14 Haziran 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

7 ARALIK 2014 / SAYI 1498 3 Kadın çaresizlikten öldürüyor Kitapta eşini öldüren kadınlarla da konuşmuşsunuz. Kadın ve erkek katiller arasında ne gibi fark var? Kadın kocasından dayak yiyor, işkence görüyor, kimi zaman satılıyor. Ayrılmayı deniyor ancak ya parası yetmiyor, ya gücü. Kocasını terk etmeyi başarsa, yaftalanıyor ya da en yakınları tarafından bile namussuzlukla suçlanıyor. Nihayet eve geri dönmeye mecbur kalıyor. Bu aşamaların hemen hepsi pek çok kadın tarafından yaşanıyor. İşkenceye, satılmaya, dayağa dayanamadıkları noktada ve kaçışları olmadığını anlayınca, en çok da çocukları tehlikeye girince bir cezaevinden diğerine geçmekte beis görmüyorlar. Nigar, yıllarca kocasının tecavüzüne katlanıyor. Bir kere evi terk ediyor, iş buluyor tam kendini kurtaracakken annesi, babası, kocasının akrabaları ahlaksızlıkla suçluyor. Dönmek zorunda kalıyor. Kuzenini azmettirip kocasının cinsel organını kestiriyor. Boğuşurlarken adam ölüyor. “Adamı yaralayıp kaçabileceğini mi sanmıştım?” dedim. “Ben onun ‘şeyinden’ çok çektim. O da cezasını bulsun istedim” diye cevapladı. İşin nereye varacağını bile kestiremiyorlar. Suna’ya “cezaevinde kendini nasıl hissediyorsun” dedim. “Özgür ve emniyette” dedi. Ya ölecek ya öldürecek. Kadına başka seçenek vermiyoruz. l Erkek “seni öldürürüm” diyorsa inanın “Gazeteler 84 yıl ceza diye yazdığında korktum en çok”. Eşini, baldızını ve kayınvalidesini kurşuna dizmiş bir adamın korktuğu tek an işte bu. Ama o ceza da 14 yıla indirilmiş! Burçe Bahadır’ın “Ölü Kadınlar Memleketi” kitabında bunun gibi pek çok örnek var. Cezaevindeki katil erkeklerle konuşuyor Bahadır. Kadın cinayetlerini daha net görmek için bize iyi bir kaynak sunuyor. Ö lü Kadınlar Memleketi, Ayizi Yayınları’ndan çıkan bir kitabın adı. Yazarı, Burçe Bahadır. Ancak bir kitaptan fazlası bu, Türkiye’de kadının, kadınlığın içinde bulunduğu tehlikeyi anlatan kısa bir özet. Zira, geçen yıl 237 kadın öldürüldü, bu yılın ilk altı ayındaysa 139. Üstelik bunlar kayıtlara geçenler. Kayıt demişken sizi bu haberle istatistiklere boğacağımızı zannetmeyin, zira Burçe Bahadır kitabıyla öldürülen kadınları birer rakam olmaktan çıkarıp ete kemiğe büründürüyor. Yan komşumuz, iş arkadaşımız, kardeşimiz işliyor bu cinayetleri. En önemlisi de kitap sadece “kurban”ları ve yakınlarını anlatmakla kalmıyor; katil erkeklere odaklanıyor. Kadın cinayetleri artık katliama dönüştü. Şimdiye kadar hep “kurban”ların hikâyelerini dinledik. Siz, katillerle konuştunuz. Nereden çıktı bu istek, fikir? “İyi iş olur” diye düşünmüştüm başta. Her sabah gazeteyi açıyoruz, malum haberleri görüyoruz. Şöyle bir bakıp geçiyoruz. Hepsini okumuyoruz bile çünkü hikâye çok da değişmiyor: “A.Ç. sokak ortasında M.Ç’yi vurdu”. Kadınlar hiç uğruna, sırf kocalarını ya da sevgililerini terk etmeye kalkıştıkları için sokak ortasında infaz ediliyor. Üç köşeli bir hikâye bu; kurbanlar, katiller ve yakınlar. Aynı olayı her biri farklı açıdan anlatıyor ve siz bütünü ancak bu sayede görebiliyorsunuz. Ben hâkim ya da savcı değilim. Erkekleri yargılamamaya dikkat ettim. Bu olayın “neden”ini anlayabilmek ve gerçeği görebilmekti hedefim. “Bir erkeğin hangi aşamada katil olmaya karar verdiğini, nasıl gerekçeler öne sürdüğünü, toplumun erkekten ne istediğini anlarsak hastalıklı hal almış bu cinayetlerin de sebebini çözebiliriz” diye düşündüm. Bu adamlar kadın ve kadının özgürlüğü başka cinayet işlememiş ama olduğunda, hiç de fark yok, onu iş kadın öldürmeye gelince ne anladım. Mesele “namus” da elleri titriyor, ne de pişmanlık değil aslında. Kadının sevgilisinin duyuyorlar. “Toplum olarak tuhaf olduğunu bildikleri halde, “dön şeyler söylüyor olmalıyız onlara” seni affedeyim” diyorlar. Böylece diye düşündüm. Ayrıca katillerle döndüğünde daha çok eziyet röportaj yapmanın “cazibe”sine de kapıldığımı itiraf etmeliyim. Sadece ESRA edebilecek. Kimi erkek de, kadın terk ettiğinde toplumda “iş” olarak düşünürsek ciddi tecrübe edindim. AÇIKGÖZ itibarsızlaşacağını düşünüyor. Büyük ihtimalle dalga geçecekler, En zoru neydi? arkasından konuşacaklar. Başka Kuşkusuz yakınlarla konuşmaktı. Bir yol yokmuş gibi hissediyorlar. Tabii az ceza baba ve ablayla görüştüm. Süreç boyunca alacaklarını bilmenin rahatlığı da var. Bu arada kurbanların yanında olmuşlar ama ikisinin iki tip erkekle karşılaştığımı söylemeliyim; de elinden bir şey gelmemişti. Katiller toplum dayatmasına karşı çıkamayanlar öldüreceklerini muhakkak söylüyor. Hem ve şiddeti zevk olarak görenler. Veysel ilk de defalarca. O yüzden kitabın sonunda gruptandı ama Hamit ikincisiydi. Sokağa çıkan “Bir erkek seni öldürürüm diyorsa, kadın kadın Hamit’in gözünde ahlaksızdı. Dövmek, ona inansın” diyor kurbanın ablası. Karakola korkutmak sadistçe bir zevk veriyordu ona. gidiyor, şikâyetçi oluyorlar. Genellikle sonuç çıkmıyor. Seda’nın babası “Kızına sahip Cinayete giden yolun taşları çıksaydın” diye karakoldan gönderiliyor mesela. Başka bir kadın 100 defa şikâyetçi Konuştuğunuz erkeklerin ortak özelliği oluyor. Tam 100 defa. Koruma talebine kendilerini sonsuz bir haklılık içinde olumlu cevap, öldürüldükten sonra geliyor… görmeleri. Sizce neden? Yok, sanırım en zoru aynı hikâyenin yüzlerce Biri bile, bir kere uzun yıllar geçirdikleri bir tekrarını dinlemek, izlemek ve okumaktı. Göz kadını öldürdükleri için üzüntü duymamış. göre göre gencecik kadınların, hiç uğruna, Yalandan bile olsa, “pişmanım” demedi erkeklerin cahilliği ve bencilliği uğruna yok hiçbiri. Haklı olduklarına o kadar inanıyorlar olmasını izlemekti. Cezaevindeki kadınlarla ki. Tabii bunun başka tehlikeleri de var. konuşmak da zordu. Sanırım o an kimle Kendilerini bu kadar haklı görmeleri görüşüyorsam, en zoru o oluyordu. çocuklarını etkiliyor, konu komşuyu, amca Erkekleri cinayete iten nedenler derin çocuklarını da. Örnek alıyor, hayranlık bir inceleme konusu ama sizin gözünüze duyuyorlar. Bulaşıcı hastalık gibi… Bu ilişenler neler? şekilde devam ettikçe de bu yara büyüyor. Olabildiğince farklı sınıf ve şehirlerden Erkekler ağlamaz, erkek adamsın, boynuzlu, erkeklerle görüşmeye çalıştım. Ankaralı bir karı gibi gülme… bunların hepsinin bedeli, polis, Trakyalı bir köylü ya da gecekonduda erkekliğin aslında hiçbirinin ulaşamayacağı yaşayan bir erkek arasında, söz konusu bir mertebe haline gelmesi. Kimse o kadar güçlü olamaz, olmamalı. Tuhaf bir şey daha söyleyeyim. Görüştüğüm erkeklerin çoğuna acıdım. Bu kadar cahil kaldıkları, kendi hayatlarının bile kıymetini bilmedikleri, aslında boşu boşuna hayatlarını mahvettikleri ve bunun farkında bile olmadıkları için. Vicdan muhasebesi yaptığı anda dayanamayacak, gurur duyamayacak. Hayatta yaptıkları en önemli iş, bu. “Namus”una o kadar düşkün ki, bunun için ceza yemeyi göze alıyor. Hepsinin ortak yalanı bu. Okumuşu da, cahili de, güçlüsü de, güçsüzü de içten içe kadının ve erkeğin görevlerini kafasında iyice tespit etmiş. Sadece erkekler değil pek çok kadın da böyle. Cinayetle sonlanan yolun taşları böyle döşeniyor. Zarar gelmez sandığımız şakalarla, kulağımıza yer etmiş atasözleriyle, ille de kendimizi topluma kabul ettirebilmek hevesiyle özgürlüğümüzden vazgeçiyoruz. Konuştuğunuz katillerden biri Veysel “Lisede TCK’yi ders diye koysalar ya. Bu kadar ceza alacağımı bilsem vurur muydum” diyor. Cezalarda indirim yapılmasa caydırıcı olacak gibi. Kesinlikle. Bir başka katile “en çok ne zaman korktun” diye sordum. Üç kadınıkarısını, baldızını ve kayınvalidesini kurşuna dizmişti. Biri ölmüş, diğerleri sakat kalmıştı. “Gazeteler 84 yıl ceza diye yazdığında” dedi. Bu bile yeterli cezaların artmasının önemini anlamaya. 84 yıl 14’e düşmüş, Hamit’in de korkusu dinmişti. Birkaç yıla çıkar. Namustu, tahrikti, erkekliğime hakaret etti dedikçe cezaları azalmamalı. Kadın cinayetleri, nefret cinayetidir. Cins kırımdır. İş cinayete varmadan, tehdit aşamasında ciddi cezalar verilmeli. Artık dayaktan, şiddetten konuşmuyoruz bile. Onlar küçük suç oldu... Kadın, tehdit edildiğinde, şiddete uğradığında kime gideceğini, ne yapacağını bilmeli. Burçe Bahadır Bilmekten öte, sonuç alacağına inanmalı. Hikâyesini ablasından dinlediğim Gönül, kendisini sürekli tehdit eden, nihayetinde de öldüren imam nikâhlı kocasından kurtulmak için adamla tekrar aynı eve giriyor! O kadar çaresiz ki, beni eninde sonunda öldürecek bari elinin altında olayım, ne isterse yapayım da canımı kurtarırım belki diye düşünüyor. Karakol ve savcılık tecrübeleri yüzünden güvensizler ve nereye sığınacaklarını bilmiyorlar. Türkiye gerçekten de bir “Ölü Kadınlar Memleketi”. Bunun acısını yakından gözlemlemiş bir kadın olarak, siz kendinizi nasıl hissediyorsunuz bu memlekette? Ortada önemli bir sorun var ve bunu dile getirdiğinizde çok marjinal bir mevzudan bahsediyormuşsunuz gibi bakıyorlar yüzünüze. Bu sadece kadınların değil bütün memleketin sorunu. Dur demezsek hepimiz zehirleneceğiz gibi geliyor bana. l ATAOL BEHRAMOĞLU Satılık vatan B u siyasal iktidarın herhangi bir fabrika, işyeri, üretim sağlayacak bir kurum açtığını duydunuz mu? Sadece bir mirasyedi gibi, ülkenin elinde avucunda ne varsa; kamuya, halka ait ne varsa satıyor ve ekonomiyi onunla döndürüyor, ya da döndürdüğünü sanıyor. Mirasyedinin sonu iflastır. Soyguncu, talancı, satıcı iktidarın sonunun iflas olduğundan da kuşku duymamak gerekir. Fakat bu arada olan oluyor; günümüz iktidar sahiplerinin kasaları, cepleri mideleri şişip genişledikçe ülke günden güne kan kaybediyor, güçsüzleşiyor. Nasıl bir talan programıyla iktidarı ele geçirdiklerini görmek tüyler ürpertici. Bunu gizlemeye de gerek duymuyorlar. İlk Maliye bakanlarının “babalar gibi satarım” sözü kulaklardadır. Zamanın başbakanının, farklı sözcüklerle de olsa aynı anlama gelen “ben bir pazarlamacıyım” deyişi de… *** Şehirler kültür mekânlarıyla, sanat kurumlarıyla, mimarlık değeri taşıyan yapılarıyla, sanatsal değer taşıyan heykelleriyle anlam ve değer kazanır. Sayısız ülkeden sayısız örnek vermeye gerek görmüyorum. Şehirlerin de insanlar gibi ruhu, kimliği vardır. O kimlik, o şehirde yaşanların kimlikleriyle buluşur, birleşir, bir bütün oluşturur. Bir kentin insanı olmak, orada nefes alıp vermekten, yiyip içmekten çok daha fazla bir şeydir. Bu iktidar döneminde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere, rant konusu olan her kentimizin, kendi tarihsel süreçlerinde kazandıkları kimliklerinin yok edilmesine, ruhlarının kirletilip sakatlanmasına tanık olduk. Onlarla birlikte o kentin insanlarının da kimlikleri bozuluyor, ruhları sakatlanıp kirletilip sakatlanıyor demektir. Ne için, ne karşılığında? Gözü doymaz bir para hırsı, ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak gözü dönmüşlüğü, hepsinden önce de kimliksizlik. Çağdaş bir insan olma kimliğinden yoksunluk. Bırakın çağdaşlığı, bütün bir insanlık tarihinden, bilimden, sanattan, kültürden ürkütücü bir habersizlik, amansız düşmanlık… *** Bu yazının yayımlanacağı 7 Aralık Pazar günü Ankaralı sanatseverler, kim bilir ne yapılmak için (cami mi, AVM’mi, “rezidans” mı, banka ya da ülke yararına ne yapacağı belirsiz iş merkezi gökdelenler mi, ama herhalde bir sanat ya da kültür merkezi, bilimsel araştırma kurumu, hastane ya da eğitim kurumu değil) satılacak (ya da zaten satılmış olan) Şinasi ve Akün sahnelerini, para, kâr, talan, soygun ve kültürsüzlük canavarından, sanat düşmanlarından kurtarmak için 11.0016.00 arasında Kuğulu Park’ta toplanacaklar. Hırsızların koruyucuları da orada copları, plastik ve gerçek mermileri, zehirli gazları, panzerleriyle önlem almakta kuşkusuz gecikmeyecekler. Bu korku, başkentin yaşamında, kimliğinde önemli yerleri olan sanat kurumlarını bir an önce elden çıkarabilmek telaşından çok, vatan satıcılığının korkusudur… Çünkü bir ülkenin kültürel değerlerini satıp yok etmek, o ülkeyi satıp yok etmekten hiç de farklı değildir. Öyleyse yurttaşlar, yurtseverler, tıpkı ulusal bayramlarda bir araya gelir gibi, Anıtkabir’de buluşur gibi, Akün ve Şinasi sahnelerine sahip çıkmak için Kuğulu Park’a akmalıdır… Gerçek yurtseverliğin, yurttaş olmanın sınanacağı günler bunlardır… l [email protected] C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle