paylaşıldı. İnsanımızın daraltıcı, boğucu günlük politika olay, haber ve yorumlarının mengenesinde bunaldığının bir işaretiydi bu. Yaşamlarımızın şiirden, duygudan, (onlarla birlikte de mizahtan) en çok uzaklaştığı dönemlerden geçiyoruz. Sözünü ettiğim yazı benim kendimi en çok şair hissettiğim zamanların başında gelen Eylül’e bir hoş geldin yazısıydı. Bu haftaki Pazar söyleşisinde ise , Eylül’ü, yeni olmasalar da her zaman yeni baştan yaşanacak güz duygularıyla yazılmış iki şiirimle ve bir şiirimden iki kıtayla uğurlamak istedim… Nice Eylül’lere ve nice Eylül şiirlerine… [email protected] İŞTE EYLÜL İşte Eylül, onu kalp atışlarından tanıyorum Onu ayak seslerinden, saçlarını savuruşundan Sudaki ürperişten tanıyorum onu, ayın dudağındaki uçuktan İşte Eylül, azıcık grileşen tonlarıyla geliyor mavinin Sararmaya yüz tutmuş yeşille, turuncuya özenen kırmızıyla Bir gül goncasındaki utangaç yağmur damlasıyla İşte Eylül, dünyanın bütün acıları birikmiş gibi bir kalpte Özlenen bir sevgili gibi geliyor, bürünüp sabah sisine Ve hazırlıyorum kendimi öpüşlerine Büyük Ada, 2007 EYLÜLÜN GÜNCESİ Eylülün güncesinde mavi bir şey var Güz yapraklarına yazılan Mavi ve sıcak bir şey Bir gözyaşı damlasını anımsatan “Yeni Dörtlükler”den PARİSTİ * Paristi, geceydi, gençtim Koyu, simsiyah akıyordu Seine. Sarhoştum, ıslaktım, esriktim Aşktan, şiirden, kederden… Paristi, bin bir surat Paris Bir zaman benim de sevgilim olan… Kanatır gibi bir akşamüstü Öpünce Eylül dudaklarımdan… * “Paristi” adlı şiirimin ilk iki kıtası (1992 tarihli bu şiirimin bütünü “Sevgilimsin” adlı kitabımda ve Vedat Sakman’ın şiiri daha da çoğaltan ezgilerindedir…) C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle