02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 TEMMUZ 2008 / SAYI 1163 9 Din ve inanç Zülal Kalkandelen “Do You Believe?” Bu kitap başlığı, New York’ta bir kitapçıda yeni satışa çıkan yayınlara bakarken dikkatimi çekmişti. İlginç olan, yalnızca okuyucuyu bir anda yakalayan “İnanıyor musunuz?” sorusu değil, aynı zamanda kitabın çarpıcı bir sadeliği yansıtan kapak tasarımıydı. Alt başlık ise, merakı iyice kamçılayacak cinsten: “Tanrı ve Din Üzerine Konuşmalar”. Antonio Monda’nın yeni kitabından söz ediyorum. Monda, New York Üniversitesi’nin Tisch Güzel Sanatlar Okulu’na bağlı Kanbar Film ve Televizyon Enstitüsü’nde öğretim üyesi. Aynı zamanda ödüllü bir film yönetmeni. Aklına iyi bir fikir gelmiş, sanat ve edebiyat dünyasının tanınmış isimleriyle Tanrı ve din hakkında röportajlar yapıp kitaplaştırmış. Bu isimler arasında, Paul Auster, Toni Morrison, Salman Rüşdi, Arthur Schlesinger Jr., Michael Cunningham gibi dünyaca ünlü yazarlar ve tarihçiler ile Martin Scorsese, Jane Fonda, Spike Lee, David Lynch gibi sinemacılar var. Kitabı okurken, Monda’nın Katolik olduğunu anlıyoruz ama röportajları, herhangi bir görüşü dayatmadan, bu hassas konularda ufuk açıcı tartışmaların ortaya çıkmasını hedefleyerek yapmış. Konuştuğu kişilerin kimisi ateist, kimisi agnostik (bilinmezci), kimisi de inançlı ama organize dinlerle sorunu var. Herkese genel olarak aynı soruları yöneltip, onların düşüncelerinin dayanaklarını bulmaya çalışmış Monda. Sorulardan birisi, Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşler Antonio Monda romanından alıntılanan “Tanrı yoksa her şey mubahtır“ görüşüne katılıp katılmadıkları. Yanıtı aranan esas konu ise, insanın içsel ahlak duygusunun Tanrı’ya olan inancına bağlı olup olmadığı... Agnostik olduğunu açıklayan tarihçi Arthur Schlesinger Jr., bu yöndeki soruyu yanıtlarken, “İnsanoğlu medeni bir toplum yaratmak için yasalar ve kurallar koyabilmiştir. Tolerans göstermeye ve sevmeye muktedirdir,” görüşünü dile getiriyor. Kutsal bir güç olduğuna inanan ama hiçbir organize dine mensup olmayan David Lynch ise, iyiliğin ve kötülüğün kendi içimizde olduğunu düşünüyor. Yönetmen Spike Lee, bir yanda elimizde öğretiler ve emirler varken, diğer yanda organize din ve onu temsil edenlerin olduğunu belirtiyor. Örnek olarak da, dini çatışmalar sırasında Tanrı adının suiistimal edilişini, Pat Robertson adlı Protestan rahibin, Venezüella Devlet Başkanı Chavez’in katli yönünde çağrı yapışını hatırlatıyor. Röportajlarda savunulan görüşler bazı noktalarda birbirinden o kadar farklı ki, inancın neden tamamen Tanrı ile birey arasında bir mesele olduğu çok açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Örneğin Michael Cunningham, Tanrı’yı siyah bir kadın olarak hayal ederken; oyun yazarı/şair Derek Walcott, ak sakallı yaşlı bir beyaz adam olarak düşünüyor. İnsanların hayaline müdahale edemeyeceğinize göre, onları kendi inançlarıyla baş başa bırakmak en doğrusu. Din konusunda günümüzde yaşanan en önemli iki tehlikeyi, bana göre, Paul Auster ve Michael Cunningham ortaya koyuyor. Dinin köktendinci eğiliminden neden dehşete kapıldığını anlatırken şöyle diyor Auster: “Kesinlikçilik (absolutism) ile ilgili sorun, insanı gerçeği bulduğuna inanmaya yöneltmesidir. İşe bu varsayımdan başlarsanız, her türlü çarpıtmaya açık hale gelirsiniz ve görüşlerinizi paylaşmayanları insanlıktan çıkarırsınız.” Dinin siyasette kullanımı ile ilgili olarak Michael Cunningham’ın üzerine parmak bastığı sorun ise, Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor: “Ülkeleri din yönetmemeli. Dinlerde tek bir insan tipi, toplumlarda ise çeşitlilik vardır.” İşte tam da bu nedenle lailkliğe dört elle sarılmamız gerek... [email protected] Algılama çarpıklığı... Adnan Binyazar KP’li Dengir Mir Mehmet Fırat, New York Times gazetesine verdiği röportajda “Türk toplumuna travma yaşatıldı. Bir gecede kıyafetlerini ve dillerini değiştirmeleri söylendi. Dinsel yolları dağıtıldı” diyor. AKP’liler dış basına verdikleri demeçlerde nedense ölçü tutturamıyorlar. Oysa politikacı, dışarıyla ilişkilerinde, mantığının miyarına vurmadan ağzını açmamalıdır. Bunun bir tehlikesi, ülkesini jurnallamaksa, bir tehlikesi de, Türkiye’nin hangi yörüngede dönendiğini bizden iyi bilenler karşısında küçük düşmektir. Fırat’ın, travma (traumatized) sözcüğünü psikoloji, tıp ya da sosyoloji terimi olarak kullanmadığı belli. Kavramı, genel bağlamda “ağır bir yaralanma” yönünde kullanıyorsa, onun, travma eylemini böyle algılaması doğaldır. Atatürk, gerçekten, kıyafet devrimiyle toplumu çağdaşlaştırmayı, dil özleşmesiyle ulusal duyguyu pekiştirmeyi, dini yasal güvence altına alarak da inanç özgürlüğünü yerleştirmeyi amaçlamıştır; ki bu, yara açmak değil, işleyen yarayı sağaltmaktır. Fırat’ın algılama çarpıklığı şurada: En hızlı devrim bile bir gecede gerçekleştirilemez. Fırat’ın, değiştiğini ileri sürdüğü dil konusunu ele alalım; Türkçe nerdeyse yüz yıldır gerici kesimlerin kuşatmaları altında, beklenen değişimi gösteremedi. Şimdi de Batı dillerinin işgaline uğrama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Batı’ya açılma, dilimizin kavramsal yoksulluğunu ortaya çıkarmıştır. Atatürk, dilini geliştirmeyen bir ulusun, çağdaşlık düşüncesini yaşamına katamayacağı görüşündeydi. Bu bağlamda dilin ulusallaşması, düşünce devriminin ilk adımı sayılmalıdır. Osmanlıca döneminde, o dille biçimlenmiş bir azınlık (havas); o azınlığın, varlığından bile habersiz olduğu bir halk (avam) vardı. Ancak ulusal dil duygusu bu iki kesim arasındaki açıklığı kapatabilirdi. Atatürk, düşünce bağımsızlığıyla ülke bağımsızlığını eşdeğerde görür. Dilin tarihsel süreç içinde değişmesini beklemedi. Dilcilerle edebiyatçıların bir araya geldiği toplantılara o da katıldı. Onlarla Türkçenin; ArapçaFarsça ağırlıklı Osmanlıcanın baskısından nasıl kurtarılıp bağımsız kılınabileceğini tartıştı. Türk devrim tarihinde, çağdaş uygarlığa erişmenin yolu “dil” ile çizilmiştir. Bu düşünce, Türk Dil Kurumu’nun kurulmasını gerektirmiştir. Alman filozofu Leibniz, Luther için, “Halkın ağzına bakarak konuştu” der. Luther, gerçekten, zerzevatçıların, kasapların, sıradan insanların diliyle İncil’i Latinceden Almancaya çevirmiştir. Bugün elimizde bulunan 12 ciltlik Derleme Sözlüğü, öğretmenlerin, her meslekten kişinin, hatta öğrencilerin, halkın kullandığı sözleri derleyip Türk Dil Kurumu’na gönderdikleri sözcüklerden, söz türevlerinden oluşmuştur. Bunun ardından, sözcük üretme, terim yaratma, bilgi dünyamızı oluşturan sözcükleri tarama çalışmaları geldi. 8 ciltlik Tarama Sözlüğü bu çalışmanın ürünüdür. Türkçenin bilim, felsefe, düşünce dili olarak gelişmesinin temelinde geniş ölçüde bu çabalar yatıyor. Onun devrimlerine karşı kafaları ve yürekleri kin bağlamış kişilerin Cumhuriyetin getirdiği değerler dizgesini travma saymalarından doğal ne olabilir?.. [email protected] A Madımak müze olsun... Enver Aysever ‘Şeytan Ayetleri’ yayımlandığında tüm dünyada Müslümanlar ayaklanmış, İran’dan, yazar Salman Rüşdi için ölüm fermanı çıkmıştı. Bir yazarı milyarlarca insan linç etmek istiyordu! Tüyler ürperten bu gerçek, dokunulmaz olana, tabu olana dokunmanın sonucuydu. Yazmak ve ölüm yan yanaydı! Bir yaratıyla, kurmacayla Tanrı kelamı arasındaki farkı anlatmak ne denli güçtü imanlı kitlelere. Oysa yazarlar özgür olmak, düşündüklerini alabildiğine içtenlikle kaleme almak, söylemekle yükümlüdürler. Uygarlık ölçütü de burada konuluyordu işte! Hiçbir söze, yazıya kelepçe takılamayacağını anlayan toplumlar gelişiyor, dönüşüyor... Güncel akış içinde bir yerlerde roman kuran, şiir söyleyen kişilerin olduğunu fark etmeyiz bile. Hatta bazı zaman yaptıkları işi, çabalarını küçümser, alaya alırız. Ama bilmeyiz ki; eğer bir yerlerde yazanlar olmasa, toplumun yapısı hepten bozulur, armoni yiter, yerini kakafoni alır! Diyeceğim; eğer bir toplum vicdan sahibi olacaksa, önce bu yazarlara gereksinimi vardır! Madımak Müze Olsun! Aziz Nesin şimdiki ezber bozmaya kalkışanlar gibi biri değildi. Onun içtenlikli çıkışlarının altında, toplumun salt ezberini bozmak değil, altını üstüne getirme arayışı da vardı. Tuhaftır; gerçek yurtsever olan bu aydınlar, nedense, niçinse bir türlü toplum tarafından kolaylıkla benimsenmezler. Sıvas’a giden ozan, yazar, düşünür, sanatçı topluluk içinde Aziz Nesin’in olması büyük talihti elbet. Tanrı tanımaz birinin, bir inanç etkinliğinde olması niçin, diye soranlar çıkabilir. Orada ‘Pir Sultan’ anılacaktı, dev bir heykel açılışı olacaktı ve insanlığa bir mum ışığı kadar da olsa aydınlık getiren herkesin yanında olmalıydı yazar kişi! Üstelik sanılanın aksine, yazarlar, düşünürler arasında astüst ilişkisi yoktur. Tersine eşitlikçi, birbirini besleyen bir birine dayanan bir tarih anlayışından söz edilmelidir onlar için. Biri varsa, diğeri de olur. Bunu en iyi bilenlerdendir Aziz Nesin! Pir Sultan’ın nefesinin ne demek olduğunu en iyi o bilir aslında, yüreğinde en çok o hisseder. Zalim olan, hükümran olan her dönem karşıdır sanatçıya, yazara, düşünüre... Madımak Müze Olsun! Aziz Nesin, o gün, pek çok Alevi’nin bulunduğu oturumda konuşurken, tüm inanç gruplarını eleştirmiştir. Alevilerin de yenilenmesi gerekliliğinden söz açmış ve nihayetinde iman etmenin, gün gelip gözü kör etmeye taşıyabileceğinden dem vurmuştur. Salon ilgiyle, sevgiyle Nesin’i dinlemiş ve alkışlamıştır. Bir yazarın, ilk görevinin inandıklarını söylemek olduğunu bilmektedirler. Eğer Aziz Nesin, kürsüde özgürse, kendilerinin de özgür olacağını bilmektedir Alevi topluluk. Sonuç; Kimilerinse şeriat isteyenler tarafından, kimilerince devletşeriatçı işbirliğiyle canlara kıyılmıştır Sıvas’ta! Madımak Müze Olsun! Romancı Latife Tekin dostum, Sıvas’taki ateşin sıcaklığını 2008 yılı Haziran’ında Karabük’te hissetti. Bir konuşma yapmak için geldiği kentin sokaklarında gördüğü mutsuz, yılgın ve başları kapatılmış insanlar belli ki yüreğini dağlamıştı. Karabük kimliğini yitirmiş, ötesi mutsuz insanların yaşadığı bir yer olmuştu. Yazar yüreğinin buna dayanması, isyanını dindirmesi güçtü elbet. Toplantı başlayıp, konuşma vakti gelince, bir yazarın yapması gerekeni yaptı Latife! Konuştu, haykırdı, kimi zaman esti gürledi... Ama bir vicdan olduğunu unutmadı. Yoksul insanlar için, köleleşenler için anlattı ve belediye başkanının küstah, terbiyesiz ve cüretkâr saldırısı yaşadı. Başkan; “Benim paramla geldin buraya, beni eleştiremezsin” dedi ve mikrofonu kapattırdı. Onurlu bir yazarın yapması gerektiği gibi Latife başı dik biçimde terk etti orayı. Ağzından salyalar akarak bakan iri gözler, eskiden solcu olup, şimdi bu belediyeden iş kaparak köşeyi dönen organizatörler nefret ediyordu romancıdan... Az sonra ateşler yanacaktı belki… Madımak Müze Olsun! Karabük belediye başkanıyla, Salman Rüşdi’ye ölüm fermanı çıkaranlar arasında bir anlayış farkı yoktur. Sivas’ta güzel insanları yakan ve şimdi Madımak Oteli’nde kebap yiyenler arasında da bir fark yoktur. Bu vahşetin belgesi olarak, bu anlayışa karşı; aydınlar, yazarlar, düşünenler ve özgür gelecek isteyenler için Madımak müze olmalıdır. Latife kendini yalnız hissetmesin diye, ideal yurttaşı Sünni olarak tanımlayan devlet anlayışı değişsin diye ve en önemlisi vicdanlarımızda çoktan hüküm giymiş olanlara, ayna görevi görsün diye, Madımak müze olmalıdır... www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle