23 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 24 NİSAN 2007 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Erdoğan’ın Sayısal Demokrasisi... Erdoğan’a, onun yakın çalışma arkadaşlarına öneriyoruz. Demokrasinin olmazsa olmaz önkoşulu laiklik ilkelerine gizliaçık saldırıyı bıraksınlar. Cumhuriyet tarihinin en büyük toplumsal hareketi olan 14 Nisan mitingini ve çağımızın katılımcı demokrasisini özümsemeye çalışsınlar. Bu özümseme gerçekleşmezse, belki Erdoğan kendisi, ya da istediği bir kişi Cumhurbaşkanı olabilir, ama asla o makamda rahat oturamaz. Çünkü demokrasi, Erdoğan’ın anladığı gibi salt sayısal çoğunluk demek değildir. Çağdaş demokrasi sayısalı aşan bir yaşam biçimi, hukuk devleti, laiklik ilkesine bağlılık ve katılımcılıktır. kanıt’ın “Sözde değil özde uyarısı”, 14 Nisan günü Anıtkabir’e ırmak gibi akan milyon kişinin tepki ve kaygıları, Erdoğan ve onun gibi düşünenleri etkilemiyor. Onlar için varsa yoksa, Meclis’teki sayısal çoğunluktur... PENCERE TMSF Kendi Davasını Bizzat Çökertti!.. Ülkemizdeki medya yapılanmasına “Fransız”, yani yabancı olanlara çok kısa birkaç notla ‘Bismillah’ diyerek yazıya başlayayım... Medya Cumhuriyet dışında dört gruba ayrılıyordu: Doğan grubu.. Sabah grubu.. Karamehmet grubu.. Dinci grup.. ? Söze dinci grupla başlanırsa ‘Bismillah’ı bir yana bırakıp yine Allah’la işe başlamak gerek: Hafazanallah!.. “Tanrı bizi korusun” anlamına gelen bu deyiş tam yerinde kullanılmıştır; çünkü “Dinci grup” Allah’ın her günü bir milyonu aşkın gazeteyi bedava dağıtır; bu kesim iktidarın himayesi altındadır; “kayıt dışı para” ile oynar... Doğan grubu gazeteleri gerek satışta, gerek reklam pastasında yüzde 40’ı aşan paya sahiptir... Vaktiyle Sabah grubuyla rekabet ederdi Doğan grubu... Artık rakibi kalmadı.. Neden?.. Çünkü siyasal iktidar Sabah grubuna el koydu!.. ? Nasıl oldu bu iş?.. Hikâyesi uzun... Bir devlet kurumu olan Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) vaktiyle bankerzede adı verilen kişileri korumak için kurulmuş; bu arada Sabah’a da el koymuştu.. Çünkü Sabah’ın o zamanki sahibi Dinç Bilgin Etibank’ı satın alıp bankanın parasını gazeteye aktarınca müdahale gereği doğmuştu... TMSF, uzun bir film senaryosuna dönüşebilecek olaylar, pazarlıklar, araştırmalar, gelgitler sonucunda, Sabah grubunun Turgay Ciner’e devredilmesine “tamam” dedi... Aradan beş yıl geçti... Batık Sabah grubu toparlandı, Türk medyasında grup olarak ikinciliğe yükseldi, borçlarını tıkır tıkır ödemeyi sürdürdü... ? Ancak geçenlerde 1 Nisan günü TMSF yönetimi birdenbire dedi ki: Beş yıl geçtikten sonra (tam da bu zamanda) farkına vardım ki Dinç Bilgin ile Turgay Ciner beş yıl önce beni aldatmışlar... Yaaa!. Evet, Sabah grubuna el koyuyorum... Tam da zamanı değil mi?.. ? Eh, denebilir ki hukuk işi... Akçalı iş.. Olur mu olur... Ama tam da bu kertede TMSF yönetimi Sabah’ta gerçekleştirdiği operasyonla kendi kendisini yalanladı... Daha bir ay dolmadan Sabah’ta Genel Yayın Müdürü Fatih Altaylı çekilmek zorunda kaldı.. Başyazar Mehmet Barlas da çekilmek zorunda kaldı.. Çünkü TMSF gazetenin yalnız akçalı ve idari işlerine değil; siyasetine, yönetimine, manşetine, başlıklarına, yazarlarına da el koyuyordu... TMSF’nin Sabah’a el koyması TMSF’nin bizzat kendi eylemiyle saptandı ki: Bu iş ne hukuk işi.. Ne akçalı iş.. AKP iktidarının işi!.. Kanıtı, belgesi, eylemi, marifeti ortada!.. ? Ne var ki bizim ‘hafazanallah medya’mız sus pus, ne bir haber, ne bir teber, ne de bir eleştiri... Bereket Cumhuriyet var!.. Ne Yazmalı? Ne Yazmamalı? Yarım yüzyılı geçen köşeyazarlığımda da hep bu ikilemle yaşadım. Edebiyat başkadır, gazete yazarlığı çok daha başka!.. Gazeteci günün içindedir, olaylar, kişiler, sorunlarla iç içedir. Okurlar da öyle!.. Edebiyatçı ise geniş zamanların insanıdır. Yazdıkları yalnız bugün için değildir. Goethe demiş ki: “Milyon okuru olmayan yazmamalı.” Bu sözü kimileri güncellik içinde bu milyonu bulmak, onlara seslenmek diye anlar! Oysa Goethe’nin dediği milyonlarca okur, uzun bir gelecektedir. Hem güncel, hem günceli aşan yazarlar yok mu? Elli altmış yıl önceleri böylelerine ‘edip’ adı verilirdi. Yakup Kadri, Refik Halit, Peyami Safa, Falih Rıfkı... Günümüzde edebiyat da yitip gitmekte, nerdeyse yok olmakta. Demirtaş Ceyhun, “Edebiyatımı arıyorum” diye bir kitap yayımlamadı mı? Belki bir gün edebiyat diye bir şey de kalmayacak! Kitap denen değer de ortadan kalkacak. İletişim çağı adı verilen bir sürede basacaksın düğmeye istediğin karşına çıkacak. Belki okumak bile olmayacak, bir yazıyı, bir kitabı, bir şiiri sesle duyacaksın. ??? Ne yazmalı, ne yazmamalı diye yine kendimle çeliştim. Bir arkadaşın dediği gibi yazsan ne olacak, bunca zaman yazdın da ne oldu? Al otuz kırk yıl önce yazdığını yarınki sütuna koy, bir ayrım olacak mı? Daha beter, daha acı, daha karanlık, daha umutsuz bir ortamın içinde miyiz? Bizi bu yere kimler getirdi? Köy Enstitülerini, Halkevlerini, Dil Tarih kurumlarını, devrimci atılımları, gerçek halkçılığı, sahici demokrasiyi, Cumhuriyetin verilerini kimler önledi, kimler imam okullarını, tarikat yuvalarını kurdu? Dünya her gün daha uygar, daha çağdaş atılımlarla ileriye doğru koşarken bizler neden daha geriye, daha karanlığa itildik? ??? İşte birbiri ardına yaşadığımız vahşet olayları!.. Trabzon’da bir Katolik papaz, İstanbul’da bir Ortodoks gazeteci, Malatya’da üç Protestan!.. Onlara acımasızca kıyan gencecik çocuklarımız!.. Yıllardır sürdürdüğümüz yanlış bir eğitimin ürünü olan genç yobazlarımız!.. ??? Ne yazmalı? Ne yazmamalı? Derken, işte yazılan, yazılabilen!.. Başbakan şikâyetçi Başbakan’ın Cumhuriyetin kurucu temel felsefesine ters düşen onlarca sözünü burada yinelemeye gerek yok. Ama “...bir gün gelecek, egemenlik duvarda değil, kayıtsız şartsız milletin kendisinde olacak” sözü ne anlama geliyor? Erdoğan elindeki sayısal çoğunluğu bile az görüyor, onu Başbakanlığa taşıyan bu sistemden bile şikâyetçi... Cumhuriyetin laik cumhuriyet olan temel felsefesinden şikâyetçi... Çağdaş bir demokrasi, çağdaş bir eğitim yerine dinci bir düzen, dinci bir eğitim sistemi istiyor. 14 Nisan mitinginin özünü anlayamayan, oraya gelen büyük vatandaş kitlesiyle alay eden, her şeyin Meclis’teki sayısal çoğunlukla çözüleceğini kabul eden bir zihniyet, demokratik olamaz. Bu sayısal bir demokrasidir. Yukarıda belirtildiği gibi, onun da modası geçmiştir... Kaldı ki, dayandığı sayısal çoğunluk da demokratik değildir. Herkesin artık ezberlediği hususları yineleyelim. 2002 Kasım seçimlerinde AKP tüm seçmenin 1/4 ve seçime katılanların ancak 1/3’ünün oyunu almıştır. Ancak seçim yasasındaki adaletsizlik nedeniyle parlamentonun 3/4’ünü ele geçirmiştir. Bütün dünya bunun adaletsizliğini kabul ediyor ama, AKP bunun adaletsiz olduğunu, demokrasiye ters düştüğünü hiçbir zaman kabul etmemektedir. Seçimlerin yenilenmesine 6 ay kala 7 yıllık Cumhurbaşkanı seçmek yasal olabilir ama, hiç de demokratik değildir. 2007 sonbaharında yapılacak seçimde AKP oy kaybederse, parlamentoda sandalya yitirirse ne duruma düşeceğini, AKP’nin adil olmayan sayısal çoğunluğuyla seçilmiş olan cumhurbaşkanının “meşruiyet” sorunu ile karşı karşıya kalacağını AKP hiç hesaba katmıyor. Çağımızın demokrasi anlayışı, klasik demokrasinin sınırlarını aşmıştır. Çağımız demokrasisi katılımcıdır. Çağımız demokrasilerinde parlamento mutlak egemen değildir, halkın yönelişlerini gözlemlemek ve ona göre hareket etmek çağımızdaki katılımcı demokrasinin ana ilkesidir. Erdoğan’a, onun yakın çalışma arkadaşlarına öneriyoruz. Demokrasinin olmazsa olmaz önkoşulu laiklik ilkelerine gizliaçık saldırıyı bıraksınlar. Cumhuriyet tarihinin en büyük toplumsal hareketi olan 14 Nisan mitingini ve çağımızın katılımcı demokrasisini özümsemeye çalışsınlar. Bu özümseme gerçekleşmezse, belki Erdoğan’ın kendisi ya da istediği bir kişi cumhurbaşkanı olabilir, ama asla o makamda rahat oturamaz. Çünkü demokrasi, Erdoğan’ın anladığı gibi salt sayısal çoğunluk demek değildir. Çağdaş demokrasi sayısalı aşan bir yaşam biçimi, hukuk devleti, laiklik ilkesine bağlılık ve katılımcılıktır. Dr. ALEV COŞKUN Ü nlü Fransız düşünürü Tocqueville demokrasi ile ilgili olarak şöyle yazıyor: “En büyük karmaşa ‘demokrasi’ ve ‘demokrat hükümet’ sözcüklerini kullanma biçiminden doğmaktadır. Bu sözcükler açıkça tanımlanıp bunların tanımları üzerinde bir anlaşmaya varılmadıkça halk, içinden çıkılmaz bir fikir karmaşası yaşayacaktır, bu da en çok halk avcılarıyla zorbaların işine yarayacaktır.” Günümüzden 150 yıl önce yaşayan Alexis Tocqueville sanki; bugünkü Türkiye’yi ve Başbakan Erdoğan’ı anlatıyor. Feodal yapının egemen, dinsel öğelerin ve tarikat sisteminin yaygın olduğu toplumlarda demokrasi uygulamaları, Tocqueville’in yukarıdaki sözlerine daha çok geçerlilik tanımaktadır. Demokrasi insan aklının yarattığı ve ürettiği bir yönetim biçimidir. İlk kez Mezopotamya’da ve Yunan yarımadasında 2500 yıl kadar önce görüldü. Kent devletlerinde (polis) yoğun nüfus olmaması ve kısıtlı bir vatandaş kesiminin katılımına izin verildiği için doğrudan demokrasi uygulanabilmişti. Yasama organı katılım haklarına sahip tüm yurttaşlardan oluşuyordu. Kısa ömürlü olan bu demokratik yönetim sisteminin çöküşüyle, çağdaş anayasacılık ve demokrasiye geçişin arasında en az 2000 yıllık bir boşluk olmuştur. Bu 2000 yıllık sürede egemenlik feodal beylerle, gücünü Tanrı’dan aldığını savlayan kralların eline geçmişti. Karanlık ortaçağın yarattığı baskılar sürerken, ortaçağ Avrupası’nın yarattığı aydınlanma hareketi yeni düşüncelerin gelişmesine olanak yaratmıştı. Buna paralel olarak sanayi devriminin ortaya çıkışı, bu devrimin yarattığı işçi ve kentsoylu (burjuva) sınıflarının giderek güçlenmeleri demokrasi anlayışının, 2000 yıl sonra yeniden canlanmasına olanak sağlamıştır. Kuşkusuz bu aşamada en önemli tarihler 1776 Amerikan Kongresi’ndeki kararlar ve 1789’daki Büyük Fransız Devrimi’dir. Fransız Devrimi ile kralın Tanrısal, doğal ve geleneksel hukuktan kaynaklandığı savlanan iktidarının kullanımı sınırlandırılıyor, egemenliğin kayıtsız koşulsuz milletin elinde olduğu kabul ediliyordu. Klasik demokrasinin en önemli kurumu olan 4 yılda bir yapılan seçimlerle oluşan meclis, halk adına yetkiliydi ve her türlü kararı veriyordu. Buna “Temsili demokrasi” adı verilir. Ancak demokrasi denilen sistem o de rece kötüye kullanılmaya açıktır ki, sonunda 1930’larda, yani Büyük Fransız Devrimi’nden 140 yıl sonra demokrasi, demokratik haklar kullanılarak tahrip edildi. Bunun en açık ve belirgin örneği Hitler Almanyası ve Mussolini İtalyası’dır. Çünkü her iki ülkede demokratik hakları kullanarak seçimle iktidara gelen partiler ve liderler, sonunda diktatörlüklerini ilan etmişlerdir. Dört yılda bir yapılan seçim... İşte bu nedenle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “Demokrasi teorisi”nde büyük değişimler oldu. Demokrasinin sadece dörtbeş yılda bir yapılan seçimler olmadığı, demokrasinin sadece egemenlik milletindir sloganı olmadığı, demokrasinin hukuk devleti ilkelerini ve katılımcı demokrasinin gereklerini yerine getirerek gerçekleştirilebileceği anlaşıldı. Sadece 45 yılda yapılan siçimlere dayalı bir sistemle, çoğunluğu kazanan ve temsil mekanizmalarına el koyan siyasal iktidarların artan bir bürokratik ve parti otoritesiyle bireylerin yaşamına ve özgürlüklerine gittikçe daha çok müdahale etmeleri, yeni çarelerin bulunmasını zorladı. Özellikle son 50 yılda liberal ve klasik demokraside bir dönüşüm yaşandı. Hukuk devleti, sosyal devlet, kanunların anayasal denetimi ile idarenin her türlü eylem ve işlemlerinin yargı denetimine bağlanması, özgürlüklerin özüne dokunulamayacağının kabul edilmesi çağdaş demokrasinin vazgeçilmez unsurları olarak benimsendi. Katılımcılık ilkesi evrensel demokrasinin en önemli niteliği oldu... Tüm bunlar AKP ve Tayyip Erdoğan tarafından özümsenmiş midir? Ne yazık ki hayır... Cumhuriyetin kurucu temel felsefesine karşı çıkılamaz. Bugün Almanya’da Nazi partisi kurulamaz. Bugün Amerika’da federal sistemin kurucu felsefesini oluşturan kurucu liderlere karşı çıkılamaz. Bugün Avrupa Birliği ülkelerinde din devleti kurmak için tüm devlet kadrolarının ele geçirilmesine olanak tanınamaz. Avusturya’da sağcı parti lideri Haider’in iktidarı almasına engel olunduğu unutulmamalıdır. Daha geçen hafta 14 Nisan günü gerçekleştirilen büyük toplumsal mitinge “...milyon falanmış... Bu milyon da çok basite indi ha...” diye kızan kişi demokrat olamaz... Ciddiyet ve devlet adamlığı nitelikleri ulusun yüzde 80’i tarafından kabul edilen Cumhurşabakanı Sezer’in “Cumhuriyet tehlikeyle karşı karşıyadır” diye belirtmesi, Genelkurmay Başkanı Büyü CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle