15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
öTüdrükliüynee’nrinet Hans van Manen Hollandalı dünyaca ünlü şef koreograf Hans van Manen, Türkiye tarafından 216 Temmuz tarihleri arasında yapılacak 7. Uluslararası Opera ve Bale Festivali kapsamnda kendisine verilecek olan “Yüzyılın Koreografı” ödülünü reddetti. Bu kararına gerekçe olarak Türkiye’de basın özgürlüğü ve insan hakları alanlarındaki olumsuz gelişmeleri gösteren Van Manen, “Türkiye’de gazeteler susturulup, gazeteciler hapse girdiği sürece bu ödülü kabul edemem” dedi. Dereli deseni Poyrazart’ta Poyrazart Sanat Galerisi, Cevat Dereli’nin yapıtlarını ‘defter’ halinde sergiliyor. İstanbul Cihangir Susam Sokak’taki galeride temmuz sonuna değin yer alacak sergi, daha sonra Leyla Gamsız ve Sali’nin defterleri ile devam edecek. Sergide Dereli’nin Süleyman Demirel, Arif Sağ, Yakup Kadri, Ahmet Muhip Dranas, Necmettin Erbakan, Bedia Muvahhit desenleri de var. Bilgi: 0 532 131 6632 /poyrazart.com Ebgeeyamz ahvaitsıirnaisnı İmroz/Gökçeada Karşı Bellek sergisi, bu akşam 18.00’de Sismanogleon Megaron’da açılıyor. Yunanistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu ev sahipliğindeki sergi, TürkYunan DefneDafni Derneği’nce, Doç. Dr. Bengisu Bayrak küratörlüğünde 24 Haziran’a değin yer alacak. Sergiye İzzet Keribar, Celal Başlangıç ve Stelios Berberis de bilgi, belge ve eserleriyle destek veriyorlar. KULTUR Arkas, ustalarla İtalya’da Art Nouveau akımının cam sanatı üyesi Émile Gallé’nin Arkas Koleksiyonu’ndaki cam obje, mobilya ve mektupları, Organizmalar Sergisi ile İtalya’da Galleria Civica d’Arte Moderna e Contemporanea’da (GAM) 6 Kasım’a dek yer alan sergide, d’Aronco, Pierre Huyghe gibi imzalara ait yapıtlar da yer aldı. Perşembe 9 Haziran 2016 [email protected] ‘Ütopyayla EDİTÖR: EVRİM ALTUĞ distopya TASARIM: ZARİFE SELÇUK 17 arasında bir yerdeyiz’ Gazetemiz köşe yazarı ve akademisyen Özgür Mumcu ile okurla yeni buluşan kitabı ‘Barış Makinesi’ni konuştuk SAVAŞI YOK EDECEK MAKİNE MÜMKÜN MÜ? Mumcu’ya göre kitap, Türkiye’ye benziyor ve ütopyayla distopya arasında bir yeri anlatıyor. Mumcu, ilk romanı olan Barış Makinesi’nde tekerlemelerden, fantastik unsurlardan yararlanarak barışı arıyor ve “Savaşın yok edilmesi için bir makine icat edi lebilir mi” sorusunu karakterler aracılığıyla okura soruyor. DİLEK ŞEN n Barış ve savaş gibi dert edi rum. Edebiyat, bir şeyin maki nip çözümleyemediklerimizi ede nesiyse, bunun makinesidir. n Kitap, barışı geçmişle bugün arasında mı arıyor? biyatla mı çözüyoruz, bu bağlamda ‘edebiyat neyin makinesi’? ‘Tuhaf koşullardayız’ Hikâye Birinci Dünya Savaşı’nın biraz evvelinde geçiyor. Yani savaşın yavaş yavaş geldiğini insanların anladığı bir dönem. Bu sebeple, barıştan bahsetmek uygun geldi. “Savaşa mı gidiyoruz”, “barış nasıl olur” diye tartışılan bir dönem olduğundan, günümüzle bir benzerlik kurmak mümkün. Genel olarak sistemden rahatsızlık var, yanı sıra sistem dışı akımlar güç kazanmaya başlıyor. Benzer bir huzursuzluk ve karmaşa dönemi aslında. Bu yönleriyle bugüne benzeyen tarafları olsa da özel olarak bugünü anlatmak için o dönemi sem Edebiyatın, genel olarak sanatın, insanı soylulaştıran ve incelten bir yanı olduğunu düşünüyorum. Var olan duygu ve düşünceleri incelterek kristalleştirmeye yarıyor bana göre. Neticede derdimiz; “biz kimiz”, “niye bu dünyadayız”, “insan soyu olarak ne yapacağız” gibi şeyler. Belki de bunlar, cevabını asla bulamayacağımız sorular. Ancak bunların üzerine düşünerek ve yazarak daha iyi insanlar olacağımızı düşünüyo n Bugünlerde ‘barış’ adlı her şey baskı altında. “Barış” adıyla bir kitap çıkarmak baskı altında hissetmenize sebep oldu mu? Barış kadar güzel bir kavramı kimseye bırakmaya niyetimiz yok. Kötü, sakınılması gereken bir kavrammış gibi değerlendirirsek zaten geçmiş olsun. Şu anda barış, sadece Kürt meselesiyle ilintili bir şey olarak algılanmaya başlandı. Oysa neticede, çok şeyi kapsayan geniş bir kavram. Kitap çıktık bolleştirmedim. n Kitap tekerlemeler, mitler, dini öğeler ve dogmalara Tedirgin bir umut ilişkin bilgiler barındırıyor.. Hem ön hazırlık yaptım hem n Barış makine olsa ona ihtiyacı olan ilk de hikâyeye hızlılık verebile coğrafya hangisi olurdu? cek bazı kavramları araştır İki bölge var aslında; Sahara Altı Afrika ile Ortadoğu. dım. Anlatılan zamanın at En çok ihtiyacı olan iki bölge ama bu sadece bir pan mosferini verebilmek için suman olurdu. Asıl böyle bir makineye ihtiyacı olan, o dönemde çıkan yayınla dünyadaki savaşlara yön veren gelişmiş Batı ülkeleri. rı okuyup, dönemin tartışmalarını inceleyip, hikâyeye yerleştirmeye çalıştım. Tekerlemeler, masallar var işin içinde, ama bazı tarihi bilgiler de var. Bunları kurgumla harmanlamaya çalıştım. Batı coğrafyasında barış makinesi çalışsaydı, iş kökünden çözülebilirdi. n Öyleyse kitap, okura kaygı mı veriyor? Ya da bir makine düşlenmesine yol açarak, umut mu? İnsanlık, bana hem umut veriyor hem de beni tedirgin ediyor. Bu nedenle, ikisini beraber vermeye çalıştım. Ütopya da değil, distopya da değil bu kitap. Yaşadığımız yer de öyle bir yer galiba, ütopyayla distopya arasında bir yerdeyiz. Kitap Türkiye’ye benziyor, daha çok arafta. Sonunu da kolaycılıktan belirsiz bırakmadım, hakikaten o tedirgin umudu vermekti amacım. tan sonra bu tip yorumlar duymaya başladım. Bu da toplumca çok iyi bir dönemden geçmediğimizi gösteriyor. Başka bir dilde ve ülkede bu adla bir kitap yazılsa kimsenin aklına bu soru gelmez örneğin. Bu, bizim koşullarımızın şu anki tuhaflığından kaynaklanıyor. n Kitabın barışa katkısı ne? Bu öğretici bir kitap değil. Kitabı barış fikri ve insanlığın hali üzerine düşünmek için bir vasıta olarak kullanmak istedim. Barış nedir, ona nasıl varılır, kısa yoldan varılabilir mi, yoksa toplumun evrimiyle mi varılmalıdır gibi, hepimizin kafasındaki kavramları tartışmak için bir vesile olarak gördüm. n Sahiden bir ‘Barış Makinesi’ icat etmek mümkün mü? O konuda net bir karar veremediğim için, hikâyedeki karakterler de o konuda bölünmüş durumdalar. Bir kısmı ‘Yapalım’ derken, bir kısmı ‘Yaparsak irademiz kısıtlanmış olur’ diyor. Bir yandan da belki makine sayesinde bütün toplu katliamları engelleyebilirsiniz, bir sürü insan hayatta kalabilir. Bu, biraz da toplum mühendisliğine ihtiyaç var mı yoksa toplum kendi kendine mi evrilmeli tartışması aslında. Festivalde görkemli ilk hafta 44. Festivalin ilk haftasını geride bıraktık. BİFO, Orchestra of the Swan, Academy of St.Martin gibi büyük ve tarihi toplulukların yer aldığı; İdil Biret, Maria Joao Pires ve Murray Perahia gibi çağımızın büyük piyanistlerinin doruğa erdiği ve gencecik Rus piyanist Dimitri Masleev ile tanıştığımız bir haftaydı. Mendelssohn’un konçertosu Tamsin WaleyCohen’in kemanında ışıldadı, Bir Yaz Gecesi Rüyası şef David Curtis’in zarif yönetimi ve Tilbe Saran’ın usta tiyatroculuğuyla 400. ölüm yılında Shakespeare’i selamladı. Beyoğlu’ndaki Müzik Rotası’nı izleyenler, tarihi kiliselerin etkileyici ortamı kadar sanatçıların ve dinleyicilerin bir mekândan diğerine coşkuyla yürümesini ve etkileyici atmosferi anlata anlata bitiremediler. Perahia ve Baran İstanbul Festivali bu yılki Yaşamboyu Başarı Ödülü’nü Murray Perahia’ya, Onur Ödülü’nü İlhan Baran’a verdi. Piyano tarihindeki efsanevi piyanistlerin son halkasından biri olan Perahia, iki konsere hem şef, hem de solist oldu. Onu dinlemek bu dünyadan sıyrılıp, ölümsüzlük dünyasına taşınmak gibi bir şey. Tuşların derininde, ama onlara dokunduğunu belli etmeden, bestecinin yazısını kendi deyişiyle aktarıyor. Birkaç yıl önce onunla konuşmak fırsatını bulmuş, genç piyanistlerin eskilerden farkını sormuştum: “Dokunuş, piyanoya dokunuş farkı”, diye yanıtlamıştı. “Bugün piyanistler müthiş bir teknik geliştiriyorlar ama artık dokunuştaki derinliği, o eski efsanevi yorumcuları duyamıyorsunuz” diyordu. Bir de tempo anlayışına değinmişti: “Tekniklerine güvenip özgün tempolarla oynuyorlar, hızlanınca daha gösterişli çalacaklarını sanıyorlar” diye yakınıyordu. Ankara’da yaşayan İlhan Baran ise ödül törenine katılmadı, ödülü öğrencisi Rengim Gökmen aldı. Keşke Baran’ın bir yapıtı da hemen o ödülün ardından çalınsaydı. Bu içine kapanık, gösterişten uzak bestecimizi ne kadar az tanırız! Kuşkum yok ki genç yorumcularımız onun dünyanın pek çok köşesinde çalınmış Dönüşümler Üçlüsü’nü, ya da piya no için Siyah Beyaz’ını, Üç Bagatel’ini veya iki flüt için Duo’sunu o Murray Perahia geceye yakıştırırlardı. Baran’ın oda müziği için yapıtları incelikle işlenmiştir. Büyük orkestra için tek çalışması, Töresel Çeşitlemeler (1980) daha bir ay önce Mahir Cetiz’in orkestra partilerini tamamlamasıyla Bilkent Senfoni tarafından gün yüzüne çıktı. Baran’ın yapıtlarında Türk halk müziği ve divan müziğinin renkleri, ritmik bir yapı ve evrensel çoksesli yöntemler içinde bütünleşir. Ünlü operacımız Ayhan Baran’ın kardeşi olan bestecimiz, 1934’te Artvin’de dünyaya gelmiş, babasının görevi nedeniyle Anadolu’nun değişik köşelerinde yetişmiş. Ankara Devlet Konservatuvarı’nda Saygun, Sarısözen, ayrıca İlerici’nin öğrencisi olmuş. Paris Ecole Normale de Musique’de çağımızın köşebaşı bestecilerinden Dutilleux ve Ohana ile çalışmış. Ankara Konservatuvar’ında ve Bilkent Üniversitesi’nde profesör olarak nice öğrenci yetiştirmiş. Türk müzikolojisinin doğması için incelemeler yapmış, çocuk eğitim müziği için örnekler vermiş, müzik eğitim kurumlarını eleştirmiş ve kendini öğrencilerine adamış bir hocadır. Saygun, onun yarınlara kalacak en önemli bestecimiz olduğuna inanır, üretken olmadığından yakınırdı. Kitaplar arasında Kitaplarla dolu günler geçiriyorum. Dikta seslerini duymamak, geri zekâlı yerine konmamak, ülkenin geldiği duruma daha çok kahrolmamak için teselliyi müzikte, kitaplarda, güzel sanatlarda buluyorum... Bir ulu ırmak Birkaç gündür elimden düşmeyen bir kitap yoksa albüm mü demeli, devasa bir eser. İlk sayfalarını araladım ve elimden bırakamaz oldum, kaptırdım satır satır okuyorum, fotoğrafları inceliyorum: Bedri Baykam’ın yazdığı “Graffoman’dan Sokak Sanatına: Grafiti”, heyecan verici bir serüven kitabı... (Piramid Yayıncılık) İnsan eli mağaraya ilk bizon resmini çizdiği günden bu yana gelen bir serüvenin yani grafitinin öyküsü... Sümer, Roma, Mısır uygarlıklarından geçip, dünya savaşlarına, oradan 68 başkaldırısına, Berlin’den New York’a uzanan sokak sanatının izleri... Sokak ruhunun dili... Müthiş dinamik, özenle hazırlanmış, iç içe geçmiş İngilizce ve Türkçe, sayfa düzeni çarpıcı bir kitap ... Gelin de şimdi Nâzım’ın Saman Sarısı şiirinin son dizelerini anımsamayın! “...bir ulu ırmak akıyor insan eli ilk mağaraya ilk bizonu çizdiğinden beri / sonra bütün çaylar yeni balıkları yeni su otları yeni tatlarıyla dökülüyor / onun içine ve kurumayan uçsuz bucaksız akan bir odur.” İşte sanat böyle bir şey! Bilimin sanata dönüşmesi Orhan Bursalı’nın yazdığı “Aziz Sancar ve Nobel’in Öyküsü” kitabını bir çırpıda okurken, yalnız bilim tutkusunun değil, keşif sürecinde mücadelelerle dolu bir yaşamın da sanata dönüşebileceğine tanık oldum. Ayrıca , Nobel’i aldıktan sonra da Aziz Sancar’ın tüm davranış, söylem ve eylemlerinde, sanatçılara örnek olabilecek bir duyarlılığa şapka çıkardım. PEN Türkiye Merkezi olarak, her ay “Ayın kitabı”nı seçiyoruz:Haziran ayı kitabı olarak Orhan Bursalı’nın “Aziz Sancar ve Nobel’in Öyküsü” kitabını seçtik (Kırmızı Kedi Yayınları.) Gerekçesini yazarın kitabın sonundaki sözleriyle belirledik . Orhan Bursalı’ya teşekkür ediyor ve o sözleri paylaşıyorum: “Biz de Aziz Sancar’a teşekkür ederiz, ülke insanlarımızın odaklandıkları takdirde mükemmel bilim yapabileceklerinin kanıtını sunduğu, bilim dünyamıza güven verdiği, gençlere çok iyi bir örnek olduğu için... Ve... Ülkemizin geçtiği çok çok zor bir süreçte, yüzümüzü güldürdüğü ve hepimize gelecek güveni verdiği için. “ İnce şeyleri anlatabilmek Geçen hafta bizim gazetede dört satırlık bir haber çıktı . Özetle Ayşe Kulin, Roma’daki prestijli roman ödülü “Premio Roma” ödülüne aday gösterildi diyordu... O 4 satırın gerisindeki çabayı, emeği ve haberin taşıdığı önemi düşününce içime koca bir “Ah” oturuverdi! Hani Sevgili Gülten Akın demişti ya: “Ah kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” diye... Artık 140 vuruşluk twitter ile haberleşmek varken kimselerin mektup yazmaya vakti yok misali , artık gazetelerin kültür sayfaları da telgraf diliyle, harfler sayılarak yazılıyor. İçimdeki “ah” şunları söylüyordu: Ayşe Kulin’in Premio Roma’da finale kalan 5 yazar arasına girmesi kendi başına büyük başarıdır ve çok önemlidir. Öteki 4 aday şöyle: ABD’den Ian Fleming Dagger ödülü sahibi Roger Hobbs, Fransa’dan Goncourt ödüllü Charles Juliet, İngiltere’den eserleri 30 dilde yayınlanan Matt Haig ve İsrail’den ödül rekortmeni Lavie Tidhar... Ayşe Kulin’in İtalya’da “L’Ultimo Treno Per Istanbul” (İstanbul’a Son Tren Bizdeki adı “Nefes Nefese”) bugüne dek 34 ülkede yayınlandı, sadece ABD de 200 binin üstünde sattı. Sonuç, 24 Haziran’da Roma’da yapılacak törende açıklanacak. “Premio Roma” ödülünü alsın ya da almasın ben Ayşe Kulin’i şimdiden kutluyor, iyi ki varsın diyorum! MEF ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ’NDEN 2547 Sayılı Kanun ve ilgili Yönetmelik hükümleri uyarınca tam gün görev yapmak üzere Üniversitemizin Eğitim Fakültesi İngilizce Öğretmenliği Bölümüne 1 Yrd. Doç./Doç., Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Bölümüne 1 Doç. alınacaktır. İlgilenenlerin ayrıntılı bilgi için Üniversitemizin www.mef.edu.tr adresindeki ilan metnini incelemeleri duyurulur. www.mef.edu.tr • [email protected] C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle