19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
27 EYLÜL 2006 ÇARŞAMBA CUMHURİYET SAYFA DİZİ 9 Savaş ve barış üzerine anılar MELEK TAYLAN İ lkgençlik yıllarımda Tolstoy’un dev eseri ‘Savaş ve Barış’ın beyazperdeye uyarlanmış filmini izlerken, II. Dünya Savaşı’ndan sonra doğmuş ve savaşı yaşamamış tüm genç kızlar gibi, savaştan çok aşkla ilgilenmiştim. Romanın baş kadın kahramanı Natasha Rostova’nın iki soylu erkek, Pierre Bezukhov ile Prens Andrei Bolkonsky arasında bocalaması, Napolyon ordularının işgali altındaki Çarlık Rusyası’nda yaşanan çalkantılardan ve trajedilerden daha önemliydi benim için. Savaş erkeklerin dünyasıydı, Napolyon ordularını yenmek ve Rusya’nın onurunu korumak onların işiydi. Savaş cephelerde, ordular arasında yaşanıyordu, Natasha savaşan erkeklerin hayallerini süsleyen, aşkıyla onları ayakta tutan kadındı. 19. yüzyıl başlarında Tolstoy’un anlattığı dünyada, kadın ve erkek rolleri belirlenmişti; cephede savaşan kahraman erkekler ve zarif giysiler içinde onları bekleyen erdemli kadınlar. Erkeğin direnme gücü Babaannem, Balkan ve I. Dünya savaşlarını yaşamış, başta dedem, ailesinden pek çok erkeği savaşa yollamıştı. Bu erkeklerden bazıları cepheden hiç dönmemiş, bazıları sakat kalmış, diğerleri ise döndüklerinde cephelerde yaşanan hastalık, yokluk vb. olayların etkisini uzun süre üzerlerinden atamamıştı. Babaannem savaşın acılarını bilen bir kadındı. Erkeksiz kadınların ayakta kalabilmek için nasıl dayanıştıklarını, Rumeli’de kaybedilen çiftlikleri, evsiz kalanlara kapılarını nasıl açtığını anlatırdı. Savaş nedeniyle çektiği sıkıntıları büyütmez, yakınmazdı. Savaşı, yaşamın kaçınılmaz bir gerçeği olarak kabul etmişti. Parçalanan bir imparatorluktan geriye kalanları kurtarıp, mücadele ve azimle yeni bir hayat kurmayı başaran bir neslin kadınıydı. 20. yüzyılın başlarında yaşayan babaannem, cephede savaşan erkeklerin arkasındaki büyük direnme gücünün simgesiydi. elindeki gazlı bezle bana bir şey koklatıyor ve koyu İtalyanca aksanlı bir İngilzceyle konuşuyordu. ‘‘Nasılsın yoldaş Sümeya?’’ Durumumdan çok utanıyordum, küçük bir sesle ‘‘iyiyim’’ dedim. Ayakta durmuş gülerek bana bakıyordu. ‘‘Kötü bir anda geldin, Halk Cephesi’ne bağlı gerillalar, güneyde İsrail güçleriyle çatışmış. O bağıran çocuğun bacağı kopmuştu, elimizde yeterli uyuşturucu yok, bağırtarak dikmek zorundaydım.’’ Çok sakin anlatıyordu. Elini uzattı ve ayağa kalkmama yardım etti. ‘‘Üzülme, bu ilk gün, zamanla kanıksarsın. Savaş uyuşturucu gibidir. İlk başta zorlanır ama sonra alışırsın, benim gibi.’’ Rus kadınların bugünkü gündeminde savaş, yoksulluk ve terör olarak var. Filistin gerçeği lenmişti. Aynı dönemde Latin Amerika’da kurulan gerilla orduları haberlerine Filistin direnişi, Filistinli gerillalar haberleri eklenmeye başladı. Bu yeni tip orduların en önemli ortak noktalardan biri ise kadınların varlığıydı. Gerilla orduları ile ilgili haberlerde elinde silah, asker üniforması giymiş genç kadın fotoğrafları yer alıyordu. Filistinli gerillalar ile ilgili hikâyeler basında duyulmaya başlandığında ben Filistin nerdedir, Filistinli kimdir tam olarak bilmiyordum. Avrupa’da Nazilerden kaçan Yahudilerin eski Osmanlı toprakları olan ve Filistin diye bilinen Arap vilayetinde, 1948 yılında İsrail devletini kurduklarını tarih dersinde öğrenmiştim. Filistin haritasını Filistinli incelemek aklımın ucundan kadınlar bile geçmemişti. 1967 yılınhemen her da İsrail devleti ile Araplar gün arasında yeni bir savaş oldusokaklarda ğunu ve İsrail’in 1948 sınıryeni ölenlerin ardından ağıt larını genişleterek Arap topyakıyorlar. raklarının bir bölümünü daha işgal ettiğini basından izlemiştim. Filistinli gerillalar, topraklarını geri alabilmek için savaşıyorlardı. 1972 yılının kasım ayında Şam’dan Beyrut’a giden dağ yolunda birlikte yolculuk ettiğim Filistinli komandolar ile bozuk bir İngilizce ile anlaşıyordum. Aralarından bir ta nesi doktordu. Benim elimde ise Filistinli bir hemşire olduğumu belgeleyen bir hüviyet vardı; Sümeya Abdülfettah. Beyrut’a bir Filistin mülteci kampında kalan Türkiyeli arkadaşlarımı bulmaya gidiyordum. Dağların arasından kıvrılarak inen yoldan Beyrut’un ışıklarını gördüğümüzde gece inmişti. Doktor, ilk önce kendi çalıştığı hastaneye uğramamız gerektiğini, daha sonra benim arkadaşlarımı arayacağımızı söyledi. Beyrut’un cıvıl cıvıl ışıklı caddelerinden geçip dar sokaklara saptık. Arabadan indiğimizde bizi asker üniforması giyen Filistinli komandolar karşıladı. ‘‘Sabra’ya hoş geldin refika Sümeya.’’ Sabra, Beyrut’taki en büyük Filistin mülteci kamplarından biriydi. Gecekondu bozması evlerin arasındaki dar sokaklarda pis sular açıkta akıyor, gözle görünür bir yoksulluk içindeki evlerde kalabalık aileler yaşıyordu. Hastane iki katlı beton bir binaydı. Solgun bir ampulün aydınlattığı girişte, sedyede kanlar içinde yatan genç bir delikanlı, korkunç sesler çıkararak bağırıyordu. Onun yanında yüzü tümüyle kanla kaplı diğer bir genç, arkadaşının acısını paylaşmak için elini tutuyordu. Yerler kan içindeydi. Bizim doktor, benim oradaki varlığımı unutmuş, ortadan kaybolmuştu. Ortalıkta koşuşan telaşlı insanlar, kanlı sargı bezleriyle dolaşan diğer yaralılar arasında kalakalmıştım. Başım dönüyordu, her an bayılabilirdim. Umutsuzca etrafıma baktım. Sağ tarafımda aralık bir kapı vardı, kafamı uzatıp baktım. Boş bir odaydı. Odaya girdim ve yere uzandığım an bayıldım. Gözlerimi açtığımda gözlüklü bir doktor, Filistin gerçeği ile ilk tanışmam böyle oldu. Hastane olayının ertesi günü arkadaşlarımı bulmuş, onların kaldığı Burj alBarajneh mülteci kampına yerleşmiştim. Tümü erkek olan grubun tek kadın üyesi bendim. Beyrut’un içinde yer alan Filistin mülteci kamplarında güvenliği FKÖ’ye bağlı değişik direniş örgütleri sağlıyordu. Benim arkadaşlarım Demokratik Cephe’nin güvenlik birimine bağlı olarak Burj alBarajneh’in güvenliğinden sorumluydular. Kaldıkları yer askeri bir barakaydı. Tek bir odadan oluşan barakanın arka yerinde mutfak görevi gören bir bölüm ve tuvalet vardı. Herkes yerde uyku tulumlarında yatıyor ve asker üniformasıyla sırayla nöbet tutuyordu. Barakaya girdiğim an ilk düşüncem ‘‘Ben burada ne yapacağım?’’ oldu. Silah kullanmayı bilmediğime göre nöbet tutamazdım. Kampta yaşayan Filistinliler ile nasıl ilişki kuracaktım? Ben bu düşüncelerle boğuşurken barakadan içeri yaşlıca bir adam ve benim yaşlarımda genç bir kadın girdi. İngilizce konuşan genç kadın bana sarılıp üç kez yanağımdan öptü. ‘‘Kampımıza hoş geldin refika, Burj alBarajneh’de senin ailen biziz, bu da babamız, yani benim ve senin baban.’’ Bir anda Filistinli bir ailem olmuştu. Babam kalkıp beni alnımdan öptü, Arapça konuşuyordu. ‘‘Bizi ve davamızı destekleyen herkes bizim kardeşimizdir. Sen benim kızımsın. Bizim âdetlerimize göre burada erkeklerin arasında yatıp kalkman doğru olmaz, sen bizim evde konuk olacaksın.’’ SÜRECEK Savaşa karşı feminist politika Nebahat Akkoç Ayşe Gül Altınay Ortadoğu kadını savaşın içinde doğup, ölüyor. Benim içinde bulunduğum ve sonradan 68’liler olarak tanımlanan kuşak için savaş, içinde yaşadığımız bir gerçeklik değildi. Bizler savaşarak kurulmuş genç bir ulus devletin dünyayla bütünleşme sancılarının içine doğduk. I. ve II. Dünya savaşlarının dehşetini kitaplardan ve filmlerden öğrendik. Sokakların diliyle tanışma Yirmi yaşıma geldiğimde Natasha Rostova değil, savaşa katılan kadın olma hayalleri kurmaya başladım. Kadınların dünyası süslü, sıkıcı ve boğucuydu. Evde oturup çocuk bakmak ve yemek yapmak bana göre değildi. Kadınların çaylı toplantıları, kekleri ve pastaları benden çok uzaktı. Korunaklı ve güvenli ev içi yaşamından kaçıp, koyu çayların içildiği, bol sigara dumanlı kahvelerde oturup tartışmak bana daha çekici geliyordu. Yüksek ökçeli ayakkabılara, mini eteklere, makyajlı gözlere veda ettim. 1967’de öğrenci olarak gittiğim Paris’te sokakların diliyle tanıştım. Paris, işçi ayaklanmalarının, kömünün şehriydi. Paris halkı adalet, eşitlik ve kardeşlik için sokaklara dökülmüş, krallık ordusuyla sokak sokak çatışarak, kendi iktidarına giden yolları açmıştı. 1848 ve 1879 ayaklanmalarının izlerini taşıyan Paris sokakları, 1967’de yeni ayaklanmalara hazırlanıyordu. Paris kahvelerinde sabahlara dek süren ateşli tartışmalarda erkeklerin yanı sıra kadınlar da vardı. Yeni bir dünya kuruluyordu. Erkeklerin hayallerini süsleyen zarif kadınlar gitmiş, savaşta ve barışta erkeklerle bir arada, güçlü ve dirençli kadınlar gelmişti. Bütün dünyada yine devrim rüzgârları esiyordu. Savaşların olmadığı bir dünya için savaşmak gerekiyordu. Paris sokaklarında barikatların kurulduğu 1968 yılında, İstanbul sokakları da hareket Kadınlar ve savaş konusu ancak savaşlar kızıştığında konuşuluyor. Esas yapmamız gereken, savaşa giden yolu konuşmak ve savaşın önünü başlamadan kesmek. Savaş şiddetin doruk noktası. Ve diğer şiddetlerden bağımsız değil. Savaşa dönük bir söz kurulacaksa tüm şiddet türlerine karşı bir söz olarak kurulmalı. Şiddet meşru kılındıkça, doğallaştıkça, içselleştikçe savaşları durdurmamız da, önlememiz de zorlaşıyor. Şiddetin kaynakları neler? Farklı şiddet türleri arasında ne tür bir ilişki var? Bizler İstanbulDiyarbakır hattında bir süredir bu soruları tartışıyoruz. Daha üzerinde konuşulacak çok konu var ama.. bu tartışmalar içinde şekillenmeye başlayan birkaç ana başlığı ve soruyu sizlerle paylaşmak istiyoruz. Amacımız bir reçete önermek değil, ‘‘Hadi bunları hep birlikte tartışalım’’ demek. Savaşlar neden çıkıyor? Hiçbir savaş kendiliğinden olmuyor; kaçınılmaz da değil. Eğer savaş ‘‘doğal’’ olarak gelişen bir süreç olsaydı özel bir hazırlık gerektirmezdi. Oysa tüm savaşların arkasında gelişkin ‘‘savaş makineleri’’ var. Bu makineler, yok edici güçleri gün geçtikçe artan silahlar ve arkalarında yatan silah endüstrileri kadar insanlardan da oluşuyor. Öldürmeye, yok etmeye hazır insanlar olmadıkça silahların bir gücü olamaz zaten. Herkes savunma savında diye düşünüyoruz. Milliyetçilik son iki yüzyılda yaşanan yıkımların arkasında yatan en güçlü ideoloji. Milliyetçiliğin arkasında tekkimliklilik üzerine kurulu bir aidiyet duygusu var. İnsanlar olarak aslında çok kimlikliyiz ama ulusdevletler içinde hayatımızı şekillendiren siyaset tekkimliklilik üzerine kurulu. Savaşlar net, kalın çizgilerle ve onların iki yakasında yaratılan düşmanlıklarla mümkün kılınıyor. Aynı zamanda savaşlar oldukça düşmanlıklar artıyor ve sabitleniyor. leri görüyoruz? Bulabildiğimiz her örnek hayatlarımızın militarizasyonuna dair bir işaret. Kısacası, ‘‘barış zamanı’’ dediğimiz dönemde ‘‘savaş zamanı’’na adım adım hazırlanıyoruz. Hepimiz aynı şekilde mi hazırlanıyoruz? Hayır. Erkekler ağırlıklı olarak savaşacak özneler, kadınlar da ‘‘uğurlarına savaşılacak’’ nesneler olarak karşımıza çıkıyor. ‘‘Anavatan’’ tanımlamasında olduğu gibi vatan ve kadınlar arasında bir bağlantı kuruluyor; pek çok erkek ‘‘kadınlarveçocukları’’ den daha fazla nesnesi konumundalar, bir yandan da kadınlar doğrudan ve dolaylı biçimlerde militarizasyon süreçlerinin öznesi konumunda. Militarizmin toplumsal cinsiyet bağlamında ilk analizlerinden birini 1930’lu yıllarda Virginia Woolf yapmıştı. Günümüzde yapılan feminist analizler de Woolf’la benzer bir çizgi izleyerek kadınların askerlik uygulamalarından ve savaşlardan dışlanmalarını sorunsallaştırırken çözümü kadınların da bu süreçlere katılmalarında değil, toplumsal hayatın, erkeklerin ve erkeklik anlayışının sivilleşmesinde arıyorlar. Kadınerkek ayrımı toplumsal Peki insanlar savaşlara nasıl hazırlanıyorlar? Başka insanları öldürmek, onların yaşam alanlarını yıkmak nasıl meşrulaşıyor? Birçok durumda savaşa karar verenler, karşı tarafın şiddetini kendi şiddetlerinin meşruiyeti için kullanıyorlar. Herkes bir ‘‘savunma’’ savaşı yapıyor. Kimse ‘‘saldırgan’’ değil. Dolayısıyla, ‘‘kendini savunma’’ söylemlerine çok dikkatle bakmamız, yakından incelememiz gerekiyor. Biraz daha derine inildiğinde, savaşları meşrulaştıran süreçleri anlayabilmenin yolu militarizm ve milliyetçiliği anlamaktan geçiyor Savaş kadın için şiddetin doruk noktası. korumak uğruna savaşmaya davet ediliyor. Milliyetçilikler savaşları, savaşlar milliyet(‘‘Kadınlarveçocuklar’’ tanımlamasının bu şeçilikleri güçlendiriyor. Onun için savaşları yakilde bütünleşmesine dikkat çekmek isteyen, ratan süreçleri incelerken milliyetçiliğe ve militarizmin önemli teorisyenlerinden Cynthia milliyetçilikmilitarizm bağlantılarına daha Enloe gibi biz de bu kalıbı bitişik yazmayı yakından bakmamız lazım. seçtik. Militarizm, çok kaba tanımıyla askeri deBkz. Manevralar, İletişim Yayınları, 2006). ğer, pratik ve sembollerin yüceltilmesi ve siOysa, erkeklerin bir bütün olarak savaşın özvil alanı şekillendirmesi. Bu şekillendirme nesi, kadınların da nesnesi oldukları resmi de okuldan sokağa, ev hayatından ekonomiye, yanıltıcı bir resim. Biraz daha yakından baksiyasetten kültüre her alanda kendini gösteretığımızda görüyoruz ki bir yandan erkeklerin bilir. Şöyle bir etrafımıza, hayatımıza baktıçoğunluğu savaş makinesinin düşündüğümüzğımızda hangi askeri değer, pratik ve sembol Kadınlık ve erkeklik biyolojik ayrımlara değil toplumsal şekillenmelere dayanıyorsa, kadınlıkbarış ve erkekliksavaş arasında da ‘‘doğal’’ bağlantılar olamaz. Tüm kadınlar barışçıl olmadığı gibi tüm erkekler de savaşçı değil. Ama içinde yaşadığımız toplumlar tüm erkekleri savaşçı, tüm kadınları da savaşın destekçileri (ender olarak da bizzat savaşçıları) yapmak üzerine kurulu. Bize göre ‘‘savaşa karşı bir kadın politikası’’ değil, ‘‘savaşa karşı feminist politika’’yı konuşmamız gerekiyor. Her türlü milliyetçiliğe mesafeli; militarizm süreçlerini ve bu süreçlerin kadınlık ve erkeklik kurgularını şekillendirmedeki yerini anlamaya ve dönüştürmeye çalışan; her türlü şiddeti gerekçesiz reddeden; farklı şiddet türleri arasındaki geçişliliği gören ve gösteren bir feminist politika hayal ediyoruz. Ev, sokak, okul, işyeri, karakol, kışla, stadyum, siyaset meydanları.. kısacası, şiddetin bir ilişki kurma, otorite kurma biçimi olarak meşrulaştırıldığı her alanı dönüştürmeye talip bir feminist politika için bizler düşünmeye ve tartışmaya devam etmeye niyetliyiz. Yarın: NECLA ARAT Ve bizim kadınlarımız... CUMHURİYET 09 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle