17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

29 OCAK 2012 / SAYI 1349 5 Futbol hikâyeleri peşinde deplasman İngiliz müzik grubu Kaiser Chiefs’in “aman Tanrım, evden bu kadar uzakta olduğuma Fotoğraf: Eda Taşlı inanamıyorum” dizeleriyle başlıyor Deplase Keyifler. Lig TV’de salı günleri yayımlanan futbol programı, oturup saatlerce sahanın içinde olanları DENİZ ÜLKÜTEKİN Haydi çocuklar kitap okumaya ESRA AÇIKGÖZ konuşmak yerinde kameralarını Türkiye’nin farklı şehirlerindeki tribünlere çeviriyor. S evimliler. En az kendileri kadar ilgi çekici bir odada yaşıyor, ellerinden kitabı hiç düşürmüyorlar. Moli ve Olaf, Bir Dolap Kitap’ın kahramanları. Şimdi bu iki kahraman çocuklara kitapları sevdirmek, tanıtmak için bir programın oyuncuları haline geldiler. “Moli ve Olaf Kitap Okuyor” projesi şimdilik internette yayımlanıyor, ama belki yakında bir televizyon kanalında da onları görebiliriz. Ayrıntıları projenin yaratıcıları Banu Aksoy ve Yıldıray Karakiya anlatıyor... Önce Bir Dolap Kitap’ı dinlesek sizden... İki yıldır, hafta içi her gün bir çocuk kitabı hakkında yorum, eleştiri, tanıtım yazıları yazıyoruz. Bugüne kadar 400’den fazla çocuk kitabını ele aldık. Aslında bazı yazılarımızda kitaplardan değil de, çocuklara kitapları sevdirmenin, okuma alışkanlığı kazandırmanın yollarından söz ediyoruz. 2010 Nisan’ından beri de, her cumartesi sabahı saat 10’da, Açık Radyo’da canlı yayımlanan “Bir Dolap Kitap Her yaş için çocuk kitabı” adlı programı yapıyoruz: http://www.birdolapkitap.com/radyoarsivi/ Hem Bir Dolap Kitap’tan hem de radyo programından, takipçilerimize yüzlerce kitap armağan ettik. “Moli ve Olaf Kitap Okuyor” projesinin çıkış hikâyesi nedir? birdolapkitap.com yazılarına gösterilen ilgi çocuk kitaplarının tanıtılması için daha yapacak çok iş olduğunu gösterdi bize. Sitemizdeki yazılarımızı yetişkinler okuyor ve çocuklarına kitap seçiyorlar. Biz doğrudan çocuklara ulaşmak istedik ve “okul öncesi çocuklar için televizyonda kitap tanıtım programı” fikrini ürettik. Televizyon kanallarında çocuklara kitap okunan biriki program yapılmıştı bugüne kadar ama bir “kitap tanıtım programı” yapılmamıştı. Banu’yla kafa kafaya verip bir televizyon programı tasarladık. Çeşitli kanallarla görüştük ama programı gerçekleştiremedik. Sonunda evde kendimiz yapalım, dedik. Programdaki “Ev yapımı” ibaresi de buradan geliyor anlaşılan. Kimlerin emeği var bu projede? Programı tasarladıktan sonra arkadaşlarımızla paylaştık. Her ikisi de heykeltıraş olan Başak Günaçan ve Eda Taşlı bizim kadar heyecanlandılar. Programın kahramanları olarak bizim Dolap’ın tiplerini, Moli ve Olaf’ı seçtik. Moli ve Olaf, Banu’nun çizdiği iki sevimli çocuk. Başak fil kitaplığı, salyangoz yatağı tasarladı. Eda hem kuklaları hem sahneyi hazırladı. Bir yandan Banu senaryoyu yazdı. Programın müziğini Mert Öztekin hazırladı. İş çekimlere gelince Neslihan Gül yönetmenliği, Kerem Koç görüntü yönetmenliğini üstlendi. Bizim evde çektik. Peki “Moli ve Olaf”ı nasıl izleyeceğiz? Programı internette birdolapkitap.com adresinde yayımlayacağız. İnsanlar ne zaman izlemek isterlerse bilgisayarlarını açıp internete girecekler, o kadar. Bu proje çocuklar için nasıl bir yarar sağlayacak? Bu projenin amacı okul öncesi çocukları yaş gruplarına uygun güncel kitaplardan haberdar etmek, kitaplarla tanışmalarını sağlamak olarak özetlenebilir. Çocukların bilgisayar başında geçirdikleri zamanı nitelikli hale getirmeyi de amaçlıyoruz. Bazı araştırmalara göre çocuklar kütüphaneye ya da kitapçıya gittiklerinde zaten tanıdıkları kitapları tercih ediyorlar. Moli ve Olaf’ı izleyerek kitaplarla tanışan çocukların kitap tercihlerinin çeşitlenmesini ve kendi istedikleri kitapları seçmelerini umuyoruz. T ürkiye’de dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi her hafta sonu tuttukları takımın peşinden kilometrelerce yol yapan binlerce insan var. Lig TV’de yayımlanan Deplase Keyifler, bu taraftarların izlediği yoldan giderek her hafta Türkiye’nin farklı bir şehrinden bir futbol hikâyesinin peşine düşüyor. Kimi zaman bir mahalle maçı, kimi zaman bir pankart hazırlamak için girişilen çaba, kimi zaman da kökleri futbola dayanan bambaşka bir hikâye bu programın konusu oluyor. Sertaç Yüksel ve Özer Selik bu hikâyelerin keyfini aramak için her hafta deplasmana gidiyor. Deplase Keyifler sanırım amatör bir çalışma olarak başlamış. Nasıl tanıştınız? Bu çekimler nasıl bir televizyon programına dönüştü? Özer Selik: Başlangıcı Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne girdiğimiz 2001’e dayanır. Hayal kırıklığıyla başlayan bir okul hayatı. Düşünün; okula bir geliyorsunuz her yer çadır! Ocağa kadar eğitime ara verilmiş. 99 depreminde bizim okul çok zarar görmüş. Yenileme çalışmaları var. Yapmanız gereken tek şey “arkadaş” edinmek. Böyle bir ortamda tanıştık. Sertaç Yüksel: 2004’te henüz öğrenciyken İnönü Stadı’nda oynanan BeşiktaşFenerbahçe maçı öncesinde deplamana gitmenin keyifli yanları ve taraftarlık kültürü üzerine amatör bir belgesel çekmiştim. Birçok insanın önyargı ile yaklaştığı deplasmana gitme fikrinin altında aslında çok romantik ve sosyal nedenlerin de yattığını biliyor ve bunu anlatabilmenin en etkili yolunun bir film olabileceğini düşünüyordum. Film o dönem taraftar forumlarında paylaşılmış ve aynı sene Dünya Kupası’nın da düzenlendiği Almanya’daki bir futbol filmleri festivalinde gösterilmişti. Geçen süre zarfında Özer kariyerine medya ve televizyon sektöründe devam ederken ben ise reklam ve post prodüksiyon alanında editör olarak çalışıyor bir yandan da kısa film çekiyordum. Sonrasında yeterli tecrübeye sahip olunca Deplase Keyifler’i, formatını biraz değiştirerek bir televizyon programı haline getirmeye karar verdik. Ö. Selik: 2004’te Sertaç’ın yaptığı Deplase Keyifler’le aynı şey değildi ama bu isim geçmişle bugünün arasında kurduğumuz köprünün en güzel göstergesi oldu. S. Yüksel: Program kısa film halinden farklı olarak deplasmana giden taraftar hikâyelerinden çok ikimizin gerçekleştirdiği futbol yolculukları ve gözlemleri üzerine. Deplasmana giden birer taraftar gibi evlerimizden uzaklaşıp belki de daha önce hiç görmediğimiz kentlere gidiyor, o kentlerle birebir ilişki kuruyor ve insanlarıyla futbol ve taraftarlık üzerine sohbetler yapıyoruz. Bunu yaparken izleyici ile taraftarları baş başa bırakmaya çabalıyoruz. Röportaj yaptığımız insanların söyledikleri üzerinden bir kurgu yapıyoruz. Sahada oynanan futbol hafta içinde her kanalda defalarca irdeleniyor. Deplase Keyifler futbol topunun peşinden sahaya değil tribüne çıkıyor ve onların 90 dakikasına ve daha fazlasına odaklanıyor. Ö. Selik: İnsanın peşinden gidiyoruz ve o yol herkesi olduğu gibi bizi de hikâyelerle buluşturuyor. Peşinden gittiğimiz insanlar, zaten futbolun peşinden gidenler olduğu için haliyle mahalle maçlarından deplasman otobüsüne, pankart boyamadan baba oğul ilişkilerine kadar çok yere temas edebiliyoruz. Sizce Deplase Keyifler gibi futbolun kültürüyle alakalı programların azlığının sebebi izleyici ilgisizliği mi? Ö. Selik: Suçu seyirciye atmak kolaycılık olur. Deplase Keyifler’e seyirci ilgisiz değil. Demek ki futbol kültürüyle ilgili bir şeyler de izlemek istiyorlar. S. Yüksel: Türkiye’nin bir futbol ülkesi olduğu gerçeğini Anadolu’yu gezdikçe daha da yakından gördük. Futbol hiç tanımadığınız insanlarla en kolay iletişim kurma aracı ve aşağı yukarı herkesin bir fikri ya da anısı var. Beri yandan, yapılan futbol programlarının önemli bir kısmının belirli kalıp ve formüllerden kurtulamadığını düşünüyorum. Türkiye’de deplasman denilince akla polis taraftar çatışmaları geliyor. Sizin için deplasman ne demek? S. Yüksel: Türkiye’de 90’larda yoğunlaşan holiganizm nedeniyle toplumda deplasman taraftarlığına dair önyargılar oluştu. Son 10 yılda bu tarz olayların azaldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Aslında programın amaçlarından biri de bu önyargıyı yıkmak. Çünkü deplasmana sadece tuttuğu takımın armasının yalnız kalmaması için giden, dayanışma ve paylaşmanın hazzıyla yollara dökülen birçok taraftar var. Sertaç Yüksel ve Özer Selik Ö. Selik: Deplasman dediğiniz seyahatten farklı bir şey. 1000 km yol gidip sadece maçta takımını destekleyip geri dönen insanlar var. Neden? Takım orada yalnız kalmasın, gol attığında koşacağı bir tribünü olsun diye. Bir de deplasman demek anı demek. Her gidişinizde dönüşte arkadaşlarınıza anlatacağınız onlarca hikâyeniz olur. Deplasman yasağını konu aldığımız “Yalnız Derbi” filminin sonuna bir yazı yazdık, “sesin eksildiği yerde anılar doğmadan ölür” diye. Umarım yasak da en kısa sürede kalkar çünkü insanların hayatından hikâye eksiltiyor. Programınız teknik anlamda da son derece kaliteli. Bir programın ortaya çıkış sürecinden bahsedebilir misiniz? Ö. Selik: Ortaya çıkış süreci biraz sancılı haliyle. Seyirciyle röportaj yaptığımız kişiler arasına girmemek için dış ses kullanmıyoruz. Dış ses olmadan montaj yapmak işimizi çok zorlaştırdı ancak bizim kurduğumuz cümlelerin bu filmlere fazla olduğunu keşfettik. Tamamen karakterlerin söylediklerinden yola çıkıp kurguyu öyle tamamlıyoruz. S. Yüksel: Programı çekiminden montajına kadar sadece ikimiz gerçekleştiriyoruz. Gidilecek kentin futbol mazisi ve taraftar yapısı hakkında kısa bir araştırma yapıyoruz. Ama çok da detaylı olmuyor, çünkü kente hazırlıksız gidip her şeyi yerinde keşfetmek çok daha fazlasını vaat ediyor bizlere. Röportaj yapacağımız insanlara mesafe koymadan yaklaşıyor, kayda girmeden uzun süre sohbet ediyor ve aramızda olumlu bir elektrik yakalamaya çalışıyoruz. Programdaki müzikler de çok başarılı acaba bunun için yardım alıyor musunuz, yoksa kendi müzik zevkiniz mi? Bir de müzikle futbol arasındaki ilişkiyi de çok iyi yansıtan parçalar var. Ö. Selik: Sertaç çok iyi bir kulak. Müzikler için öneriler ondan gelir ve üzerinde en az tartıştığımız konu müziklerdir. Açıkçası orada önemli olan nokta doğru duyguda benzer ruhlu müziği kullanabilmek. Bunu yapabildiğimiz için müzikler çok dikkat çekiyor. Hatta Deplase Keyifler için Twitter’da şöyle bir yorum okumuştuk: “Deplase Keyifler kesinlikle izlediğim en iyi müzik programı” diyordu. S. Yüksel: Müzik seçimi yaparken tamamen kendi kişisel arşivimdeki sevdiğim şarkılardan yola çıkıyorum. Ayrıca müziklerin kullandığımız görüntülerle kontrast oluşturması hoşuma gidiyor, söz gelimi Anadolu’da çektiğimiz şehir görüntülerinin arka planında İzlandalı bir post rock grubunun şarkısını kullanmak gibi. Böylelikle müzik sadece görüntü tamamlayıcı olma hüviyetinden çıkıp ayrı bir anlatıcı oluyor ve ortaya iki kanallı bir anlatım dili çıkıyor. [email protected] G ZÜLAL KALKANDELEN Kitap C M Y B C MY B İkinci eçen ay Cumhuriyet Kitapları’ndan “İ Cumhuriyetçiliğin Temelleri” adlı yeni kitabım yayınlandı. İkinci Cumhuriyetçilik tartışmasını irdelediğim bu çalışmamın çıkış noktası, iktisat profesörü İdris Küçükömer’in Türkiye’deki siyasal yelpazeyi altüst edip, solu sağ, sağı sol olarak değerlendiren tezlerinin eleştirisini yapmaktı aslında. Bu yazıyı, hem bu kitaptan haberi olmayan okuyucularıma duyurmak, hem de üzüldüğüm bazı noktaları paylaşmak için yazdım. Bir yazarın kendi kitabı üzerine yazı yazmasını garipseyenler ya da bunu kendi reklamını yapmak olarak algılayanlar olabilir. Onlara şunu söylemek isterim. Ben bunu yapmaya zorunluyum. Çünkü arkamda bir holding medyası ve cemaat yok. Kitabım hakkında Cumhuriyet Kitapları’nın gazetemize verdiği ilan dışında medyada çıkan boy boy reklamlar yok. D&R’ın raflarında kitabım yok... Eminim bu yazıyı okuduktan sonra kitabın çıktığını yeni duyanlar olacaktır. Duyulmasını elbette isterim; emek verdiğim bir çalışmanın olabildiğince çok sayıda kişiye ulaşmasını dilerim. Neden? Bu işin içinde olanlar bilir; Türkiye’de yazarak zengin olunmaz. Çok satışlı rakamlara ulaşan popüler yazarlar arasında bunu başaranlar olabilir ama onlar istisnadır. Sonuçta kitabımın daha fazla kişiye ulaşmasını istememin nedeni, sadece önemli olduğunu düşündüğüm bir konuda kendi bakış açımı sunmak. Bu nedenle kitap çıktığında ilgilenebilecek kişilere de yolladım. Prof. Dr. Emre Kongar, köşesindeki bir yazısında söz etti; onun dışında medyada hiçbir yerde olumlu ya da olumsuz adı geçmedi, kitap eklerinin hiçbirisinde hakkında yazı, röportaj çıkmadı. Yani kitap görmezden gelindi... Acaba konu mu ilginç değildi? Günümüz siyasi hayatına damga vuran temel tartışmalardan birisi değil mi bu? Elbette “liberal” ya da muhafazakâr kesimin benim yazdığım bir kitaba ilgi göstermesini beklemiyorum ama daha tarafsız olabileceğini düşündüğüm kesimden de ses çıkmadı. Acaba ben mi yeterince medyatik değilim? Medyatik olmak için ne yapmalıyım? Son yıllarda özellikle cemaat ile yakın temas kurmak ya da kadın olarak cinselliği öne çıkarmak işe yarıyor. Televizyonlardaki horoz dövüşü benzeri tartışma programlarında birbirine bağıran, köşesinden hakaretler yağdırıp küfredenler de epey medyatik. Peki bunları yapmayı reddediyorsanız nasıl olacak? Benim böyle bir yazıyı okurlarla paylaşabilme olanağım var. Ya olmayanlar ne yapacak? Bir yazarın kitabını okuyuculara duyurmak için ne yapması gerekir? Facebook ya da Twitter gibi sosyal medya platformlarını kullanarak bu işi bir yere kadar yapabilir belki ama ana akım medyada yer almıyorsa, orada da ulaştığı insan sayısı sınırlı. Sonuçta kitap okuyucusunu bulur” diyenler var. Ben “S pek o kadar umutlu değilim. Çok sayıda kitabın raflara bile girmeden depolarda ölüme terk edildiğini biliyorum. Önemli olan kitabın basılmış olmasıdır” diyenler var. “Ö Elbette basılmış olması çok önemli ve sevindirici. Çünkü basılı malzeme tarihe mal olur ve kuşaktan kuşağa Kitap aktarılarak yazılı kültürü oluşturur. Ama bu noktada “K kimin için basılır?” sorusu da akla gelmiyor mu? Bir yazarın kitaplarını bastırıp kendi kütüphanesindeki raflara dizmesi, kuşkusuz onu çok mutlu edecektir. Fakat asıl amaç, yazılanları okuyucuyla paylaşmak değil midir? Evindeki kütüphanesindeki raflara kendi yazdığı kitapları da yerleştiren bir yazarın duyduğu mutluluk, o kitaplarda yazdıklarını başkalarıyla paylaşamadığında kalp kırıklığına dönüşmez mi? Yazarın kitabın fiziksel varlığından duyduğu mutluluk nerede başlayıp nerede biter? www.zulalkalkandelen.com / [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle