15 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

13 Mart 2021 Cumartesi 3 Medeni ve normalmişim gibi davranıyorum Elif tokbay u Bitlis’te doğuyorsunuz. İstanbul’a gelme öykünüz nasıl, kaç yaşında geliyorsunuz? İstanbul’a geldiğinizde neler hissettiniz, büyüklüğüyle, karmaşasıyla, kimsesizliğiyle beni çok ürkütmüştü. Sizi de korkuttu mu? 3 yaşında İstanbul’a gelmişim. Hiçbir yerli hissetmiyorum kendimi. İstanbullu da Berlinli de değilim. Bulamadım onu. Köksüzüm. Canım sıkkın. Ama keyfim de yerinde. Artısı eksisi bir. İstanbul’dan değil ama dünyadan çekiniyorum. u Oyunculuk ne zaman aklınıza düşüyor, başlama öykünüz nasıl, çocukluktan mı geliyor? Var mı sizi yönlendiren insanlar? Belki bir öğretmen, belki aileden biri... Kimler onlar? Sevilmek istiyordum küçükken. Şiir okurdum okulda, atletizm takımındaydım, şarkı söylüyordum, mahallede arabaların plakalarını okuduğum bi TV programım vardı. Büyüyünce yayından kaldırıldı. Akli dengem yerinde değildi bence. Bunu şimdi fark ediyorum. O kadar cesur kalsaymışım iyiymiş. Sonra lisede edebiyat öğretmenim sayesinde Beckett ve Ionesco’yla tanıştım. Onları yanlış anladım, böyle oldu. BU YALANDA BİR SULH VAR u Sakin bir havanız var. Canlandırdığınız tiplere baktığımda ise öfkeliler. Zebercet, Trafo, Soner... Yeraltı adamlarını canlandırmayı seviyorsunuz sanki. Sessizim ama sakin değilim. Maskem var. Yalan söylüyorum. Medeni ve normal biriymişim gibi davranıyorum. Çoğu insan öyle. Ama bu yalanda bir sulh var. Kimse de şikâyetçi değil. Oynadığım karakterlerin hepsi öyle değil aslında. Zebercet yeraltı karakteridir doğru. Yeraltı karakteri tam olarak odur. Bu karakterleri oynamak özellikle tercihim değil. u Öfke size neler ifade ediyor. Nelere sinirlenirsiniz? Öfkelenince ne yaparsınız? Öfke insanın temeline atılmışsa sorun. Yani doğduğun için öfkeliysen, yumurtanın sarısına da öfkelisin. Ben öfkelendiğim için öfkeleniyorum. O aşamaya geldim. Şimdi sıra her şey çok güzelmiş gibi davranmakta. Az kaldı. u Tiyatro sahnesine taşıdığınız Zebercet’ten bahsedelim biraz. Tek kişilik bir oyundu. Onu nasıl hatırlıyorsunuz, sizde nasıl izler bıraktı? Zebercet benim. Daha doğrusu benim gibiler. Özel bir şeyden bahsetmiyorum. Onun eylemlerinden bahsetmiyorum. Varlığından bahsediyorum. Dürüstlük insanın erdemlerinden biridir öyle değil mi? Ama ileri seviyede bir dürüstlük suçtur da. Zebercet aklındaki neyse o olmuş, başka seçeneği yokmuş. Benim var. İNCE RUHUN İKİLEMİ u Yusuf Atılgan Anayurt Oteli’nde diyor ki “Yeryüzünde canlı kalmanın bir bakıma suç işlemeden olamayacağını bilmeyen, kendilerini suçsuz sayan insanlardan çekiniyor, utanıyordu.” Ne düşündürdü bu cümle size? Kendini günahsız saymanın günah olması tamam da bir de böyle düşünenler adına utanmak hatta onlardan çekinmek incelikli bir ruhun işi. İnce bir ruh zarif biri olmak anlamına gelmez her zaman. En kötüsü de yapabilir insanı. u Son Yaz’da canlandırdığınız Soner karakteri hayata ve babasına olan öfkesini başkalarından çıkarıyor. Neden hep böyle olur? Sizin böyle dönemleriniz var mıydı? Nasıl farkına vardınız, üstesinden gelmek için neler yaptınız? Hayat çocukluk travmaları üzerine kurulu. Freud açıklamış zaten, benim ne düşündüğümün bi önemi yok. ‘Geçen babama 9 yaşındaki bi olay için çok kızgın olduğumu fark ettim’ diyor biri mesela. Kardeşim sana bravo. Yani fark ettiğin şeye bakılırsa, fark edecek ne çok şeyin var. Köksüzlük burada işe yarıyor. Belki sıcak bir yuvan yok ama özgürsün de. Soner bunlar üzerine düşünecek biri değil. O bir dizi karakteri. Dizi karakterlerinin rutini olmaz. Onları, sabah içtiği portakal suyunu beğenmediği için canları sıkılırken görmeyiz. Eğer öyle görüyorsak bunun ana hikâyeyle mutlaka bir bağlantısı vardır. O yüzden Soner’in eylemi var. Bunlarla uğraşmıyor. Şanslı. u Son bölümlerde Soner ve Akgün yakınlaştı. Bu ilişkinin sonu nereye varır? Aslında çok benzer yollardan geçmiş, benzer şeylerden yaralanmış karakterler. Gerçek hayatta da öyle değil mi? İki kardeş gibi. Farklılar ama baba figürü birleştiriyor bir yerde. İkisi de baba mağduru. Ama Akgün sevilmiş, hiç değilse önemsenmiş. Soner öyle değil. Onun yöntemi de kendini hatırlatmak, problem çıkartmak. Daha haksız değil o anlamda. Adil bence. Tiyatroda yeniyi arayacağız u Tiyatro yeni dönemde nasıl sürecek? Pandemiyi bilemem. Ama daha teknolojik olacak. Muhafazakârlığı bırakıp tiyatroda yeniyi arayacağız. Önce olmaz denilen şeyleri deneyeceğiz. Karşı çıkıp tiyatro böyle olmaz diyen yobazlar olacak. Sonra ne olacaksa olacak. Tiyatro en olmayacak şey gibi olacak. Değişecek, dönüşecek. Ya da hiçbir şey yapmama hakkımızı kullanacağız. Duracağız öyle. O da olur. Göreceğiz. Halil Babür’ün işi insana insanı anlatmak. Bunun yan etkisi de düşünmek ve düşündürmek. Bugünlerde aklınızdan neler geçiyor diye sorduk. Daha da düşündürecek yanıtlar aldık. Yakışıklılık bayağı götürür u Bir tarafta yakışıklılığıyla ön plana çıkan jönler, bir tarafta karakter oyuncuları... Oyunculukta yakışıklılık nereye kadar? Nereye kadar götürür? Bayağı götürür. “Neden tiyatrocular ekranda değil?” diyorlar. Tiyatrodalar çünkü. Bu da onun gibi. Neden yakışıklı diye oynuyor? Çünkü yakışıklı diye. Bu kadar. Süreç bu soru sorulana kadar eksiksiz bir şekilde ilerlemiş. O zaman sorun yok. u Jönlük kavramına bakışınız ne? Hâlâ var mı sizce? Ben bu jön tanımından o kadar uzağım ki, tartışamayacak kadar. u Aynı zamanda oyun yazarısınız. HeGo adlı oyunuzdan bahsedelim mi? Hego Türk bir oyuncunun Hz. İsa rolüne hazırlanırken altından kalkamadığı kimlik ve sınıf bunalımını anlatıyor. 3 karakter var oyunda. 3 karakter de belirli bir dönemime denk geliyor. Yazdığım oyunlar da genel olarak kendimle, kendime bakışımla ilgili. Utanır insan biraz ama yok. Maalesef böyle. u İçimdeki Yangın oyununuz sahnelendi mi, ne zaman sahnelenecek, konusu ne anlatır mısınız? Sahnelendi ama bildiğimiz şekliyle değil. Emre Erdoğdu’yla teatral bir süreci, sinema disipliniyle birleştirdik. Oyun 5 partta, farklı gerçekliklerde tek bir hikâye anlatıyor gibi davranıyor. 5 bölümde de farklı başlıklarda ‘yabancılık’ kavramını izliyoruz. Yani izleyeceğiz bir gün umarım. Biz izu Felsefeye bulaşmış olduğunuzu hissediyorum. Doğru mu? Aklınızdan, fikrinizden neler geçiyor su sıralar? Ben felsefeye bulaşmamış olmayı saçma buluyorum. Mesela günlük bir konuşmada, dinden, dilden, felsefeden, inançtan laf arasında bile olsa, bir benzetmeyle bile olsa bahsedilmeyince şaşırıyorum. Yani nasıl olmaz? Her sabah uyanırsın, neden diye sorarsın, elini yüzünü yıkarsın, sonra içersin kahveni, tamam. Ben anlamıyorum. Bu ara aklımdan tam da bu geçiyor. Herkes ne kadar gerçek, ne kadar normal. Gündemden başka hiçbir şeyleri yok. Müthiş bi yetenek bu, müthiş. ledik Emre’yle, ilginç. Acı da insana gerekli u Bir söyleşinizde “Yazmak biraz yaralı ruhların ya da daha sessiz faziletlerin işi gibi algılanıyor” demişsiniz. Bu sizce yanlış bir algı mı? Edebiyat romantizme, arabeske gömülmüş durumda. Sanki edebiyat sadece kaybedenlerin ya da tutunamayanların işiymiş gibi. Öyle değil. Nerdeyse bir bilimdir de. İnsan zihninin ve davranışının evrimine ışık tutar. Hatta insan davranışından da öncedir. Önce bir karakter aya çıkar, sonra insan aya gitmeye çalışır. Bir de şiir okurken dikkat etmeliyiz. Çok dikkat etmeliyiz. Ben pek anlamıyorum ya da. Olabilir. Ben anlamıyorum da olabilir. u Yaralar insana gerekli mi? Bir yandan da yara almaktan ölesiye korkuyoruz. İnsanın bitmez tükenmez çelişkilerinden biri öyle değil mi? Gothe’ye “Mutlu oldunuz mu, hiç?” diye sormuşlar. “Tabii ki” demiş. ‘Ama hiçbiri bir hafta sürmedi.” Acı gereklidir. Çok acı çektiğim bir dönem, battaniyeye sarılmış oturuyordum mesela. Battaniyeyle halletmeye çalıştığınız bir şey o kadar fena değildir. FOTOĞRAF: Kurtuluş Arı Gerçekten bildiğin, tanıdığın birine hayran olmazsın. Bir illüzyon hayranlık. Pek aram yok. Özdeşlik kurduğum insanlar var ama. Sıkıntıda olanları, sıkıntısıyla tanışmış olanları, sıkıntısını yanına almış olanları seviyorum. Sıkıntısını güzelleyenler ise sahtedir. Sürekli şikâyet edenin keyfi yerindedir. KİMDİR?2015’te Haliç Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nden mezun oldu. 2014’te 11’e 11 oyunuyla birlikte yazmaya başladı. Ardından “Kasap”, “Hego” ve “İçimdeki Yangın” oyunlarıyla yazarlığa devam etti. Pis Yedili ve Çukur gibi dizilerle televizyon kariyeri sürdü. Emre Erdoğdu’nun ilk filmi “Kar” ile Adana Uluslararası Film Festivali’nde “Altın Koza Umut Vaat eden Erkek Oyuncu” ödülünü aldı. 2017’de yazdığı “İçimdeki Yangın” oyunu, Almanya’da “Heidelberg StückeSoner Sancaktar markt” kapsamında yeni metin seçkisi içinde yer aldı. 2018’de Talimhane Tiyatrosu ile Yusuf Atılgan’ın kült romanı “Anayurt Oteli” romanından uyarlanan tek kişilik performansı “Zebercet” oyununu oynadı. Şimdi Son Yaz’da Soner Sancaktar karakteriyle karşımıza çıkıyor. Alper Hasanoğlu de anima Ne için yaşıyoruz? ÇİZEN: Özge Ekmekçioğlu Albert Camus “absürt”ü anlattığı ünlü eseri “Sisyphos Mitosu” adlı kitabına şöyle başlar: “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: İntihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” İnsan hayatını ne olursa olsun korumak için Hipokrat yemini etmiş bir hekim olarak çok tehlikeli bir girizgâh olduğunu söyleyebilirim. Ama devam edeceğim, çünkü bir intihar güzellemesi değil, aksine bir hayat savunusu yapmak istiyorum sizlere. İnsan hayatı savunusu... Hekimliğimi bir kenara bırakırsak da tehlikeli buluyorum bu giriş cümlesini, çünkü yaşam içindeki olasılıklarımızı ikiye indiriyor ve bu olasılıklardan biri de ölüm. Hayatı anlamlı bulmazsak kendimizi öldürmekten başka bir çözüm bırakmıyor bize Camus bu giriş cümlesiyle. Bence en iyi romanı olan “Yabancı”da hayat ve ölüm arasındaki ince sınırın absürtlüğünü göstermek için mahkemede romanın kahramanı Meursault’ya o adamı neden öldürdüğü sorulduğunda, güneşin çok parlak olduğunu ve gözünü aldığını söyletir Camus. Bir anlamda haklıdır. Dünyada oluşumuz tamamen tesadüf eseridir elbette, dünyaya atılmışızdır Alman filozof Martin Heidegger’in ince ince düşünerek dikkatle seçtiği kelimeyi kullanırsak ve dünyada oluyor olmamızla olmamamız arasında zerre kadar fark yoktur anlam açısından. Rus yazar Anton Çehov, hayatın anlamı sorulduğunda kendisine, “Havucun anlamı nedir? Havucun anlamı neyse hayatın da anlamı odur” diye yanıt vermiştir. Bir havuç da anlamlıdır elbette yeri geldiğinde, özellikle de içindeki vitamine ihtiyaç duyuyorsak. Yine hayat çıkıyor karşımıza dikkat ederseniz. Camus bu tehlikeli başlangıçtan kendisi de korkmuş olmalı ki kitabın son cümlesi şöyledir: “Sisyphos’u mutlu bir insan olarak da tahayyül edebiliriz.” Sisyphos elbette mutlu değildir koca bir taşı koca bir dağın tepesine taşıyıp durmaktan ama ona mutsuz da diyemeyiz. Çünkü yeniden ve yeniden başladığına göre yaptığı bu zahmetli işe, bir umudu vardır mutlaka ve bir anlam yüklemiştir o taşı kan ter içinde o tepeye tekrar tekrar çıkarmaya. Her ne kadar bu eylem tanrılar tarafından verilmiş bir ceza da olsa, Zeus’u kandırabilecek kadar zeki olan Sisyphos’un bu cezadan kurtulmak için hiçbir şey yapmamış olması, onun bu duruma bir anlam yüklediğini gösterir. Homeros da bu cezanın neden verildiği kısmıyla pek ilgilenmez, yalnızca Sisyphos’un acı çekerek tekrar tekrar taşı tepeye taşımaya çalıştığını anlatır. Ama zaten Yunan mitolojisinde tanrılar insanları cezalandırıp dururlar. Yaratılışın başlangıcında insana verdikleri cezaların en büyüğü, onun acı çekerek çalışmak ve sonra türlü türlü acılar çekerek ölmek zorunda olmasıdır. Bu açıdan baktığımızda, Sisyphos’a verilen ceza “yaşama” cezasıdır bir bakıma. Günümüzde Sisyphos’un eylemi, nafile bir uğraş için kullanılan gündelik bir deyime dönüşmüş de olsa, Camus’nün yaptığı yorumu akılda tutmakta fayda var. Kitabın sondan bir önceki cümle şöyledir: “Dağın doruğuyla girişilen savaş, insanın yüreğini tatmin edecek kapasitede bir uğraştır.” Sisyphos kendisine verilen “yaşama cezası”ndan bir anlam çıkarmayı başarmış mitolojik bir kahramandır. Bu anlamda Camus, acılı ve zorlu bir uğraş yoluyla da olsa hayata bir anlam yüklemiş ve kitabın en başında sorduğu tehlikeli soruyu, ölümü değil, hayatı seçerek yanıtlamıştır. Sisyphos mitosunun, “condicio humana”, yani insan olmanın koşulları, insanın doğası olarak okunması gerekliliğine vurgudur Camus’nün bu yorumu. Alman yazar Günter Kunert 1992’de yazdığı “Sisyphos’tan Yenilikler” adlı kitabında, Sisyphos’un sonunda taşı en tepeye kadar götürebildiğini ve taşın yuvarlanmadan tepede kaldığını anlatır. Ama Sisyphos bu zaferden çok kısa bir süre sonra taşı şöyle bir dürter ve aşağı yuvarlar. Çünkü eylem sona erdiğinde ortaya çıkan boşluk duygusuna katlanamamıştır. Bu mitolojik hikâyeyi neden mi anlattım? Psikoterapinin kendisini tıbbın bir dalı olarak doğa bilimlerinin içinde konumlandırması, terapisti ve danışanını hastalıklı geçmişine ve var olan eksiklere odaklanmaya zorlar. Oysa psikoterapi psikiyatri değil, psikoterapi bir doğa bilimi değil, bir tin bilimidir (Geisteswissenschaft). Odağında bir bütün olarak insan, “Dasein” olarak insan denen varlık vardır. Yapıp ettiklerimizi “neden” yaptığımız sorusu kadar, “ne için var olduğumuz”, “ne için yaşıyor olduğumuz” sorusu da terapinin odağında olmalıdır. Bu anlam sorusu / sorunu da sadece geçmişe odaklanmanın indirgemeciliğinden çıkıp bugüne ve özellikle geleceğe ışık tutmaya çalışmayı, psikoterapinin bir tin bilimi olarak insanı anlamasına olanak tanımayı, yani psikoterapiyi bir felsefe yapma biçimi olarak daha geniş bir perspektifte düşünmeyi gerektirmektedir. I. Kant, “Felsefe bir ilaç gibi etki etmelidir” der ama ben naçizane, büyük bir dikkatle, “Bir felsefe yapma biçimi olarak psikoterapi insana bir ilaç gibi etki eder” diye değiştirmek isterim bu cümleyi. Bunu yapabilmenin yolu da psikoterapi eğitimine bir metot olarak felsefe yapmanın ve ayrıca belli felsefelerin entegre edilmesinden geçer. Buna da “klinik felsefe” dememizde bir sakınca yoktur.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle