17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Perşembe 15 Eylül 2016 6 EDİTÖR: HAKAN AKARSU TASARIM: İLKNUR FİLİZ ‘Pers ordusuna karşı 30 Spartalıyız’ Kaç Bize Gel, beyaz yakalılara ‘Sendika sensin, süpermen seni kurtarmayacak’ diyor. Her şeyin birlikte çay içerek başladığına inanıyorlar Can erok “Ofis ve plaza işçileri çok mutsuz. Sebebi de görüp adını koyamadıkları sınıf çelişkisi” diyor Hikmet. Dört yıl önce bir araya gelen Kaç Bize Gel (www. kacbizegel.com/), çekirdekte on kişinin işlere koşturduğu yüz kişiye yayılan bir dayanışma ağı. Beyaz yakalılara yaptıkları çağrı öncelikli olarak sendikalaşmaya yönelik; sonra da yaratıcı zekâyı, eğlenceyi de içeren bir dayanışmaya. “Önümüzdeki her tür pratik engelin farkındayız ama mücadele böyle bir şey. Yoksa diğer seçenek antidepresanlarla geçecek bir hayat. İnsanlar mücadele deyince bunun çok zor olduğunu zannediyor. Biz ‘Her şey bir çayla başlar’ diyoruz. Çay içen, beş dakika konuşan insanların çok şey değiştirebileceğine inanıyoruz”. Nasıl sendika sorusu da önemli. Aslen mavi yakalı işçileri örgütlemek üzere kurgulanmış, birikimleri, yöntemleri buna göre olan sendikaları eleştirmekle birlikte aynı esnada boş durmamaktan yanalar. Bir şirkette herkesi hasta eden bir klimanın değişmesi için yapılan imza kampanyasını, sonra alkış eylemini anlatıyorlar; klima değişmiş. “Sendika sensin diyoruz. Süpermen gelip seni kurtarmayacak. Sıkıntın varsa hayatına dair bir şey yapacak olan sensin”. Bu aslında yaklaşımlarının temelini oluşturuyor. Neoliberalizm iş bulamamayı yahut kendini geliştirmeyerek, tam odaklanamayarak işini koruyamamayı, çalışanın başarısızlığı sayıyor. Bunu hissettiriyor. Onlar örgütlenememenin bir beyaz yakalı başarısızlığı olarak algılanmasına karşı çıkıyorlar. ‘Süpermen gelmeyecek’ Lojistik alanındaki işinden çıkarılan İbrahim, “Maslak plazalarındakiler kadar mütedeyyin bir aileden gelen Esenler’deki muhasebeciye” de ulaşabilmek için jargona özen gösterdiklerini, ne seçkinci ne de sol kalıplara sıkışmış bir dil aradıklarını söylüyor. Metin yazarı Şirin, kendi alanının trüklerini sosyal medya kampanyalarından çizgi romanlı broşürlerine aktarmaya çalıştıklarından bahsediyor. “Reklamcılık gibi kreatif alanlarda örgütlenme sıkıntılı. Onlar kendilerini zeki, entelektüel görerek bu söylemleri çok eski buluyorlar. Üstenci tavırları yüzünden onlara ulaşmak birçok beyaz yakalıya ulaşmaktan daha zor. Gezi’yle biraz kırılsa da böyle” diyor. Hukuk Bürosu Çalışanları Dayanışma Ağı’yla bu “işlere” giren avukat Hikmet’in de camiasına eleştirileri var: “Bir avukatın hiçbir sosyal hakkı yoktur, kıdem tazminatı alamaz, fazla mesai hak getire, SSK primleri ödenmez, ağır sömürü ve ciddi mobbing altında çalışır. Her şey patron avukatın iki dudağı arasındadır. Ama avukatlar arasında sınıf bilinci çok yoktur”. ‘Çay içmekle başlıyor’ Umut barındıran heyecanlı cümleler kuruyor üçü de. İbrahim, “Sistemin milyonluk Pers ordusuna karşı 30 Spartalıyız biz” diyor. Şirin, geçen yıl gündelik bir sorunla başlayan huzursuzluğun ardından İstanbul Kalkınma Ajansı’nda nasıl birden herkesin sendikalı olup greve çıkıldığını anlatıyor. Beyaz yakalı mücadelesinde önemli bir grev bu. İbrahim için en ilham vericisiyse 2000 yılındaki Boeing işçilerinin grevi: “SPEEA diye sendikaları vardı ama aslında toplanıp briç falan oynuyorlardı. Teknisyenlerle toplusözleşme yapılıp mühendislerle yapılmayınca birden herkes beyaz iş önlüklerini çıkarıverdi, kimse ne olduğunu anlamadı. Gerçekten birlikte çay içmekle başlıyor inanın. Bir bakarsınız herkes kravatını çıkarmış, plazanın önünde...” birleşik beyaz yakalı mücadelesi ‘Siz 29 Mayıs günü Gezi’nin geleceğini tahmin edebilir miydiniz? Kapitalizmin krizi sürdükçe emek eksenli bir Gezi her an gerçekleşebilir’ diye araya giriyor Hikmet. Ona göre mühim olan böyle bir anda ne yapılacağı: ‘Sorun biz buna hazır mıyız? Birleşik Beyaz Yakalı mücadelesini inşa edebilir miyiz?. Üçdört sendika ve var olan bağımsız örgütlenmelerin sesi cılız kalıyor. Bir program ve metotla bir araya gelmemiz gerekiyor. Sistemin saldırıları karşısında dayanma şansı yok. Yoksa biz de dağılırız.’ Çağrı merkezlerinin inatçı direnişi Kocaman bir salon, yan yana kabinler, günde kaç kez kalkıldığı hesaba tabi koltuklardan bir kulaklık kablosu kadar uzanabilen insanlar... İçerideki uğultu dev bir canlıdan mı geliyor, cansız bir makineden mi belli değil. Işıklı ekranlarda kimin ne kadar satış yaptığı yazıyor belki. Yüreklendirici olduğu varsayılan özlü sözler: Bugün şirketin için ne yaptın? Kabinlerde aynalar var belki, konuşurken kendini gör, sinirlerine hâkim ol, karşıdaki “Robot musun?” desin, sen yine gülerek konuş. Kadınsan taciz riski var, aksanın bozuksa, yani anadilin Türkçe değilse, sorun demek, aklında olsun. 12 saat çalışabilirsin, işitme, görme kaybı, omurga sorunları, stres kaynaklı bilimum hastalık belki yolda. Aynada kendini gör, kendini unutma. 35 yaşındaki Fatma Tulum da, 2003’te böyle bir yerde, bir bankanın çağrı merkezinde çalışmıştı. Şu anda ise DİSK’e bağlı Dev İletişimİş Sendikası’nın başkanı olarak aynı masadayız. Tulum, ekonometri okumuştu, yeni mezun çok kişinin yolu geçtiği gibi, birkaç arkadaşından feyz alarak çağrı merkezine girdi. Tahmin ettiğinden de yorucu ve stresli buldu işi, bir sene dayanabildi. Çağrı merkezlerinde iki yıldan fazla çalışan bulmanın ne kadar zor olduğunu biliyor musunuz? Dev İletişimİş, tüm iletişim sektörünü kapsamakla birlikte, daha çok çağrı merkezi çalışanlarının sendikası olarak anılıyor. Bu da boşuna değil, bir web sitesinden derneğe oradan sendikaya uzanan yolculuk, hakikaten de çağrı merkezi çalışanlarının emeği. Bugün tüm iletişim sektöründe çalışanların sayısı 7580 bin; çağrı merkezlerinin ise 50 bin kadar kişiyi istihdam ettiği düşünülüyor. Ankesörlü telefondan çağrı “Fabrikaya benziyor ama değil, ofis gibi ama tam o da değil. Beyaz yakalı ama onu da tartışıyoruz” diyor Tulum. Her şey www.gercegecagri.org sitesiyle başladı. Kamuoyu çağrı merkezleri çalışanların üzerindeki ağır baskıyı duymaya başladı. Çalışanlara ulaşmak için ankesörlü telefonlardan çağrı merkezlerini arıyorlardı. Karşı ta 35 yaşındaki Fatma Tulum da, 2003’te böyle bir yerde, bir bankanın çağrı merkezinde çalışmıştı. Şu anda ise DİSK’e bağlı Dev İletişimİş Sendikası’nın başkanı olarak aynı masadayız. Tulum, ekonometri okumuş, yeni mezun çok kişinin yolu geçtiği gibi, birkaç arkadaşından feyz alarak çağrı merkezine girdi. Tahmin ettiğinden de yorucu ve stresli buldu işi, bir sene dayanabildi. raftaki çalışan görüşme kayıt edildiği için zorlansa da en azından haberdar oluyordu. “Gerçeğe çağrı” hızla yayıldı. Çağrı Merkezleri Fuarı’nda yapılan ödül töreni öncesi kapıda eylem yaparak ilk kez fiziken de kendilerini gösterdiler. İşveren tarafından ciddiye alınacak bir işçi örgütü olabilmek için dernekleşmek önemliydi, bunu yaptılar. Hatta özenip işveren de kendi derneğini kurdu o ara. Daha sonra da sendika... 2013’ün 1 Mayıs’ına kendi pankartlarıyla katıldılar. 700800 kişi üyeyle toplusözleşme hakkına sahipler ama şu an yüz kişi kadarlar. Bunun en önemli sebebi işverenin sendikalaşmaya engel çıkarmak için çağrı merkezlerini “ofis” olarak göstermesi. İkinci dezavantaj da aslında bir kazanımdan kaynaklanıyor. Hazırladıkları rapor bakanlıktan geçtikten sonra denetimler yapıldı ve çağrı merkezlerindeki “risksiz” olarak geçen çalışma koşulları “az riskli”ye çevrildi. Bu iyiydi. Lakin işveren “az riskli” olmasından doğacak ek sigorta primin den kurtulmak için yine kendisini çağrı merkezi göstermemenin yasal yollarını buldu. Kiralık işçilik meselesi Sendikalaşmanın önündeki bir engel de, çalışanların bu işi “geçici” olarak algılaması. Yeni mezunların CV’sine ilk ekledikleri bir geçiş işi... Tulum, Anadolu kentlerindeki çağrı merkezlerinde bu algının değiştiğini, işsizlik ihtimali karşısında çağrı merkezlerinin üniversiteliler açısından saygın ve görece güvenilir bir iş olarak düşünübildiğini söylüyor. Kesin olansa taşeronlaşmanın kemikleşmesiyle koşulların zamanla daha da ağırlaşması. Doğrudan meseleleri olduğundan kiralık işçilik, onları bu sıra en meşgul eden başlıklardan. Dev İletişimİş, bugün hem sendika, hem de üyesi olmayan çalışanlar için dernek gibi faaliyet gösteriyor. Direniş hikâyesiyle ilham verici, beyaz yakalıların örgütlenme modelleri üzerine kafa yorarken düşündürücü. B İ T T İ dizi İstanbul’da sağlıklı ve mutlu yaşanmaz... Doğan Kuban Hoca’nın “İstanbul Türkiye’nin gelişimini engelliyor” konusunu işlediği ve burada özetle verdiğim geçen pazar günkü yazım, rekor derecede okunurluğa ulaştı ve sadece Cumhuriyet sitesinde 7 bine yakın beğeni aldı. Herkesin Kuban Hoca’nın saptamalarının farkında olduğunu söyleyebiliriz. Eline beynine sağlık Kuban Hoca. HBT’nin önümüzeki sayılarında iki müthiş yazısı daha gündeme gelecek. Şimdi İstanbul ve yüksek teknoloji konusunda okurlardan ilginç paylaşımlar yapacağım. Bayramı onlara ayırdım, hak ediyorlar bu köşeyi! HHH Arslan Ermerak, Sydney: Geçen eylülde İstanbul’da idik ve bizim hanım şöyle dedi: “İstanbul taşmış tamamen, bu kadar nüfus bu şehirde sağlıklı ve mutlulukla yaşayamaz.” Kuban çok haklı... Tolga Tanrıkorur: Kuban’ın tespitleri çok doğru.. Ne kadar devasa sorunlarımız var ve neleri konuşuyoruz ülkecek. Bir küçük katkı: İdarenin görevi, doğru planlama yapmak ve doğru nüfus rakamlarını öngörebilmektir, yoksa insanlar herhangi bir alana yığıldıktan sonra altyapı planlaması yapmak değil... Tersine, proaktif olarak doğru altyapı planlamasıyla insanları istenilen mekânlara yöneltmektir. Öngörülen rakama göre metro, okul, hastane vs planlanır.  Halbuki İstanbul öngörülebilir olmaktan çıktı ve Türkiye’nin başına dert oldu. Doğal olarak plan ve programın olmadığı yer yönetilemez! Ancak başı kesik tavuklar gibi yöneticiler sağa sola koşuşturur. Durun bir dakika! Bu durum bizim biraz da dış politikamıza, işlemeyen demokrasimize, yurtiçi güvenlik problemlerimize ve eğitimsağlık politikalarımıza benzemiyor mu:) Tesadüfün de bu kadarı! ÇOCUKLARA ÜRETİM İÇİN TEKNOLOJİ EĞİTİMİ Saadet Şahinkaya: ‘ÇYDD gönüllüsüyüm. Sizin gibi düşünerek, ben ne yapabilirim dedim kendime. İnovasyon seferberliği için çocuklardan başlamanın gerektiğine karar verdim, çünkü en yaratıcı beyinler onlarda, bu yaratıcılıkları eğitim sistemi ile körelmeden, kod yazmayı (programlamanın alfabesi) öğretmemiz gerekiyor. Son bir yıldır maddi imkânı yetersiz ilkokul çocuklarına “kod yazmayı öğretme” projesinin pilot uygulamaları, İstanbul ve İzmir illerindeki eğitim evlerimizde yapıldı ve başarılı oldu; çocuklarımız eğitim sonunda kendi oyunlarını yazdı, posterlerini yaptı ve velilerine sundu. Bu projeyi yaygınlaştırmak için dizüstü bilgisayar hibesi bulmakta zorlanıyoruz. Derneğimizin çağdaş eğitim projesini, kendi üyelerimiz, burslu/gönüllü üniversite öğrencilerimiz ile gerçeklestiriyoruz... Size niye mi yazdım? Yalnız değilsiniz. Bizim gibi düşünenlerin çoğaldığı, herkesin birbirine destek olarak, daha çok çocuğun dijital alfabeyi öğrendiği, icat yapan, yüksek teknolojiyi tüketmek yerine, yüksek teknolojiler üreten gençlerin çoğaldığı bir Türkiye hayalimden vazgeçmediğim için. ÇYDD Kodlamaca Proje Koordinatörü HHH Dr. Burak Özer: Uzun süredir düşündüğüm bu konu aslında yüksek teknoloji konusunda yazdıklarınızla ilintili. Yeni yetişen gençlerin kültür, eğitim ve spor alanlarında nerede oldukları. Çocukların bu alanlarda dünya görüşleri, yapmak istedikleri, ortamın onlara ne verdiği, kaç kez konsere/tiyatroya gittikleri, okudukları kitaplar... Maalesef Türkiye bir ya da iki jenerasyon kaybedecek gibi. Boğazlaşan İslam dünyası Ergun Tezcan: Yıllardır isabetli yorumlarınıza çoğu zaman katılırım. Türkiye’nin yaşayan tek bilge kişisi Kuban’ın İstanbul üzerine enfes yorumunu okuduktan sonra size bu yazıyı yazmak zorunlu oldu. 1 Dünyada sadece Müslüman olan toplumlar yaşamış olsa idi bugünkü teknolojik gelişmelerin hangileri uygulanabilirdi? Cevap: Hiçbiri. 2 Peki, dünyada sadece Müslüman olmayan diğer tek Tanrılı din mensupları (ateistler, Budistler ve diğerleri de dahil) yaşasa idi bugünkü teknolojik gelişmelerin hangileri uygulanabilir halde olurdu. Cevap: Hepsi. Gel gör ki çağımızda icat edilmiş bu ürünler üzerinde bir katkısı olmayan İslam âlemi, bu ürünleri kullanmaya pek meraklı, üstelik çoğuna şeytan icadı demelerine rağmen. Bütün İslam âlemi otomobilin en lüksüne, telefonun en son modeline, giyimden kozmetik ürünlerine sahip olmak için nerede ise birbirini eziyor. Ortadoğu petrol zenginlerinin bu açlık hissini mazur görebiliyorum, peki yarısı asgari ücretle çalışan bizim garibanların çoğunun elindeki adeta altıncı uzuvları haline gelmiş bin dolarlık telefonlara ne demeli! İslam âlemi neyin peşinde olmaları gerektiğini öğrenene kadar, birilerinin dolduruşuna gelip boğazlaşıp duracak. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle