02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 2 EYLÜL 2012 / SAYI 1380 Gelin hep birlikte ‘barış’ı öğrenelim aşadığımız coğrafya düşünülürse sadece bir sözcükten çok öte, özlem duyulan ama iktidarlarca bir o kadar “tehlike”li görülenbir kelime: Barış. Şimdi bir üniversitenin çalışma konusu oldu, Hacettepe Üniversitesi “Barış ve Çatışma Çalışmaları Yüksek Lisans Programı” sadece Türkiye’nin değil, içinde bulunduğumuz coğrafi bölgenin de ilk programı. 25 kişilik kontenjanı olan programa yurtdışından pek çok başvuru yapıldı. 10 Eylül’e kadar da kayıtlar sürecek. Program koordinatörü Prof. Dr. Havva Kök anlatıyor… Şiddetin oldukça yükseldiği, her gün birkaç insanın çatışmalarda öldüğü haberini aldığımız şu günlerde "barış" üzerine konuşmak daha da zorlaşıyor. Üstelik bu sadece şimdi yaşanan bir sorun değil, Türkiye yıllardır bu çemberin içinde. Bunlara rağmen "barış ve çatışma çalışmaları"na dair bir yüksek lisans programı başlatıyorsunuz... Hacettepe Üniversitesi olarak Türkiye’nin ve bölgemizin ilk barış çalışmaları programını başlatmaktan büyük heyecan duyuyoruz. Program sadece konusu itibariyle değil, sistem olarak da Türkiye’de bir ilk. Cumhuriyet tarihinde ilk defa öğrencilerinin ve öğreticilerinin çoğunluğunun ESRA yurtdışındaki yabancılardan AÇIKGÖZ oluştuğu bir programı gerçekleştiriyoruz. Türk öğretim üyelerinin sorumluluğunda barış çalışmaları alanında dünyada otorite kabul edilen en tanınmış uzmanlar, örneğin bu disiplinin kurucusu Johan Galtung ve dünyaca tanınan Norman Finkelstein gibi misafir konferansçıların vereceği dizi konferanslardan oluşacak. Ulaşım kolaylığı için Ankara’da değil, İstanbul’da yapılacak. Diğer bir ilk olma özelliği ise öğrenci ve öğretim üyelerinin program süresince aynı binada yatılı olarak programı yürütmeleri. Böylece ders dışı saatlerde de farklı kültürlerden katılımcılar arasında etkileşim ve empati oluşturulması hedefleniyor. Eğitim dili İngilizce olacak. Peki nereden çıktı bu programın fikri? Programın oluşturulması kişisel arayışlarımın beni önce şiddetsiz iletişim (NVC), daha sonra da barış çalışmaları konusuna yöneltmesiyle gelişti. İsviçre’de NVC seminerlerine katıldım, sonra Avusturya’daki Avrupa Barış Üniversitesi'ndeki master programına. Arkadaşlarla Türkiye’de de benzer bir programın açılabilirliğini konuştuk ve kafamda kendi üniversitem olan Hacettepe’de de açılabileceğine yönelik bir fikir oluştu. Bunu üniversitemde dile getirdiğimde genellikle olumlu tepkiler aldım ama uzun süre planlama çalışmalarından öteye gidemedik. Rektörümüz Prof. Dr. Murat Tuncer, atanmasının ilk saatlerinde beni arayıp projeyi başlatmamı söylediğinde ne Y kadar sevindiğimi anlatamam. Kendisinin barış çalışmalarına olan inancı ve desteği olmasaydı şu anda sizinle bu konuyu konuşamayacaktık. Her gün onlarca insanımızın ölüm haberini aldığımız, komşumuz Suriye’nin bizi de derinden etkileyen iç savaşa sürüklenmesini izlerken barış çalışmalarına belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz bir zamanda bu programı başlatıyoruz. Üniversitesi bünyesinde bir Barış Çalışmaları ve Uygulamalı Etik Enstitüsü kurulmasına çalışıyoruz, YÖK’e başvurduk. Programı bitirenleri mesleki olarak nasıl bir gelecek bekliyor? Çatışma bölgelerinde özellikle de BM, AB gibi uluslararası örgütlerde çalışabilmek için önemli bir altyapı edinecekler. Aslında geç kalmış bir çalışma bu, yurtdışında pek çok üniversite bu tür çalışmalara hız vermiş durumda. Neden geç kalındı böylesi bir çalışma için? Çünkü hem ulusal hem de bölgesel çatışmaların yoğun yaşandığı bir bölgede olmamıza rağmen barış ve çatışma çözümüne gereken önem verilmemiş. Bu tür çalışmaların kendi toplumsal çatışmalarımızı teşhis ve tedavide de yardımcı olacağına inanıyorum. Barış eğitimle tesis edilemez ama barış sürecinin oluşumu bilimsel olarak analiz edilebilir ve öğrenilebilir. Süreci teşhis ederseniz ne yapacağınızı ve daha da önemlisi neler yapmamanız gerektiğini öğrenirsiniz. Sizce bu çatışma ortamının Türkiye halkı üzerinde yarattığı sosyal tahribat nedir? Nasıl bir toplumsal yapılanmaya doğru sürüklüyor bizi? Çatışma ortamı korkuyu besler, korku da şiddeti yeniden ve artırarak doğurur. Bunun sonucu toplumda güvensizlik, gelecek hakkında umutsuzluk ve bunun başka bir sonucu olan ayrışma ve ötekileştirme tutumudur. “Bizim çocuklar kutsal bir ideal için dövüşüyor, kötü bir şey yapmazlar yapmışlarsa da yanlışlıkla olmuştur.” Bu cümleyi her şiddet eyleminin arkasındaki gruba uygulayın, hemen benimsenecektir. Halkların ve bireylerin çatışma potansiyeli ve şiddet eğilimi elbette onların psikolojisiyle de ilgili. Trafikte basit bir yol verme meselesi yüzünden çekip adam vuranların, kadın cinayetlerinin artık kanıksandığı bir toplumun daha büyük ve derin toplumsal çatışmalarda çok olgun ve empatik davranmasını nasıl bekleyebiliriz ki? Johan Galtung, “her türlü şiddete zemin hazırlayan toplumsal eşitsizlikler ve adaletsizlik hissiyatı devam ettikçe çatışmanın olmadığı her duruma barış demek, bir silahlı grubun yok edilmesiyle barışın geleceğini ummak sahteliğin ötesine geçemez” diyor. Bu noktada Türkiye için nasıl bir yol izlemek gerekiyor? Galtung’un sözlerinde şu önemli gerçek var: Siz istediğiniz kadar silahlı bir grubu yok edin eğer birilerinin içinde eşitsizlik, adaletsizlik, ezilmişlik ve sindirilmişlik hissi yaşıyorsa yok edilen silahlı bir grubun yerini başka bir silahlı grup alacaktır. Biz bu ülkede siyasi sorunları adli bir asayiş sorununa indirerek şiddet ve terörü önleyemeyiz. Silahlı grupları yok etmenin yolu onları fiziken imha etmekten çok arkalarındaki halk desteğini yok etmekten geçer. Bunun için de halkın hissiyatı iyi anlaşılmalı. Türkiye'de "barış" hep güvenlik eksenli "terör" söylemi üzerinden konuşuluyor. Ne gibi yansımaları oluyor böylesi bir "barış" söyleminin? Türkiye’deki barış söyleminin temelinde acı çeken insanların ihtiyaçları değil, devletin ya da partinin ihtiyaçları öncelikli olduğu için henüz yeterli bir noktada olduğumuz söylenemez. Zaten barış eğitiminin en önemli kısmı nasıl bir dil ve söylemle konuşmamız gerektiğini öğrenmektir. Türkiye ve içinde bulunduğu coğrafyanın en çok hasret duyduğu şey, barış. Hele de Suriye’nin karıştığı, bunun yankılarının Hatay’a da sıçradığı şu günlerde. Patlayan silahların bir gün bile susmadığı bu ülke, şimdi bir de küresel bir savaşa sürükleniyor. Hacettepe Üniversitesi’ndeki yüksek lisans programı işte bu nedenle çok önemli. Barış ve Çatışma Çalışmaları Yüksek Lisans Programı, barış sürecine bilimsel bir bakış getiriyor. Üstelik programda dünyanın bu alandaki önemli isimleri de eğitim verecek. Korkuları yenmek... Barış ve çatışma çalışmaları ekseninde bir Türkiye okuması yapmanızı istesem, neler söyleyebilirsiniz? Türkiye’de Osmanlı’dan miras korku ve sindirmeyle iç barışı sağlama geleneği olduğu için iç barışımız oldukça kırılgandır ve fırsat bulduğunda çatlar. Bu çatlakları 1925’te, 1937’de, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül’de, 28 Şubat ve Ergenekon sarmalında ve Kürt sorununun tümünde yaşadık, yaşıyoruz. Şiddetin nedeni korkulardır ve korkuları besleyen de iletişimsizlik ve bunun getirdiği bilgisizliktir. Korkularımızı yenersek barışa giden yola da girmişiz demektir. Artık gerçeğe odaklanmalıyız Yaşanan her çatışma sonrasında medyada ve sosyal medyada nefret söylemi ve şiddet dili hızla yayılıyor, bunca ezbere yorumlar ve bilgi kirliliği içerisinde barış dilini oluşturmak, şiddetten arınmış bir dil yaratmak mümkün mü? Bu tür söylemler ne yazık ki şiddet sarmalını kartopu gibi büyüten bir etkiye sahip. Sorumluluk sahibi makamları işgal edenlerin bilinçaltlarından gelen güdülerle ırkçı, ayrımcı ya da intikamcı söylemler geliştirmeleri şiddeti daha da artırmaktan başka işe yaramaz. Karşılıklı faşizm ve şovenizmler doğurur. Söylemlerimizde intikamcı duyguları yenip mevcut gerçeğe odaklanmalıyız. Mesela, Saraybosna’yı ziyaretimde beni çok etkileyen bir hikâye duydum. Bir gün Sırp faşist çeteleri Saraybosna postanesinin duvarına “burası Sırbistan” yazmışlar. Bosnalı gençler ise onun altına şunu yazmış: “Salaklar, burası postane”. İşte barış dili böyle bir şey yani en feci katliamlara maruz kalınan bir noktada bile yalın gerçeği görebilmek, sövüp saymadan gülerek burası postane diyebilmek. Ne yazık ki "barış" kelimesi artık kullanıcıları için tehlike yaratır bir hale dönüştü, Büşra Ersanlı'nın, Ragıp Zarakolu'nun yaşadıklarını biliyoruz. Sadece onlar da değil... Bütün bu baskılar barış ve çatışma konusundaki çalışmalara nasıl yansıyor? Biz çocukken büyüklerimiz 12 Eylül mahkemelerinde Barış davasında yargılanıyorlardı. Bu ülkede hukuk düzeni hiçbir zaman Batı Avrupa düzeyine gelemedi. Devletin adaleti yerine rejimin adaleti geçerli oldu ve bu durumda da birileri birilerinden hep daha eşit görüldü. Özel mahkemeler yüzlerce insanın canını aldı, hayatını kararttı. Zamanla taraflar değişse de yöntem değişmedi. Unutmamalıyız ki adaletin olmadığı, insanların kendilerine adil davranılmadığını hissettikleri yerde daimi bir barış olamaz. Galtung barış ile adalet arasındaki ilişkiyi çok iyi belirtiyor, ama bunun için elimizde kendi tarihimizden referanslar da var. En azından kendi tarihimizdeki bir söylemi artık iyi öğrenmeliyiz. 713 yıldır Osmanlı’nın Enderun Mekteplerinde öğretmeye başladığımız ve Cumhuriyet’in adliye duvarlarına kadar her yere yazdığımız ama belki de hiç uygulamadığımız bir şeyi adalet dairesinin son cümlesini yani “Devleti ayakta tutan askerdir, askeri besleyen köylüdür, köylüyü ancak adaletle devlete bağlı kılarsınız öyleyse adalet mülkün (devletin) temelidir.” B ADNAN BİNYAZAR Yarayı kanatmak [email protected] C M Y B C MY B ugün köşeme Cumhuriyet okurlarının yabancısı olmadığı Hacıbektaş toprağından on’u aşkın kitabın yazarı Ümit Sarıaslan konuk oluyor. Eskiler, iyi yazana “Kaleminden kan damlıyor,” derlerdi. Yazının sonuna geldiğimizde, Sarıaslan’ın, o “kan”ı nasıl düşünsel bilince dönüştürdüğüne tanık oluyoruz: “Yaramızı kanatıyorsun! Ama bu yarın dedikleri de yara kanamadan, kanatmadan kurulacağa benzemiyor... “Vicdan Kirlenmesi” başlıklı deneme’nde insanlığın vicdanı olmuş Balzac’ı anımsatman çok görkemli bir buluşmanın eşiğine taşıdı “okur”u. Yeniden. Niye, diyeceksin. Edebiyat’ın öğreticiliğini, yazı ve yazın harmanında tozup tozaklanarak yetişecek olan kuşakların kolayına vicdan kirlenmesine uğramayacağı gerçeğini anımsattı da onun için. En azından tine ve moral duvarlara akıp ağan türlü zehir ve kire karşı daha donanımlı durulacağını. Bir kez daha, sarsarak derinden... Cumhuriyetin, Köy Enstitülerinden öğretmen okullarına, üniversitelerden eğitim enstitülerine yetişecek kuşakları bul karayı al parayı eğitimiyle değil de “kitap”la, “kitaplı” bir eğitim ortamından ele alarak yaşamın toprağına salmak için seferber olması da bu yüzdendi. Edebiyatın öğreticiliği, öngörü ve öncelemesi, hayatı... yaşamı kucaklamaktı; aklı ve yüreği eşzamanlı. Vicdanı bilinçle kardeş kılmaktı. Dışımızda süregidenle içimizde olagidenin birbiriyle barışık bir eşikte (anlaşılmış, bilincine varılmış, gizine erilmiş bir noktada) topyekun insanın ve insanlığın iyilik ve esenliğine eğdirilip ivdirilmesinin yolu edebiyatın öğretmenliğinden geçiyordu. Cumhuriyeti anlamamakta, kavramamakta; daha doğrusu bu ışıklı tarih kesitini ve dalında taşıdığı insanlık dersini almamakta direnip yaşamı ve yaşanagideni kurutanlar için de geçerli bu! İç’te vicdanları, dış’ta yaşamın toprağını kirlete kanata gidenler de bir gün Balzac’ın kürsüsüne gelip dayayacaklardır alınlarını. Yaşam akılsızlık ve duyarsızlığın hiçbir çeşidine hiçbir zaman geçit vermedi. Onca akıldışı, vicdan dışı gidiş insanlığa bu doğrudur dedirtemedi! Bundan sonra da dedirtemeyecek. Ta ki yaşamı ve yaşamın toprağını kafalarını kasalarına kilitlemiş bu vicdansızlığın saldırısıyla artık bize “ekmek” vermeyecek duruma getirmiş olmayalım!.. Öyle de olsa böyle de olsa, ekmeğimizi veren ölümüzü kabul eden toprak altımızdan tümüyle kayıp da, yerküre yeter artık yoruldum sizden, siz vicdansızlardan... diye dinlenmeye çekilirse; tüm şamata dinecek ama yine Balzac kalacaktır. Ve insan soyu eğer bir gün yeniden bir taşın başında düşünmeyi anımsar, bu şansı bulur ise; aynı Volney’in Harabeler’indeki o adamın Kenan Ülkesi’nde bir taşın üzerine oturup da düşündüğü gibi yine o büyük yazara dönecektir alnını... Dolayısıyla ilk anımsayacağı Balzac ve bugün artık hepimizin vicdanı durumuna dönüşen yazdıkları olacaktır. Vicdan kanatıcı ve kirleticilerle onlara şu ya da bu gerekçeyle çanak tutanların çanağına da eğer bir “rahmet” düşecekse o çölde, yine Büyük Yazar’ın bıraktığı insani ve düşünsel mirastan olacaktır bu da... Onun içindir ki, bugün eğitimimiz vicdan kirliliği ve kirlenmesinin folluğu haline getirilmiştir. Kitabın ve kitapla olma’nın devreden çıkarıldığı bir eğitim sisteminde öğrenci başta, öğretmenler, veliler, bütün bir toplum topluca vicdanı çiğnemek cephesinde müttefik olmuş demektir. Yeni bir “savaş”, cehaletten ve vicdan kirlenmesinden Kurtuluş Savaşı gerekiyor galiba... Balzac Öğretmenimize selam bir kez daha, bin kez daha! Günle güneşlerle... Sana da yürek kuşlarıyla yeniden Adnan Abi... Ümit Sarıaslan.”
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle