01 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 25 EYLÜL 2011 / SAYI 1331 ZÜLAL KALKANDELEN nsanlıktan utandıran bir an AYGAZ’LA GEÇEN YARIM ASIR stanbullu iki kadındılar; dostlukları gençliklerine dayanıyordu. Her ikisinin de aklında; “karşı tarafta” deniz kenarında bir sayfiye evi tutma fikri vardı. 60’lı yılların başıydı; nüfusu henüz iki milyona bile ulaşmamış olan stanbul’un Marmara Denizi kıyıları pırıl pırıldı. Köprülerin hiçbiri yoktu, şehir hatları vapurları denizlerin hâkimiydi; “karşıya geçmek” ya da “ stanbul’a inmek” için vapura binilirdi. ki kadın, hayal ettikleri gibi bir yer buldular sonunda. Maltepe Süreyya Plajı’nda önü bahçeli yalıapartmanın iki ayrı katını kiraladılar ve ailecek taşındılar. Her şey tamam sayılırdı, önemli bir şey hariç; Teşvikiye’deki evlerinin mutfağında havagazı kullanmaya alışmış olan kadınların Maltepe’de böyle bir lüksleri ne yazık ki yoktu. Bir çözüm bulmak gerekiyordu. şte Aygaz’la o zaman tanıştılar. Aygaz da zaten müşterileriyle yeni yeni tanışıyordu. Kadınlar, gazın bu kadar kolay “taşınabilir” olmasını garipsiyorlar, bu kolaylığın başlarına bir iş açmasından korkuyorlardı. Sonunda tüpler mutfaklara girdi. Takıldığı gün tüpün önünde, biraz ürkek ve acemi bir tavırla ellerinde kibrit, epeyce oyalandılar. Sonunda yaktılar, dualarla. Yakış o yakış... O günden bu zamana tam 50 yıl geçti. Yukarıda sözü edilen hikâye de bu 50 yılın anısına çıkarılan “50 yılın yükselen enerjisi: Aygaz” kitabından. Aygaz’ın kendine 50. yıl hediyesi kitap. 1960’lardan başlayıp ilk gemi Aygaz 1’in denize indirilmesinden 1972 Münih Olimpiyatları’nda Yunanistan’da Olimpos Dağı’nda ateşlenip psala sınır kapısında Türk atletlerce teslim alınan Olimpiyat meşalesiyle Taksim Opera binası önünde Aygaz’ın yaptırdığı büyük meşalenin ateşlenmesine, katalitik soba mucizesinden, “anahtar paspasın altında” denilecek kadar güvenilen tüpçülerin varlığına kadar pek çok tarihi bilgiyi yeniden hatırlatıyor kitap. şte size o tarihten birkaç görsel... G merika, 2012’de başkanlık ve Kongre seçimlerine hazırlanıyor. Oradaki seçim süreci, birçok noktada bizdekinden farklı seyrediyor. Öncelikle adayların kamusal politikalara ilişkin görüşleri seçim tarihinden çok önce çeşitli panellerde ve toplantılarda tartışılmaya başlanıyor. Televizyon kanallarında adayların toplu olarak katılıp, doğrudan halkın sorularını yanıtladıkları oturumlar düzenleniyor. Seçim günü geldiğinde, herkes, hangi adayın hangi konuda nasıl bir tavır aldığını net bir şekilde biliyor. “Net bir şekilde biliyor da ne oluyor, seçilen kişi o verdiği sözlerde duruyor mu ki?” diyebilirsiniz. Durmayanın bir sonraki seçimde alacağı oyların oranında, “sözünde durup durmama kriteri” de rol oynuyor tabii. Örneğin Obama’nın gelecek seçimde bu kriterden geçer not almakta epey zorluk yaşayacağını şimdiden söylemek olanaklı. *** Aslında sözü, girişte anlattığım bu bilgilendirme toplantılarından birine getirmek istiyorum. Geçenlerde Tampa / Florida’da Cumhuriyetçi Parti başkan adaylarının katıldığı bir oturum yapıldı. Eski Utah Valisi John Huntsman, şadamı Herman Cain, Çay Partisi Hareketi’nin kurucularından Temsilciler Meclisi Üyesi Michele Bachmann, şadamı ve eski Massachusetts Valisi Mitt Romney, Teksas Valisi Rick Perry, Temsilciler Meclisi Üyesi Ron Paul, Eski Kongre Üyesi Newt Gingrich ve Eski Senatör Rick Santorum’un yer aldığı toplantının sponsorluğunu CNN ve Amerikan sağının içinde yer alan Tea Party (Çay Partisi) hareketinin üstlenmesi de ilginçti. nternet üzerinden de izlenebilen yayın sırasında birçok sosyal ve siyasi konuda görüşler paylaşıldı; büyük çoğunu hayretle karşıladığım sözler ifade edildi. Ancak hiçbirisi Ron Paul’ün (RP) CNN Moderatörü Wolf Blitzer (WB) ile girdiği şu diyalog kadar dehşete düşürmedi beni. WB: Size varsayımsal bir soru sorayım. yi bir iş sahibi olan, iyi bir hayat süren, 30 yaşında sağlıklı bir adam şöyle bir karara varıyor: “Sağlık sigortası için ayda 200 ya da 300 dolar ödemeyeceğim; buna ihtiyacım yok, çünkü sağlıklıyım.” Fakat başına çok kötü bir kaza geliyor ve birden buna ihtiyacı oluyor. Diyelim ki komaya girdi. Bu durumda masrafları kim karşılayacak? RP: Sosyal yardımlaşma ve sosyalizmin kabul edildiği bir toplumda, devletin bunu karşılamasını bekleyecektir. WB: Peki siz nasıl olmasını istiyorsunuz? RP: Ne istiyorsa onu yapmalı ve kendi sorumluluğunu üstlenmeli. Ben kendisine temel sağlık sigortalarından birisine sahip olmayı tavsiye ederdim, ama zorlamazdım. WB: Ama başına o kötü olay geldiğinde o sigortaya sahip değil ve 6 ay boyunca yoğun bakıma ihtiyacı var. Kim ödeyecek? RP: Özgürlük bu zaten. Kendinizle ilgili riskler almak. WB: Ama toplumun o adamın öylece ölmesine göz yummasının gerektiğini mi söylüyorsunuz? Stüdyodaki kalabalıktan sesler: Evet! Evet! (Kahkahalar) RP: Ben bu ülkede sağlık sigortası sistemi (Medicare) yokken 1960’ların başında tıp eğitimi aldım. San Antonio’da Santa Rosa Hastanesi’nde çalışırken bize başvuran kimseye kapımızı kapamadık. Onlarla kilise ilgilenirdi. Herkesin yükünü kendisinin, komşularının ya da kilisenin yüklenmesi fikrinden vazgeçtiğimiz için şu anda masraflar çok arttı. Tıpta rekabet yok. Herkes lisanslama ile korunuyor. *** Ron Paul, bir tıp doktoru. Sigortası olmayan bir adamın başına kaza gelir ve komaya girerse, kendi kararlarının riskini almalı ve sonuca razı olmalı diyor. Daha da fenası, stüdyoda oturanlardan bir kısmının Ö Blitzer’in “Ölüme terk mi edilsin” sorusuna Ron Paul’den önce kahkahalar eşliğinde “Evet! Evet!” çığlıklarıyla yanıt vermesi! O an, insanı insanlığından utandıran unutulmayacak bir an olarak tarihe geçti. G www.zulalkalkandelen.com / [email protected] A ADNAN B NYAZAR Suç üretme düzeni eçen hafta Yukio Mişima’nın Yaz Ortasında Ölüm adlı öykü kitabından söz edeceğimi duyurmuştum. Kitabın arka kapağında, Mişima’ya “20. yüzyıl edebiyatının yetiştirdiği büyük bir deha” deniyor. “Dâhi” yazarlığın ölçüsü ne? Anlatıda kendine özgü bir söylem yaratarak insanlığa gerçeğin aynasını tutmak... Yaz Ortasında Ölüm’de on bir öykü var. Bunlardan biri “Sirk”. “Sirk”te, özgürlüğü seçen iki gencin en masum ilişkileri suç sayılıp alçakça öldürülüşü anlatılıyor. G [email protected] C M Y B C MY B Öyküleri okurken Mişima’nın, 25 Kasım 1970 günü canlı yayın yapan kameralar önünde, geleneksel Japon yöntemiyle karnını deşip canına kıyması gözümde canlandı. Şu anda, o gönüllü yok oluşun dehşetini yaşıyorum. Merak eden, aynı günlerde yayımlanan Marguerite Yourcenar’ın Mişima ya da Boşluk Algısı (Can Yayınları) adlı deneme kitabını okursa, bu trajik olaya belki kendince bir neden bulabilir. Mişima’nın bende özel bir anlamı da var. Öyküleri Japoncadan Türkçeye Çorum lköğretmen Okulu’ndan öğrencim Neşet Erkin’in oğlu Hüseyin Can Erkin çevirmiş. Algıladığıma göre Mişima’nın söyleminde lirik yönelişler var. Bu lirizmi, Erkin’in, Türkçenin dilsel inceliklerini gözeterek yansıttığını söyleyebilirim. “Sirk” öyküsüne gelince... Edebiyat, okuru, çağımızda örneğine çok rastladığımız uydurma olaylar arasına sokup bunaltmaz; anlatı ormanlarından geçirerek onu evrensel insanla yüz yüze getirir. “Sirk”, artalanıyla faili meçhul cinayetlerin, kişiliği alçaltıcı düzenbazlıkların, suç üretme düzeneklerinin işletildiği ahlakdışı ortamlara sokuyor okuru. Yazar, öykünün bilinçlendirici işlevini, çağrışımlarla kurguluyor. Sirkin patronu, yakın adamı P.’ye istediğini yaptıracak güçte: Alçaklıkta benzeri olmayan P. de, patronun kurallarına uymayan iki sevgiliyi ortadan kaldırmaya hazırdır. Erkeğin gösteri atına azgınlaştırıcı iğne vuruyor. Kızın, üstünde yürüyeceği ipi kayganlaştırmak için, ipte gösteriye ondan önce çıkan erkeğin tabanına yağ sürüyor. Marifetini de şöyle açıklıyor: “Polisi idare ettim. Prens’in tabanına yağ sürdüğümü, Kleita’ya(at) azdırıcı iğne yaptığımı anlamadılar.” Sözü yazara bırakalım: “Patron, memnuniyetini gizleyemediği buruşuk yüzüyle, P.’nin avucundan taşacak kadar altın parayı boca ediverdi. Boşalan keseyi silkeleyerek, ‘Çok aşağılık bir herifsin. Böylesine müthiş bir iş yapıyorsun ama karşılığında para alarak işin bayağılaşmasına yol açıyorsun,’ dedi. P.’nin yüzünde yılışık bir gülümseme belirdi.” Anlatılanlar bir öyküde geçiyor ama öylesine içindeyiz ki yapılanların! Öykü boyunca faili meçhul cinayetleri kimlerin işlediğinden çok işletenler geldi gözümün önüne. Olayların karartılıp adaletin kaygan zeminlere çekildiğinin tartışıldığı bir ortamda şu soruları sormadan edemedim: Aramızda arsızca dolaşarak bu insanlıkdışı eylemleri gerçekleştirenler kimler? Niye izine tozuna ulaşılmaz bunların? Hangi paralarla besleniyor bu yaratıklar? Adaletin gözü önünde işlenen bu cinayetlerin üstünü kim örtüyor? Bu soruları sıralarken, içten içe de, “21. yüzyılda Platon’un, ‘Her yerde bir tek adalet ilkesi vardır: Güçlünün çıkarı.’ sözü keşke doğru olmasaydı...” diye düşündüm. Aynı anda iki soru daha geldi aklıma: “Agorada yargıçlar yerine halk yargılasaydı, yüzyılımızın Sokrates’leri suçlanır mıydı?” “Bugün bir suç üretme düzeni yaratılmasaydı; Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Mehmet Haberal, daha nice gazeteci, düşünür, komutan... hücrelerde çürütüleceğine işlerinin başında olmaz mıydı?” G
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle