18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 2 EKİM 2020 CUMA [email protected] OLAYLAR VE GÖRÜŞLER PAGANLIK DÖNEMİNDEN KALAN CEZA: ÖLÜM CEZASI HAMDI YAVER AKTAN YARGITAY ONURSAL DAIRE BAŞKANI Lev Tolstoy, Paris’te bir idam cezasının infazına tanık olmuştur. Yaşama duyduğu saygıya acımasız bir saldırı kabul ettiği bu olay yüzünden öfkeyle kenti terk eder. Rus eleştirmen Botkin’e yazar: “Kafkasya’da da savaşta da birçok üzücü ve korkunç olay gördüm, ama gözümün önünde bir adamı parça parça etseydiler bile, yaşayacağım şok bu dâhiyane ve zarif makinenin genç, güçlü ve sağlıklı bir adamı bir anda ölüme göndermesinin yarattığı etki kadar korkunç olmazdı...” Büyük Tolstoy bundan sonra Rusya’daki ölüm cezasını öfkeyle protesto ediyor ve 1905 yılında “Susamam” isimli ünlü makalesini yazıyordu. En faydasızı Aydınlanma düşünürleriyle tanışmış olan Beccaria, ölüm cezasının tek sebebinin, tanrıların öfkelerinin kanla bastırıldığı pagan dönemlerinde insanların kurban edilmeleri olduğunu belirtir. Beccaria’ya göre “bütün cezalar içinde en faydasızı ve iğrenci ölüm cezasıdır. Ölüm cezası, insanlara verdiği canavarlık örneği nedeniyle de yararlı olmamaktadır.” Albert Camus’ya göre “ölüm cezası kanun dışı bırakılmadıkça ne kişilerin vicdanları ne de toplumun töreleri huzura kavuşabilir.” Geçen yüzyılda Fransa’da bir Nazi işbirlikçisine verilen ölüm cezasına karşı toplanan imzaya katılan Camus, gerekçesini “ölüm cezasına karşı oluşu” olarak gösterdi ve “Yoksa B... ile onun asla anlamayacağı sebeplerle hiçbir zaman tokalaşmayacağı”nı da ekledi! Kozasından çıkmamış bir kelebeğin ölümüne neden olan El Grekoya Mektuplar’ın kahramanı “Yüreğim burkuldu; ezeli bir yasayı bozmakta gösterdiğim acelecilikle kelebeği öldürmüştüm. Artık elimde bir kadavra taşıyordum. Aradan yıllar geçti ama o zamandan beri kelebeğin o hafif kadavrası hâlâ vicdanım için bir yüktür...” diyerek bir yaşama son vermiş olmanın üzüntüsünü yaşar! Kimi zaman, toplumun tepkisini çeken suçlar nedeniyle ölüm cezasının yeniden gündeme geldiği görülmektedir. Haklı öfkeye karşın soğukkanlılıkla düşünülmesinde yarar olduğunu düşünmekteyiz. Anayasanın, Kişinin Dokunulmazlığı; maddi ve manevi varlığı başlıklı 17. maddesinin 4. fıkrasındaki “Mahkemelerce verilen ölüm cezalarının yerine getirilmesi hali ile...” ibaresi 07.05.2004 tarih ve 5170 sayılı kanunun 3. ve 15. maddenin 2. fıkrasındaki “ölüm cezalarının infazı” ibaresi de aynı kanunun 2. maddesi ile madde metinlerinden çıkarılmıştır. Her koşulda kaldırıldı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ek 6 No’lu protokolün 1. maddesi ile ölüm cezası kaldırılmış, ancak savaş zamanında söz konusu ceza istisna tutulmuştu. Ancak 13 No’lu protokolün 1. maddesi ile ölüm cezası her koşulda kaldırılmış ve sözleşmenin 15. maddesine dayanılarak protokol hükümlerine istisna getirilemeyeceği gibi (m.2) sözleşmenin 57. maddesine dayanılarak çekince de konulamayacağı öngörülmüştür (m.3). 3 Mayıs 2002 tarihinde imzaya açılan 13 No’lu protokol Türkiye tarafından 9 Ocak 2004 tarihinde Strazburg’da imzalanmış ve 06.10.2005 tarih ve 5409 sayılı kanunla uygun bulunmuştur. Öte yandan Medeni ve Siyasi Haklar Birleşmiş Milletler Sözleşmesi Ek Seçimlik 2 No’lu protokolü de barış zamanında ölüm cezasını yasaklamış, savaş zamanında çok ise çok sınırlı olarak kabul etmiştir. Anayasal sorun Ölüm cezasının çok sınırlı suçlarla ilgili olarak yeniden getirilmesi öncelikle anayasa sorunudur. Ancak, AİHS’ye ilişkin 13 No’lu protokol karşısında olası sonuçları da düşünülmelidir. Protokoller, sözleşmenin ayrılmaz parçalarıdır. Her koşulda ölüm cezasını kaldıran 13 No’lu protokolden çekilmek sözleşmeden de çekilmek anlamına gelmektedir. Sözleşmeden çıkılması halinde Avrupa Konseyi’nden de çıkmak zorunluluğu doğmaktadır. Avrupa Birliği’ne girmek ise söz konusu bile olamaz. Kanunun farklı boyutları da düşünüldüğünde ekonomik, sosyal, kültürel vb. ilişkilerin durumu ne olacaktır? 1 George Steıner: Tolstoy mu – Dostoyevski mi (Çev: Seda Çalışkan) İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015/ s. 239240 2 Solomon Volkov: 20. Yüzyıl Rus Kültür Tarihi (Çev: Sabri Gürses) Alfa Yayınları, İstanbul, 2018, s. 16 3 Philipp Blom: Cadı Kazanı – Avrupa Aydınlanmasının Unutulmuş Radikalizmi (Çev: Faruk Akkuş) Sel Yayıncılık, İstanbul, 2014, s. 271 4 Camus/Koestler: Ölüm Cezası Üstüne Düşünceler (Çev: Ali Sirmen) Alan Yayıncılık, İstanbul, 1986, s.71. 5 Tony Judt: Kusurlu Geçmiş, Fransız Entelektüelleri, 19441956 (Çev: Nurettin Elhüseyni) Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2020, s. 67 6 Nikos Kazancakis: El Greko’ya Mektuplar (Çev: Ahmet Angın) Can Yayınları, İstanbul, 2019, s. 520 KAPI ÇALINIYOR NUSRET ERTÜRK Kapı çalınıyor ama açan yok. Kapıyı bir kez değil iki kez, üç kez çalıyorsunuz. Belki daha çok. Kapı size açılmıyor. İçerdekiler tınmıyor. İnanılır gibi değil. Oysa, sizin kapınız çalınsa saniyesinde fırlarsınız. Dünyanın öte ucuna bir tıkla ulaştığımız övünerek anlatılır. “İletişim çağı” diye anılan böyle bir dönemde, iletişimsizlik önemle konu ediliyorsa, sorun büyük demektir. Örneğin, ulaşılmazların başında Saray geliyor. Sık sık basına yansımasından öğreniyoruz ki iktidarın milletvekilleri bile Saray’a kolay kolay ulaşamıyormuş. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın aylardır görüşme isteğine Saray’dan yanıt alamadığını duymayan kalmadı. Kapı çalanların arkası kalabalık. Çağa, “iletişim çağı” dense ne yazar? İşte, kapı açılmıyor. Ancak yurttaş bunları unutmaz. Bir yere yazar, saklar. Günü gelince yanıtını verir. Bunun unutulmaz yaşanmış, acımsı çok örnekleri vardır. İşte onlardan biri: Hasan Saka (18861960), Lozan Barışı’nın ikinci adamı, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin efsane profesörü ve İsmet İnönü’nün Başbakanı... Hasan Saka, 1954 seçimlerinde Trabzon’dan milletvekili adayıdır. Seçimler öncesinde köyleri geziyor. Bir köyde sohbetin sonunda, tatlı Karadeniz şivesiyle: “Beni yine seçeceksunuz, değil mi” diye sorar. Köylünün biri: “Biz okuma yazma pilenu seçeceğuz!” yanıtını verir. Saka, açıklama yapma gereği duyar: “Ben profesörüm. Lozan’dan geliyirum. Başbakanlık yaptum.” Köylü yurttaş noktayı koyar: “O ki okuma yazma bileysunuz, benum mektubuma neden cevap vermedunuz?” Bu yanıt, açılmayan kapıları kırar, daha ilk dakikada adamı tuş eder, soluksuz bırakır. Biri kapınızı çalıyorsa, bunun bekletilmesi, ertelenmesi kabul edilemez. Milletvekillerinin bakanlara sorduğu binlerce sorunun yarısına yanıt verilmemiş! Resmi yazışmalarda bir yazı on beş gün içinde yanıtlanması yasal zorunluluktur. Bu yasal zorunluluk kimi kişi ve kurumlara ayrıcalık tanımıyor, onları dışta tutmuyor. Aynı zamanda, sorulan soruyu yanıtlamak önemli bir görgü kuralıdır. Evimize girerken, dış kapının yanındaki posta kutusuna kesin bakarız. Mektup ve benzeri gönderi varsa alırız. Bilgisayarda da “Gelen Kutusu” kapının yanındaki posta kutusu gibidir. Bir arkadaşım anlatıyordu: “İki gazeteciye sırasıyla üçer kez eposta ile ileti gönderdim. Beylerin kapıları sıkı sıkı kapalı. Bana kapı açmayanın yazısını okumaya elim gider mi? Onları görmek istemiyorum.” Bir diğeri anlatıyor: “Başka ildeki bir büyüğüme birkaç kez mektup yazdım. Yanıt gelmedi. İlk karşılaşmamızda yanıt vermeme nedenini sordum. Ne dese beğenirsiniz? ‘Sana mektup yazmaya mecbur muyum?’ ” Beyefendi işte bu olmadı? Aziz Nesin, yaşamında bir kopyası kendisinde kalan, çoğu gelenlere yanıt olmak üzere yirmi bin mektup yazmıştır. Dünyada bu sayıya ulaşanın olmadığı sanılıyor. İnsanı büyük yapan bu duyarlılıktır. Hiç unutmuyorum. Ankara’da bir yayıncı, sanki övünülecek bir şeymiş gibi bana şunu söylemişti: “Mahmut Makal, bir kitabını basmam için bana getirdi. Attım bir köşeye, iki yıldır duruyor!” Benim yazarlık öğretmenim Ümit Kaftancıoğlu’dur. Hopa’dan İstanbul’a en az kırk mektup yazdım. Kaftancıoğlu mektuplarımı, yazılarımı bekletmeden yanıtlardı. Onun bu inceliğini hep saygıyla anarım. Ulaşılma, böyle mutluluk verirken tersi kişiyi, kurumu küçültüyor, değersiz kılıyor. Kapı çalındığı halde açılmıyorsa onun tepkisinin götürüsü ölçülemez. “Kapı Çalınıyor” adıyla bir kitap yazılsa, o gün çok satanlar arasına katılır. İşte, yine kapı çalınıyor... Demagojik milliyetçilik, demokratik milliyetçilik Türkiye’de gerek iç gerekse dış siyasette yeniden aşırı milliyetçilik rüzgârları esmeye başladı. Milliyetçilik de bütün kimlikler ve aidiyet duyguları gibi, insanlık için olumlu olarak da kullanılabilir, olumsuz olarak da. HHH İnsanlık Tek Tanrılı Dinlerle Tarım Devriminde, Milliyetçilikle de Endüstri Devriminde de tanıştı. Din de milliyetçilik de siyasal egemenliğin hem kaynağını ve meşruiyet gerekçesini hem de devlet içindeki uygulamaları belirledi. Zaman içinde Eşitlikçi, Özgürlükçü, Çoğulcu ve Katılımcı Demokrasinin gelişmesiyle, Tek Tanrılı Dinlerin de Milliyetçiliğin de siyasal işlevleri, toplumların gelişme ve bilinç düzeylerine göre törpülendi. Ama günümüzde hâlâ meşruiyet kaynağını ve uygulama ilkelerini tek tanrılı dinlerden alan Ortaçağ kalıntısı rejimler, demokratikleşme sürecini özümleyememiş ırkçı milliyetçiliğe dayalı İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş kalıntısı devletler var. HHH Milliyetçilik ideolojisi de aynen dinler veya mezhepler gibi, insanları hem aynı kimlik etrafında birleştirir hem de öteki kimliklere karşı ayrıştırır. Bu nedenle aynen dincilik gibi milliyetçiliğin de farklı kimlikleri içinde barındıran bir toplumdaki işlevi farklı biçimlerde ortaya çıkar. Aşağıda özetlediğim farklılıkları, “Demagoji” sözcüğünün “Duygularını okşayarak geniş kitleleri, kandırmak” anlamına geldiğini “Demokrasinin” ise “Özgürlükçü, Eşitlikçi, Çoğulcu ve Katılımcı Bir Rejim” olduğunu, akılda tutarak okuyalım. HHH Demagojik milliyetçilik, ayrımcıdır, bölücüdür, düşmanlaştırıcıdır. Demokratik milliyetçilik, uzlaşıcıdır, birleştiricidir, bütünleştiricidir. Demagojik milliyetçilik, bir ırkın ya da milletin üstün olduğu anlayışına dayanır. Demokratik milliyetçilik, bütün ırkların ve milletlerin eşitliği anlayışına dayanır. Demagojik milliyetçilik, ülkesindeki ve dünyadaki bütün olaylara etnik açıdan bakar. Demokratik milliyetçilik, ülkesindeki ve dünyadaki olaylara belli etnik grupların değil, ülkenin ve tüm halkın ortak çıkarları açısından bakar. Demagojik milliyetçilik, başka ırkları ve milletleri kendisiyle eşit görmez ve onların eşit siyasal haklara sahip olmalarını da kabul etmez. Demokratik milliyetçilik, başka ırktan ve milletten olanları da toplum içinde kendisiyle eşit siyasal haklara sahip vatandaşlar olarak kabul eder. Demagojik milliyetçilik, kendinden olanları bir arada tutmak, taraftarlarının birlik ve beraberliğini sağlamak için düşman arar, yoksa yaratır, kin ve nefret öğeleri kullanır, baskıcıdır, totaliterdir. Demokratik milliyetçilik, bütün insanların dostluk, refah ve barış içinde eşit vatandaşlar olarak birlikte yaşamalarını gerçekleştirmeye çalışır; demokratik değerleri ve insan haklarına dayalı hukuku kullanır, baskıya ve baskıcılığa karşıdır, ırk ve millet olarak düşmanları yoktur. Demagojik milliyetçilik, saldırgandır, savaşçıdır, başka ırk ve milletlerin haklarına saygılı değildir, soykırıma eğilimlidir. Demokratik milliyetçilik, uzlaşmacıdır, barışçıdır, sadece kendi vatandaşlarına ve/veya ülkesine haksızlık edildiğinde başkaldırır. HHH Mustafa Kemal Atatürk, “Ne mutlu Türk olana” değil, “Ne mutlu Türküm diyene” demiştir! Yani doğumdan gelen özellikleri değil, irade ile yapılan seçimi ölçüt olarak kullanmıştır. Ayrıca, “Türk milletini” “Misakı Milli sınırları içindeki Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir” diye tanımlayarak demagojik/faşist milliyetçiliğin değil, demokratik milliyetçiliğin de temellerini atmıştır. 20 TL YER NE 12 TL 15 TL YER NE 9 TL 30 TL YER NE 18 TL 30 TL YER NE 18 TL 125 250 TL %50 ND R M YER NE TL
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle