29 Eylül 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 8 NİSAN 2012 / SAYI 1359 AYŞE YILDIRIM BİR insan İstanbul’u gördü bilimi unuttu odira İbrahim ressam ve biyolog. Özbekistan’dayken uzun süre ikisini de bir arada yürütmüş. Hem Nefis Sanatlar Akademisi Birliği üyesi hem de Fanlar Akademisi’nin Zooloji Enstitüsü’nde doçent olarak çalışmalarını sürdürmüş. Ta ki 2006 yılında İstanbul’u havadan görene dek. İşte o anda sanatının biyolojinin önüne geçeceğini anlamış ve İstanbul’a yerleşmeye karar vermiş. Ona göre İstanbul, Balkanlar ve Türki Cumhuriyetleri birleştiren bir sanat merkezi. O da sanat çalışmalarını burada sürdürmeye karar vermiş, Türkiye’deki ilk sergisini de 2009 yılında açmış. Bununla da yetinmemiş. İstanbul’da kalıcı izler bırakmak istemiş. “Sanatta karışıklık var. Ben sanat eleştirmeni değilim, ressamım. Buraya geldiğimde sanat içindeki sorunları ben de gördüm, yaşadım. Aşkta eksik olacağına yalnız kalırım daha iyi Denise Capezze “Uçurum” dizisinin Felicia’sı. Dizideki hikâyenin en masum kurbanı. İçine doğduğu bataklıktan çıkmanın savaşını veriyor. Capezze, Felicia karakterini canlandırmanın heyecan Nodira İbrahim Hem bu mücadelenin gelişimini o da hissediyor. Çünkü “rolle kardeş olmak durumu var, birlikte büyüyoruz. Oyunculuk ‘başkası’ olma fırsatı veriyor, bu da hayatınızla muhasebeye yapmanızı kolaylaştırıyor”. yapamayacağınız şeyleri yapıyor ve yaşıyorsunuz. İkinci bir yaşam fırsatı veriyor size oyunculuk. Ben buradan kendimi beslediğimi düşünüyorum. Bir keresinde otistik bir karakteri oynamıştım, tasvir edilmez bir şeydi bu. Gittiği yere kadar gidebiliyorsunuz, çünkü rolünüzün suçu olmaz. Delilik bu iş. Yaşınızın kadını mısınız? Bazen evet bazen hayır, ama genelde daha büyük hissediyorum. Belki böyle korunuyorum. Çünkü uzun yıllardır yalnız yaşıyorum. Napoli’den Roma’ya geldim oyuncu olmak için, bu büyük bir adımdı aslında. Oyunculuk savaşmaktır, her anlamda böyledir bu. Hem ülke ve coğrafya değiştirmiyor bu gerçeği. Bu iş insanı tüketiyor, çiğ çiğ yiyor. Pusulanız meraklarınız, peki hırslarınız nasıl? Türkiye de hızlı çıkışlar ve sarsıcı düşüşler için ideal bir ülke... Çok uç meraklarım var, o yüzden İstanbul’a kadar geldim. Hedeflerim büyük ama acımasız hırslarım yok. Planlı değilim hiçbir anlamda, biraz da gelişine yaşamayı seviyorum. Aşkı nasıl yaşarsınız? İşte orada durum başka! Her şeyi beklerim aşktan, böyle olmazsa yalnız kalmayı tercih ederim. Başlayan biter, biten de başlar. Artık tanınıyorsunuz ve ilgi artıyor size. Sokakta turist gibi gezerken şimdi tanınıyorum, insanlar yanıma geliyor, ilgileniyor. Bu keyif veriyor. Ya sonra? Bekleyip göreceğiz. Oyunculuk bir deniz, hatta girdap, “evet, tamam” dediğiniz zamanı biliyor musunuz? Her anlamda günü yaşıyorum, kimseden alacağım bir şey yok. Bugün istediğimi yapabiliyor olmak önemli, çünkü yarın yok, en azından şimdi değil! Yarın ve dün arasında yaşamayı bilmek gerekli. N verici olduğunu söylüyor. ALİ DENİZ USLU çurum dizisinin Felicia’sı Denise Capezze. O bir İtalyan, kendi deyişiyle Napolili. Merakı onu İstanbul’a getirmiş. Zaten hayatının pusulası da merak. Hayat verdiği karakterlerle büyüyor, öğreniyor. Şu an İstanbul sokaklarında turist gibi dolaşıyor ama şöhreti arttıkça bu günleri özleyeceği ortada. İtalya’da, Napoli’de başlayan yolculuğunuz İstanbul’a nasıl geldi? Orada oynadığımız bir oyunun provalarına Türkler gelmişti ve İstanbul'u modern bir masal şehri olarak anlattılar. Ben de merakıma yenik düştüm ve dümeni buraya kırdım. Hiçbir beklentim yoktu, yalnızca gelmenin heyecanına kapıldım. Sonra da dizi beni buldu ve kalmaya karar verdim. Bazen hayat sizi yönetir. İşte bu kadar. Zaten aslında aynı coğrafyanın insanlarıyız, sıradan ve rahatız. Telaşlarımız da sakinliklerimiz de bir. Oyunculuktan önce dans ve bale de var sanırım. Dört yaşında dansa başladım, 14 yaşına kadar sürdü. Ama sonra bir kaza geçirdim ve dizimde büyük sıkıntı oldu. İşte can simidim oyunculuk o zaman beni kurtardı ve yapacak bir dolu işim vardı artık! İstanbul’da rolünüzü buldunuz, merakınız dindi mi? Beklenti değişik bir şey ama hayatı yönlendirmemeli. Ben Napoliliyim ve burada orayı buldum. Burada evimde gibi hissediyorum tek fark dilimiz. “Uçurum” dizisinde Felicia karakterini canlandırıyorsunuz, duyguyu da veriyorsunuz. Nasıl bir hazırlığınız oldu? Rolü yaşamak için hazırlanmak gerekli. Bazen duvarları yumrukluyorum istediğim duyguyu veremeyince, mesela Türkçe öğreniyorum hızla. Felicia benden çok farklı bir kadın. O yüzden onu oynamak heyecanlı. Tezatlar iyidir. Ondaki değişim hoşuma gidiyor, ürkekliğini atıyor. Şimdi daha cesur, ayakları üzerinde duruyor. Rolle büyüyor musunuz? Rolle kardeş olmak durumu var, birlikte büyüyoruz. Oyunculuk “başkası” olma fırsatı veriyor, bu da hayatınızla muhasebe yapmanızı kolaylaştırıyor. Oynadığınız kişiyle hayatınızda yapmadığınız, Gerçekte yetenekli olan, zorluk yaşayanlara tanık oldum” diyor. Ruhunda ışık gördüğü yeteneklerin bir kapısı olsun deyip yerli ve yabancı sanatçıları bir çatı altında toplamaya karar vermiş. Beyoğlu’ndaki NodArt Sanat Galerisi de böyle doğmuş. Galeri dün kapılarını açtı. İlk sergi karma; resim, fotoğraf, heykel ve rölyef gibi plastik sanatların farklı dallarından 30 sanatçının spirütel ve sürrealist eserlerinden oluşuyor. Ekrem Kahraman, Ahmed Nejat, Halis Karakurt gibi isimlerin yanı sıra yetenekli genç ressamlardan Nurettin Akkaya, Özcan Kandemir, Kemal Özer; fotoğrafın ustalarından Ali Öz, yabancı ressamlardan ART TRİO ressamlar grubu (Özbekistan), Victoria Barvenko (Rusya), Ahmed Reza (Azerbeycan), Ebrahim Dadkhah (İran), Aida Rasouli’nin (İran) de yer aldığı sergi 29 Nisan’a kadar açık. Yolunuz Beyoğlu’na düşerse uğrayın. U BİR mekân Müzayedenin de ucuzu olur mezat”lardan biri. Müzayede yöneticisi anlatıyor; “Bu elimdeki bir not. İçine hiç bakılmamış. 1 liradan açıyorum”. Yanlış okumadınız, 1 lira (duyduğumda ben de şaşırmıştım). Hızlı bir arttırmadan sonra not 11 liraya alıcı buluyor. Peşinden Osmanlıca bir not defteri 23 liraya gidiyor. İçinde İş Bankası’nın da olduğu bir fotoğraf lotu ise 8 liraya. Tarzan ve Ediz Hun’un da olduğu bir kartpostal destesi 23 bin liraya. Ortam cüzdanları bile var... Benim izlediğim mezatın “efemera” yani belge ve evrak mezatı olduğunu söylüyor Ekber And. Haftanın üç dört günü değişik mezatlar yapıldığını anlatıyor. Ekber And’ın tüm bunlarla ilişkisi aslında babasının hat koleksiyonuna dayanıyor. Kendisi de emeklilik döneminde hem ticaret hem koleksiyonerlik yapmaya başlamış ama ikisinin bir arada yürümesinin zorluğunu görünce tercihini koleksiyonerlikten yana koymuş ve Pazar Mezatı’nı kurmuş. Kapısı isteyen herkese açık. Lise öğrencisi de, araştırmacı da, işadamı da geliyor. İki yıldır yürütüyor bu işi. İlk zamanlar sadece Pazar günleri yapıyormuş mezatı. Talep artınca o da haftada üç dört güne çıkarmış. Listeli büyük müzayedeler ya da kitap ve efemera müzayedeleri yapıyorlar. Üyelerine düzenli olarak mezat günlerini haber veriyorlar; az buz değil tam 5 bin kişi izliyor onları. Koleksiyonunuz ya da araştırmanız için aradığınız özel bir belge, merak ettiğiniz bir kitap olursa onların da izini sürüyorlar sizin için. Kitap mezatlarının meraklıları arasında çok sayıda gazeteci olduğunu da öğreniyoruz. 1871 yılında inşa edilen ve içinde Ahmet Mithat Efendi’nin matbaası da bulunduğu için bir zamanlar Jön Türkler’in buluşma yeri de olan Hazzopulo Pasajı’nda böyle bir yerin varlığından haber olunca meraklılarına duyurmak istedim. 2030 liranızı ayırıp ben de şu hayatta bir müzayedeye girdim demek istiyorsanız oldukça heyecanlı olduğunu söylemeliyim. [email protected] ezat deyince hemen herkesin aklına “satıyorum, saaattım” cümlesi gelir. Bu yazıyı okuyanlardan mezata katılan olmuş mudur bilmiyorum ama herkes az çok mezatın ne olduğunu bilir. Doğrusu ben de hiç mezata katılmamıştım. Bu kez de katıldığım söylenemez. Seyirci konumundaydım. Ama en kısa zamanda katılabileceğimden eminim. Çünkü buradaki mezata katılmak için M öyle şişkin bir cüzdana filan gerek yok. Herhangi bir merakınızın olması, en azından ilgi alanınızın olması ve biraz zaman ayırmak yeterli. Beyoğlu’nda Hazzopulo Pasajı’ndaki Pazar Mezatı’ndayız. Merdivenleri çıkar çıkmaz ortadaki uzun masanın etrafında toplanmış, müzayede yöneticisinin eliyle havaya kaldırıp anlatmaya başladığı “parça”ya pür dikkat bakan kalabalıkla karşılaşıyoruz. Biraz sonra öğreniyorum ki bu mezat esnaf ve meraklısı için yapılan “ucuz öyle heyecanlı ki insanı içine katıyor. Ben de dahil olmak istiyorum ama Osmanlı damgalı Malatya haritasını, AlmancaOsmanlıca ders kitabını, Kurtuluş Savaşı fotoğrafını ya da bir Konya haritasını ne yapacağım ki… Masada oturanlar daha çok eski eşya ve meraklıları için eski belgeler satan esnaf. Mezat evinin sahibi Ekber And ile konuşmak için yukarı çıkıyorum. Orasının da aşağı kattan bir farkı yok. Her tarafta CD’ler, fotoğraflar, belgeler, kitaplar, resimler hatta eski nüfus ATAOL BEHRAMOĞLU Muhafazakâr sanat dı üstünde, “muhafazakâr”, muhafaza eden demek. OsmanlıcaTürkçe sözlükte (M.N.Özün, sayfa 550) “hıfz” sözcüğünden türetildiği belirtilerek “muhafaza”nın karşılıkları şöyle sıralanıyor: 1) Koruma, saklama, kayırma. 2) Bırakmama, değiştirmeme. Oldu olacak, “hıfz”ı da araştıralım: A C M Y B C MY B 1) Saklama, koruma. 2) Ezberleme, hatırda tutma. (aynı sözlük, sayfa 319) Şimdi de sözcüğün kendisinin, “muhafazakâr”ın açıklanışına bakalım: “Değişiklik istemeyen. Olageleni bırakmama taraflısı.” Bu açıklamaların ışığında, “muhafazakâr sanat”ın ne mene (çeşit, ne türlü) bir şey olduğunu şöyle açıklayacağız: Koruyan, saklayan, kayıran, ezberleyen, hatırda tutan, değişiklik istemeyen, olageleni bırakmama taraflısı sanat… Böyle bir sanat var mı? Böyle bir sanat eseri var mı? Dünya resim, müzik, tiyatro, sinema, edebiyat tarihi alanlarında iz bırakmış, bugünlere ulaşmış, bu günlerde de bu türlü bir sanat yapmakta olan kayda değer bir sanatçı var mı? Yoksa sanatın her alanı, bütün sanat tarihi, yeni buluşların, yenilikçi ve devrimci atılımların birbirini izlemesi, toplamı mıdır? Bütün bunları, yanıtları apaçık bu soruları nereden çıkardın diye soracak olursanız, bir yerden çıkarmadım… Adını ilk kez duyduğum “Suriçi Grubu Platformu”nun “İstanbul Toplantıları”nın “Mart ayı onur konuğu” olan Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa İsen orada yaptığı konuşmada şöyle buyurmuş: “Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa, muhafazakâr estetik ve muhafazakâr sanatın normlarını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz…” Konuşmanın devamında ise şöyle deniyor: “Cumhuriyet döneminde devlet, kültür ve sanat alanında doğrudan hizmet sunan ve organize eden konumunda olmuş, Devlet Opera ve Balesi, Devlet Tiyatroları, Devlet Halk Dansları Toplulukları, Devlet Türk halk ve sanat müziği toplulukları gibi kuruluşlarla mevcut repertuvar ve sanat anlayışı, zaman zaman bazı başarılı idareciler elinde nispeten kaliteli bir şekilde tekrarlansa da devlet sisteminin sınırlayıcı ve bürokratik etkisi altında beklenen yaratıcı ivme kazanılamamıştır. Son 10 yılda da külli bir değişiklik gündeme gelmemiştir. Başlangıçtaki yapı aynen devam etmektedir” *** Bu (kendi içinde de karışık ve tutarsız) sözleri söyleyen kişi herhangi biri, sıradan bir köşe yazarı, yeteneksiz bir sanat heveslisi olsa, üstünde durmaya değmez. Fakat bunları, şu anda devlet bürokrasisinin tepesinde bulunan biri söylüyor. Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışına sahip olduğu her an yeni örneklerle karşımızda. Hem muhafazakâr hem demokrat nasıl olunabilir? Demokrasi değişim, devinim, düşüncelerin çatışması, hoşgörü, özgürlük demekse, değişime karşı, olageleni bırakmama taraflısı bir ideoloji, nasıl ve neden demokrat olsun? Şimdi bu muhafazakâr kesim, daha açık söyleyecek olursak şu andaki siyasal iktidar ve onun sanatkültür alanındaki uzantıları “muhafazakâr estetik ve muhafazakâr sanatın normlarını oluşturmak gibi bir yükümlülük içinde” imişler… Peki bu nasıl yapılacak? *** Nasıl mı? Yukarıdaki sözlerin satır aralarında bile değil kendisinde, bunun nasıl yapılacağı açıkça dile getiriliyor: Cumhuriyetin eseri olan bütün sanat kurumlarının canına okunarak… Her türlü ilerici, yenilikçi, özgürlükçü, araştırıcı, devrimci atılımın önü kesilerek… Devletin, kamunun, belediyelerin maddi olanakları; sanat ve sanatçı görünümü altında, ne kadar gerici, tutucu, ezberci, değişime karşı, yani sanatın özünün ve ruhunun tam karşısındaki kişi ve kurum varsa, onlara peşkeş çekilerek… Gerçek sanatı ve sanatçıyı ise, duruma ve yerine göre, her türlü destekten yoksun bırakıp yeri geldiğinde de kitap ya da tiyatro oyunuysa yasaklayarak, sinemaysa sansürleyerek, resim sergisiyse kapatarak, heykelse yıkarak yok etmek, ortadan kaldırmak… Muhafazakâr kesimin demokrasi anlayışı denilen şey de zaten bunu gerektiriyor… [email protected] www.ataolbehramoglu.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle