18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER CUMHURİYET 10 ŞUBAT 2012 CUMA ‘Ortak Akıl’ Sağlığımız? Devletin Üç Hastalığı TÜRKİYE Cumhuriyeti, devleti ve kuruluş felsefesiyle üç hastalığın tehdidi altındadır. irincisi, kurucu Mustafa Kemal’i, unutulmaz devrimleri ile birlikte sıradanlaştırma, iktidar düşkünü hırslı bir politikacı sayma ve sonuçta insafsız bir diktatör olmakla suçlama hastalığıdır. Eşsiz kurtarıcıyı insanca tutkularıyla, yetiştirdiği özverili kadrolarıyla, devrimlerinin zorunlu yasaklarıyla eleştirip kötüleyenler hep olmuştu. Öyleleri hâlâ var, basında, dış kökenli üniversitelerde, Cumhuriyet düşmanlarının kanatları altında, uzak ve yakın fesat yuvalarında. Yeni olan, bu hastalığın devlet görevlilerine, hatta ulusal kutlamaların yasaklayıcılarına sıçramış olmasıdır. İlkokul antlarından, Gençliğe Hitabe’sinden, Samsun’a Çıkış Bayramı’ndan nankörce vazgeçme belirtileri başka türlü yorumlanamaz. kincisi, bir başka kurucuya, yani Türk ordusuna reva görülen tutum ve tepeden bakış tarzıdır. Devletin kuruluşu, elbet Meşrutiyetlerden gelen akınlara, Milli Mücadele’nin yerel direnişlerine, Erzurum ve Sivas başta olmak üzere çeşitli kongrelere ve Meclis’e dayanır ama Kemalci ordunun gazi ve şehit kanlarıyla perçinlenen ulusal bağımsızlığın devletin asıl temeli ve en sağlam güvencesi değil midir? Bu açıdan, Silahlı Kuvvetler’in onuruyla oynamak hem geçmişe saygısızlık, hem de geleceğin güvencesini zayıflatmak sayılmaz mı? unlar basit yönetim kusurları değil, birer ulusal ayıp ve devlet hatasıdır. Böylesine trajik durumların anlamlarını sezememek ve düzeltilmeleri için gerekenleri yapmamak, bırakın devlet yaşamını, bireylerin kişisel yaşamlarında da normal aklın kabul edebileceği bir tutum olamaz ve doğal olarak akıl zayıflığı sayılır. Demek ki, devletin üçüncü hastalığı da budur, akıl hastalığıdır. O açıdan bakınca, bireylerin akıl hastalıkları konusunda seyirci kalmayan, hayır kurumlarıyla ve bütün tıp donanımıyla durdurup iyileştirme gereğini duyan bir toplumun, devlet hastalanınca afyon yutmuş gibi uyuşuk durması, ulusa ve onun anlı şanlı kurumlarına, “bağımsız” mahkemelerine, “özerk” üniversitelerine yakışıyor mu? “Her zamandan ziyade birlik ve beraberliğe gerek” duyduğumuz şu günlerde, eğitişim, iletişim ve yönetişim kurumlarının, bireyleri bencil değil, cemaat ve ideolojilerüstü duyarlı varlıklar olarak eğitmesi gerekirken uygulama tam karşı yönde, bireyleri ve nesilleri adeta karşı karşıya getiriyor. B İ B Bozkurt GÜVENÇ ünya Sağlık Örgütü, sağlık kavramını bedensel ve ruhsal tam iyilik durumu diye tanımlar. Sosyal bilimler de toplumsal bir varlık türü olan insanın sağlığını bireysel ve toplumsal (psikososyal) olarak birlikte ele alır. Tıp dalları arasında halk ve çevre sağlığı daha çok “koruyucu hekimlik” sayılır. Sağlık kurumları bireye yönelik gelişirken toplum sağlığı sorunları sanki çevre ve toplum mühendisliğine, sosyal hizmetlere ve belediyelere bırakılmış gibidir. Bu yazıda ülkemizin “ortak akıl sağlığı” üzerinde durmak istiyorum. Son yıllardaki “Türkiye nereye?” yayınlarında, toplumun bir çözülme dağılma sürecine girdiği; laik dindar ikileminin bölünmeye yöneldiği dile getiriliyor. Yorum yeni değil. Eğitimci Mustafa Coşturoğlu yıllar önce “Sosyal Şizofreni ve Atatürkçülük” (1974) eserinde gidişatın adını böyle koymuştu; ama nedeni ve tedavisi bilinmeyen, ağır bir ruh hastalığı olan “şizofreni”nin toplum sorunları için kullanımı tutmadı, dilimize ve sözlüklerimize yerleşmedi. Oysa aynı yıllarda, ve sosyal demokrat ve psikanalist Erich Fromm, Türkçeye “Sağlıklı Toplum” (1996) diye çevrilen “The Sane Society” (1955) eserinde “yabancılaşma ve yalnızlaşma” gibi “toplumsal sağ D lık sorunları” üzerinde duruyordu. David Riesman’ın dilimize çevrilmeyen “The Lonely Crowd” (1950) adlı eseri kalabalıktaki yalnızları anlatan ana kaynak olmuş; Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” romanı ödüller kazanmıştı. Karl Marx’ın (1860) “kendine, işine ve toplumuna yabancılaşma” tanısı, “yüzyılın hastalığı” olarak kabul edilmiş; Kafka’nın Dönüşüm adlı öyküsünde (1915) bir sabah “dev bir böcek olarak” uyanan Samsa “yabancılaşma” simgesi olmuş; Durkheim’ın, “İş Bölümü,” (1906) eserinde açıkladığı “kuralsızlık” (anomie), ortak bilinç (conscience) kavramları yeniden gündeme gelmiş bulunuyor. Özetle, şair Alex Pope’un (1735), eğitimden umutla beklediği “ortak akıl” yüzyıllardır aranıyor ama bulunamadı, yaratılamadı. Bir zamanlar bir yerlerde sanki varmış gibi arıyoruz, ama henüz şifresini çözmüş değiliz. Bu kavram, “Ülke nereye gidiyor?” sorgulamasında şartlı bir çözüm olarak şöyle anılıyor: Eğer “ortak akıl” yolumuzu gösterirse selamete çıkarız. “Canlıüstü” kültür varlığını yaratan insan, “ortak aklı” acaba neden yaratamadı? Karşıt dünya görüşlerini “ortak payda” üzerinden neden topla ‘Ortak Akıl’ arayışları yamadı? “Dünya görüşü”, kültür varlığının eğitimle yarattığı kişiliğin dışavurmasıdır; canın altındaki kolay değişmeyen “huy”dur. Öyleyse, bireylerin değişmeye zorlanmadan, küçük yaştan başlayarak kendileri kalmak şartıyla, ötekilerle uzlaşmaya açık “üst kişilikler” kazanacağı bir eğitim tasarlayalım. Bu süreçte bireyler kişisel dünya görüşleri üstündeki bir bilinç düzeyinde iletişim kurabilir. Freud’un analitik “süperego” (üstbenlik*) kuramı özünde toplumun töresini, değerlerini ve doğrularını taşıyan bir kişilik katıdır. Böylece, ülkenin varlığısağlığıgeleceği söz konusu olduğunda, ego (ben/benlik), ötekine karşı bencileyin değil, birlikte davranmak yönünde eğitilmiş olur. Ortak akıl, ortak vicdan veya bilinçten beklenen hizmet ve görev sanırım budur. “Her zamandan ziyade birlik ve beraberliğe gerek” duyduğumuz şu günlerde, eğitişim, iletişim ve yönetişim kurumlarının, bireyleri bencil değil, cemaat ve ideolojilerüstü duyarlı varlıklar olarak eğitmesi gerekirken uygulama tam karşı yönde, bireyleri ve nesilleri adeta karşı karşıya getiriyor. Bu ortamda, toplumsal sağlık göstergelerinin iyileşmesi değil, olsa olsa, öngörülemeyen yeni bunalımlara yol açması beklenebilir. Gidişin gidiş olmadığını, hatta “çöküş olabileceğini” söylemek artık kehanet sayılmamalı diye düşünüyorum. Sayın Başbakanımızın ülke gündemine önerdiği “akıllı tahtalar ile dindar nesiller yetiştirme” projeleri “ortak akıl / bilinç” gereksemesini karşılar mı? Sorunu ilerde tartışmak umuduyla, okurlarıma esenlikler diliyorum. (*) Metindeki psikanalitik terimler için bkz. Sosyal Bilimler Sözlüğü, TÜBA, 2012. Helal Yazı... Bizim yazılar haram aslında... Aptes almadan yazdın mı... ? Niyet edeceksin bir kere: “Niyet ettim yazı yazmaya, helalinden nasip eyle ya Rabbi...” “Dindar nesil yetiştirme” kapsamında, Samanyolu TV’ye göre mutfağa girerken dua edip önce sağ ayağını içeri atacaksın... Aptessiz çay da pişirildi mi olmuyor mesela... Çay ya da pilav pişirmekten daha önemli bir işlev olan yazı da dua ister tabii ki, sağ ayak yerine burada sağ el ile yazmaya başlıyorsun... ? Pekiiii... Yazdıklarına Başbakan’ın kızacağı aklına geldi de ya korkudan yazının ortasında aptesin kaçtı mı?.. Biz buna “kazaya kalmış yazı” diyoruz... İktidar bir gün iyice zırvaladı mı, artık elden âlemden utanıp da çoook gecikmiş yazı yani, Hasan Abi... ? “İmamı” başbakan yaptınız... “Dindar nesil yetiştireceğim” demesine kızıyorsunuz... Haram yazı işte... Çünkü sağ ile değil... Dönek sol “ayakları” ile yazılmış belli... ? Ne olacaktı ya?.. Devlet fotoğrafının türbanlı tesettürlü olması... Bütün devlet kadrolarına badem bıyıklıların doldurulması... Sipariş üzerine “Müslüman cumhurbaşkanının” Çankaya’ya çıkıp oturması... İlköğrenim çocuklarının umre turlarına yollanması... İmam hatiplilere vali, kaymakam, savcı, hâkim olma yolunun açılması... Laik cumhuriyetin pataklanması... Atatürk’ün yerden yere vurulması... Hiç anlamadınız da şimdi mi anladınız?.. Sevgili Necati Doğru önceki gün yazdı: Diyanet bütçesi; 2003’te 771 milyon... 2012’de; 3.8 milyar... Çevre, kültür, sanat, sanayi, teknoloji, ilim, bilim bütçelerinin toplamından fazla... Yani televizyona çıkıp “Dindar nesil yetiştireceğiz” demesi mi gerekliydi, anlamanız için?.. ? Neyse... “Niyet ettim yazmaya, helalinden nasip eyle ya Rabbi...” diye yazacaksın dindar nesil yazarı olarak... Yarabbi seni çarptı çarptı... Yok çarpmadı, yazı zaten helal... Coşkun ÖZDEMİR T elevizyonlarda her gün birkaç açık oturum dinliyoruz. Politikacılar, gazeteci ler, tarihçiler, bilim insanları, iletişimciler, sosyologlar, siyaset bilim Halkın Adı Yok cileri konuşuyorlar. Darbeler, faili meçhul cinayetler, suikastlar, yeral tından çıkarılan silahlar, kafatasları, örgütlü, örgütsüz yolsuzluklar, ka çakçılık ve her şey tartışılıyor. Sorumlular, suçlular aranıyor. Tartışmaların iktidar partisinin tüm toplumda ve medyada yarattığı baskı, tedirginlik ve ürkeklik içinde süregeldiği çok açıktır. İnançlar vesayetinin izlerine de sık sık tanık oluyoruz. Cumhuriyet dönemi, İstiklal Mahkemeleri, isyanların güçle bastırılması alabildiğine suçlanıyor. Faili meçhul cinayetler ve kayıplar dile getirilirken bugünün faili belli eziyetleri ve zulmü şaşılası bir şekilde hiç gündeme gelmiyor. Cumartesi Annelerinin haklı feryatları enine boyuna sergilenirken, aylardır, yıllardır suçlarının ne olduğu bilinmeden hapiste yatan genç çocukların, yüze yaklaşan gazetecinin, ordu mensubunun, üniversite hocasının, milletvekilinin, iktidar muhaliflerinin, anası kardeşi bacısı anılmaya değer bulunmuyor. Türkiye’nin basın özgürlüğünde dünya ülkeleri arasında 148’inci, melez demokrasisi ile 88’inci sırada yer aldığı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından en çok mahkum edilen ülke olduğu pek az konuşmacı tarafından dile getirilip sorgulanıyor. Bunu konuşmacılar adına utanç verici buluyorum. Sözü edilmeyen önemli, hem de çok önemli bir ülke gerçeğimiz de şudur: Çok partili düzene girişimizden beri halk çoğunlukla ve belki de planlı olarak bilimsel, laik bir eğitimden yoksun bırakılmıştır. Birey olmasına, bilinçlenmesine ve aklını kullanmasına izin verilmemiştir. Yıllardır geri kalmışlığımızın, çağdaşlığın gerisinde bulunuşumuzun önde gelen sebeplerinden biridir bu. Suçlular aranırken bu gerçek hiç gündeme gelmiyor. Tartışmalarda halkın adı ve yeri yoktur. Demokrasimizin gelişmesinde, günümüzün sorunlarında, bunca yıldır ihmal edilmiş halkımızın durumu, halkın sosyal, ekonomik kültürel düzeyinin oynadığı rol hiçbir zaman söz konusu edilmemektedir. Oysa bence ilk aranacak suçlular halkı, o her konuda pervasızca ve taraflıca, ahkâm kesen, bugünün ayrıcalıklı konuşmacılarının gerisinde bırakanlar olmalıdır. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle