19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
29 MAYIS 2006 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA DIŞ BASIN 9 DEĞİŞEN DÜNYADAN HÜSEYİN BAŞ Türkiye’nin geleceği karanlıkta ADRIAN ZIELCKE aşbakan olduğundan bu yana Angela Merkel zor devlet adamlarına nasıl davranması gerektiğini çabuk öğrendi diyebiliriz. Kendisinden önce başbakanlık yapmış politikacılar gibi onlara sokulmak ve hoşlarına gitmek zorunluluğunu kendisinde hissetmiyor. Özellikle Moskova, Washington ve Pekin ziyaretlerinin ardından Berlin’de bir araya geldiği Türk Başbakanı Tayyip Erdoğan ile her şeyi açık açık görüşmek, ona gerçekleri söylemek, Almanya Başbakanı için pek de zor olmamalıdır. Çünkü düşlerle dolu geçen o günler artık geride kaldı. Şimdi acı gerçekleri söylemenin zamanı. Daha kısa süre öncesine kadar eski başbakan Gerhard Schröder ile Dışişleri Bakanı Fischer, dünya gücü bir Avrupa’yı düşlüyorlardı. Fransa Cumhurbaşkanı Chirac ve İngiltere Başbakanı Tony Blair ile birlikte bu küçük kıtayı 2010 yılına dek dünyanın en dinamik ekonomik bölgesi yapmaktı amaçları. Hedeflerine ulaşmak için de Avrupa Birliği’nin (AB) giderek daha çok B ? Ülkeyi ayakta tutan güçler, kendilerini Atatürkçü düşüncenin koruyucusu olarak görüyor. Karşıtları ise İslamın baskın çıkıp geri dönmesini bekliyor, modernizmi yenmesini ümit ediyor. Gerçek şu: Türkiye’ye yeni bir Atatürk gerekli. Eğer Erdoğan günün birinde ordu ile yargıyı sindirmeyi başarırsa Avrupa’ya giden yolda yürümekten vazgeçecektir. Çünkü onun için önemli olan, Avrupa’nın temel değerleri değildir. Erdoğan Türkiye’de İslamı güçlendirmek istiyor. büyümesi gerekiyordu. Schröder ile Fischer bu girişimi eleştirenlere sürekli ‘‘Türkiye’nin AB’ye girmesi Almanya’nın ülkesel, Avrupa’nın da jeopolitik çıkarları için kaçınılmazdır’’ diyordu. Gerçekten de ilk bakışta bu plan kabul edilebilir gibiydi. Ancak tek bir hatası vardı, o da içinin havayla doldurulmuş olmasıydı. Schröder ve dostlarının düşü, Avrupa’daki, Almanya’daki ve Türkiye’deki kimi gerçekleri hasıraltı ediyordu. Neyse ki aradan geçen kısa sürede Almanya’da kimi gözler açıldı. Ülkede yaşlı insanların sayısı giderek daha çok artıyor, Almanya yaşlanıyor, sermaye ve yatırımlar yurtdışına kaçıyor, devletin borçları sonsuza koşuyor. Bütün bu gelişmeler, görmezlikten gelinemeyecek gerçeklerdir. Ülkede yabancılarla Almanların güzel bir ortak yaşamı olduğunu düşlemenin de bir hayalden başka bir şey olmadığı artık ortaya çıktı. Üçüncü nesil Türk insanının topluma ikinci nesilden daha az uyum sağladığı da başka bir gerçek. Almanya’ya getirilen birinci nesil Türklerin onlarca yıl çalışmış olduğu işler de artık yok. Bu işyerleri şimdi Uzakdoğu’da, o Türklerin torunları ise burada. Ne yapmalı? Son yıllarda Türkiye’de, harikalar yaratarak ülkesine Avrupa yolunu artık açacağına inanılan Başbakan Tayyip Erdoğan o günlerde insanları peşine takmasını bilmişti. AB’nin, müzakerelere başlama tarihi vermesi kararı Türkiye’de büyük bir coşkuyla karşılanmıştı. Sanki ülke AB’ye ‘‘giriş bileti’’ni artık elinde tutuyordu. Schröder ve dostu Erdoğan, ortak başarılarının doruğundaydı. Dinci kökenli bir politikacı, Mustafa Kemal Atatürk’ün laik devleti ile İslam arasında denge sağlayacak gibiydi. Acaba umulmayan bir şey mi gerçekleşmek üzereydi? Hayır. Her şeyin bir sabun köpüğü olduğu zamanla ortaya çıktı. Hele yüksek bir yargı organı mensubunun öldürülmesi ve ardından başlayan protestolar Türkiye’nin, Atatürkçüler ile İslamcıların birbirleriyle acımasızca mücadele ettiği bir ülke olduğunu iyice kanıtladı. Türkiye’nin geleceği karanlıkta. Yargı ve ordu kendilerini, modern ve laik Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasının koruyucusu olarak görüyorlar. Atatürk, geri kalmış bir ülkeyi ne olursa olsun modernleştirmek, onu Batı’ya götürmek istiyordu. Ancak son yıllardaki olaylar, Türkiye’nin Atatürk’ten 70 yıl sonra da Avrupa’ya hâlâ ulaşamamış olduğunun kanıtıdır. Günümüz Türkiye’sinde İslamcı ve aşırı sağcı akımlar giderek daha çok kendini gösteriyor. Tayyip Erdoğan ve destekçileri de ne yazık ki bu gelişmeyi güçlendirmekteler. Yakın geçmişte, türbanı kamusal alanda yasaklayan ve devletle dini birbirinden ayıran yargı kararlarını sık sık eleştirdiler. Hükümet başının, bir dinci tarafından öldürülen yargıcın cenaze törenine katılmamasını, yargıya ve orduya yapılmış bir hakaret olarak kabullenmek gerekir. Ülkeyi ayakta tutan güçler, kendilerini Atatürkçü düşüncenin koruyucusu olarak görüyor. Karşıtları ise İslamın baskın çıkıp geri dönmesini bekliyor, modernizmi yenmesini ümit ediyor. Gerçek şu: Türkiye’ye yeni bir Atatürk gerekli. Erdoğan, ülkesinin AB’ye giriş beklentilerinden yararlanarak orduyu tasfiye etmeyi deneyen bir popülisti andırıyor. Çünkü ordu kendini laik anayasanın koruyucusu kabul ediyor. Eğer Erdoğan günün birinde ordu ile yargıyı sindirmeyi başarırsa Avrupa’ya giden yolda yürümekten vazgeçecektir. Çünkü onun için önemli olan, Avrupa’nın temel değerleri değildir. Erdoğan Türkiye’de İslamı güçlendirmek istiyor. (Stuttgarter Zeitung, 26 Mayıs, Almancadan çeviren Ahmet Arpad) ‘İsrail’e Karşı Fazla mı Hoşgörülüyüz?’ Ortadoğu’daki olumsuzlukların temel nedenlerinin başında İsrailFilistin sorunu olduğu biliniyor. Her iki tarafta yapılan seçimlerden sonraki gelişmeler, barış konusunda herhangi bir iyimserliğe olanak tanımıyor. TelAviv Üniversitesi çağdaş tarih profesörlerinden Sholomo Sand’ın Le Monde gazetesinde yayımlanan yazısını (14.04.06), konuya ışık tutacağı umuduyla aktarıyoruz. Ancak Sand’ın yazısının, Olmert’in kabinesini kurmasından önce kaleme alındığını hatırlatalım: ??? ‘Filistin otoritesi topraklarında seçim sandıklarının kararı, Batı başkentlerinin hemen tümünde eleştirildi. Buna karşılık İsrail seçimlerinin sonuçları olumlu karşılandı. Çok sayıda İsraillinin Filistin topraklarının uzun yıllardır süren işgalinden duydukları bezginliği dillendirmeye başlamaları gerçekten de modern çağın bu ‘yüzyıllık savaşında’ olumlu bir gelişme olarak görülmüştü. Ama Filistin halkının siyasal tercihleri, Amerikan sözcüleri tarafından, seçimin galiplerinin İsrail devletini kabul etmedikleri için saygıdeğer bulunmamıştı. Bunun bir sorun oluşturduğundan kuşku yok. Ama buna şaşmamak gerekir. Kırk yıldan bu yana İsrail’in, ister sağ, ister sol olsun bütün hükümetleri, Filistin topraklarını her yıl biraz daha kemiren kolonizasyon sürecini ya izin vermek ya da cesaretlendirmek suretiyle desteklemişlerdir. İsrail’in, 1948’de Filistinli göçmenler sorununun kaynağındaki sorumluluğun hiç değilse bir bölümünü kabule yanaşmayan tarihsel reddinden ve Filistin otoritesinin prestijini iyice sarstıktan sonra, işgal altındaki topraklarda yaşayan halk daha kararlı ama yolsuzluklara daha az bulaşmış bir siyasal seçenekten yana olmuştu. Gerçi Hamas, genel kanıya bakılırsa, tehlikeli bir oyun oynamaktadır. Ancak Hamas’ın, bu tür politikalardan çok çekmiş Filistin halkından bu konuda destek sağlaması olasılığı azdır. Bununla birlikte Hamas, İsrail’e ve Batı’ya meydan okuma riskini üstlenmiştir. Ama her şeye karşın bazı koşullarla karşılıklı bir tanıma düşüncesini de bütünüyle reddetmemiştir. İsrail devleti ki bu bir olgudur 1967 sınırları içindeki bir Filistin’i asla tanımış değildir. Tıpkı Kudüs’ü Filistin devletinin başkenti olarak kabul etmediği gibi. Bunları dayatan bir İsrail neden tanınacaktır? 1988’de Filistin ulusal hareketi çoğunlukla Filistin’in paylaşılması ilkesini kabul etmişti. Ama İsrail, Filistin halkının kendi kaderini tayin etmesi hakkını kabul etmemiştir. Bu konuda Batı tarafından boykot edilme tehdidiyle bile karşılaşmamıştır. Bu konuda bazı baskılar olmamış değil. Ama açık bir tehdit ve cezalandırma dile getirilmemiştir. Amerikalılar Hamas hükümetine karşı benzer bir tavır benimsemeye neden yanaşmamışlardır? Bunun yanıtını Araplara ve İsraillilere karşı izledikleri yanlı tarihsel ilişkilerde aramak gerekir. Suriye’nin BM Güvenlik Konseyi’nin kararı doğrultusunda Lübnan’daki askerlerini çekmesi için iki hafta yetmiştir. Buna karşılık Birleşik Devletler İsrail’i işgal altındaki Filistin topraklarından çekilmesiyle ilgili Güvenlik Konseyi kararlarını sistematik bir biçimde veto etmiştir. Otuz dokuz yıldır demokratik Batı dünyası tüm bir ulusun siyasal ve insan haklarının reddi karşısında suskun kalmıştır. Suskunluklarına son vermeleri için Filistinlilerin inadına Hamas’a oy vermeleri gerekmiştir! ??? Buna karşılık Ehud Olmert’i, tıpkı selefi Ariel Şaron’a yaptıkları gibi yere göğe koyamamışlardır. Her ikisi de De Gaulle düzeyinde liberaller olarak görülmüştü. Ama ne biri ne de öbürü, Filistinlilere adil bir barış için müzakereye yanaşmışlardır. Tam tersine, salt kendi topraklarında değil, Filistin topraklarında ayırıcı bir duvar inşa etmişlerdir. İsrail, Kudüs’ün kutsal bölümü dahil, Doğu Kudüs’ü topraklarına katmanın uğraşı içindedir. Gelecekteki Filistin devletinin toprak devamlılığını şimdiden ortadan kaldırmak için Kudüs’ün işgalindeki kuzey ve güneyinde yer alan bölgenin nüfus yoğunluğunu arttırarak Filistinlileri kuşatma sürecini tamamlamak amacıyla Filistin halkını Şeria Vadisi’nden göçe zorlamaktadır. Bütün bunlar Batı’nın İsrail’e arka çıkmasını engellememektedir. Ama İsrail seçimleri salt işgalden ve işgalden kaynaklanan ölümcül terör konusundaki bıkkınlığın zaferi değildir. Yahudi ve bizzat kendi tanımlarına göre demokratik devlet, tüm yurttaşların devleti anlamına gelmemektedir. Söz konusu devlet, tüm dünya Yahudilerinin devletidir. Bu devlet aynı zamanda büyük bir korkuyla da karşı karşıyadır. Bu korku, el konulan toprakların tümündeki Yahudi ve Araplar arasındaki demografik durumdan kaynaklanmaktadır. İsrail’in Gazze Şeridi’nden çekilmesinde bu endişe belirleyici olmuştur. Kadima’nın başarısında bu ‘gruplaşma’ planı mevcuttur. ‘Büyük İsrail’ düşleri gören ‘toprakçı’ sağ ise bugün etnikçi sağın başarısına karşı gerilemiştir. Avigador Liberman’ın seçmenlerinin çoğunluğu Rusya kökenli göçmenler, İsrailli Arapların yaşadıkları bölgeleri İsrail’in sınırları dışına çıkararak ‘homojen’ bir Yahudi devletinin oluşmasını istemektedir. Açıkça etnik bir temizlikten yana olan bu parti (Evimiz İsrail), İsrail’in siyasal kültürü içinde tam bir yasallık kazanmış durumdadır. (...) İsrailli ve Yahudi evladı, XX. yüzyılda yurttaşlık hakkının kökeni nedeniyle reddedildiğini görmüştür. Arındırılmış bir Yahudi devleti perspektifi karşısında korkuya kapılmamak olası değildir. Bu yüzden ölümcül eylemleri besleyen işgale acilen son verilmeli, ama aynı zamanda İsrail devleti de kendisini tehdit eden ırkçı virüse karşı da aşılanmalıdır.’’ Erdoğan için sonun başlangıcı mı? NEW YORK (ANKA) Danıştay’a yapılan saldırının Türk hükümetini ‘‘kriz’’e soktuğu iddia edildi. Newsweek dergisi, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kariyerinin ‘‘en ciddi’’ kriz ile karşı karşıya olduğunu savunurken ‘‘Sonun başlangıcı mı?’’ yorumunu yaptı. Owen Matthews ve Sami Kohen imzalı yazısına, ‘‘Sonun başlangıcı mı?’’ başlığını kullanan dergi, Danıştay’a saldırının laik, İslam karşıtı duyguları alevlendirdirirken Türk hükümetini ‘‘kriz’’e soktuğunu öne sürdü. Kocatepe Camii’ndeki göstericilerin ‘‘kızgın İslamcı fanatikler’’ değil, yargıç, bürokratlar ve işadamları olduğunu belirten dergi, gösterilerde devlete olan bağlılıkların dile getirildiğini, ‘‘Türkiye’yi tehlikeli İslamcı bir yola sürüklediğini söyledikleri hükümetin’’ protesto edildiğini yazdı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in açıklamaları ve gösterilerin ‘‘doğrudan’’ Erdoğan’a yönelik bir ‘‘meydan okuma’’ olduğunu savunan dergi, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün sözlerine de dikkat çekerek ‘‘Türk ordusu, konuştuğunda seçilmiş liderleri dinleme eğilimini gösteriyor’’ ifadesini kullandı. Eski Başbakan Erbakan’ın 1997’de ‘‘kansız’’ bir darbe ile görevinden alındığını öne süren Newsweek ‘‘Türk Başbakanı bir askeri darbe ile görevinden uzaklaştırılmak üzere değildir, elbette. Ancak, kariyerinin en ciddi krizi ile karşı karşıya’’ ifadesini kullandı. AKP’nin türban gibi konulardaki girişimlerine dikkat çeken dergi, ‘‘Erdoğan’ın İslamcılığı Ortadoğu standartlarına göre yumuşak olabilir ancak bu gösteriler fazla ileriye gitmiş olabileceğinin açık bir işaretidir’’ yorumunu yaptı. ‘‘Laiklik gösterisi’’nin karşısında Erdoğan ve partisinin pedalı geriye çevirdikleri gibi gözüktüğü görüşünü savunan dergi, ancak Erdoğan’ın ‘‘reel sorunları’’nın ‘‘İslamcı kültürlaik kültüre karşı savaşı’’ndan daha derin olduğunu yazdı. AKP’nin iş çevreleri arasındaki desteğinin olumsuz etkilendiğini savunan dergi, Cumhurbaşkanlığı seçiminin yarattığı soruna ve Güneydoğu’daki gelişmelere değindikten sonra ‘‘gerilimin’’ artmayı sürdürmesi olasılığına işaret etti. Dergi, Erdoğan’ın en büyük projesi olan AB üyeliğinin de yakında Türkiye’de ‘‘ciddi siyasi’’ bir sorun haline gelebileceğini savundu. Taksime mi Bölünmüşlük oylandı oy verdik? G ğer Kıbrıslı Rumlar, bizi doğrudan bölünmeye sürükleyen Cumhurbaşkanı Papadopulos’un politikasını kınadıklarını oyları ile gösterselerdi, adayı yeniden birleştirmeleri için uluslararası toplumun kendilerine sundukları fırsatı kaçırdıkları 24 Nisan 2004 referandumundan iki yıl sonra, geçen pazar günü yapılan seçimlerin de bir anlamı olurdu. Kıbrıs Rumları, çözümü ve yeniden birleşmeyi reddeden Papadopulos’un partisini ve EDEK’i güçlendirdiler ve yeniden birleş E meyi açık bir şekilde destekleyen Birleşik Demokratlar partisini reddettiler. Bu nedenle Kıbrıs Rumlarının geçen pazar günü yeniden birleşme yerine taksime, bölünmeye oy verdiklerini savunmak belki de abartı olmayacaktır. Taksim bir zamanlar Kıbrıslı Türk milliyetçilerin sloganıydı. Bugün taksimin, bizimkilerin hedefi olduğu görülmektedir. En azından buna oy veriyoruz. Alekos Konstantinidis Alithia Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Cyprus Dialogue Yazarı eçen pazar sabahı yayımlanan bir makalemde, o gün yapılacak olan milletvekili seçimlerinden bahsederek bu seçimlerin sadece Kıbrıslı Rumların büyük çoğunluğunun siyasi açıdan olgunlaşmamış olduğunu teyit edeceğini vurguluyordum. Sanırım sonuç, bu değerlendirmemin doğru olduğunu göstermiştir. Bundan başlıca iki karakteristik unsur ve bir son uç çıkmaktadır. Birinci unsur: Çözümsüzlük güçleri desteklenmiştir. Oyları, katı bir retçi çizgi izleyen üç parti, DİKO, EDEK ve Avrupa Partisi toplamıştır. Referandumda çözümü açık bir şekilde destekleyen iki parti, DİSİ ve Birleşik Demokratlar, ayrıca çözümü reddetmiş olmasına rağmen, daha az katı tutum sergileyen AKEL partisi oy kaybetmiştir. İkinci unsur: Cumhurbaşkanı Papadopulos’un konumu daha da güçlenmiştir. Sonuç çok doğru bir şekilde, teyit edilmiştir: Kıbrıslı Rumların çoğunluğu, bölünme istiyor. Ben şahsen bunu saptamış ve son 15 yıldır onlarca kez yazmıştım. Kıbrıslı Rumların Papadopulos’u tek bir nedenden dolayı destekledikleri açıktır: ? Papadopulos, 2008 yılında da gösterişli bir şekilde yeniden cumhurbaşkanı seçilecek. Şüphesiz Hristofyas ile AKEL ’in çözümsüzlük kampına katılan diğer lider grubu onu yine destekleyecekler. politikasının ödüllendirilmesi olarak değerlendirilmiştir. Bu politika, bugünkü bölücü durumun devam etmesinden başka bir şey değildir. Ayrıca kısa süre önce yapılan anketlerin saptamaları da Çünkü istekleri onun politikası ile örtüşmektedir. Sonuç: Bu şartlar altında Papadopulos, 2008 yılında da gösterişli bir şekilde yeniden cumhurbaşkanı seçilecek. Şüphesiz Hristofyas ile AKEL ’in çözümsüzlük kampına katılan diğer lider grubu onu yine destekleyecekler. Üstelik bu, hali hazırda seçim kampanyası sırasında da dolaylı yoldan kabul ettikleri bir şeydir. Dolayısıyla hemşehrilerimiz Kıbrıslı Türkler şunu göz önünde bulundurmalıdırlar: Ne yazık ki çözüm, bölünmedir. Tuhaf görünse de Kıbrıslı Rumların tercihi budur. Kıbrıslı Türkler, Kıbrıslı Rumların bir gün fikir değiştireceklerini boş yere umut etmek yerine, onlar da buna nasıl uyum sağlayacaklarına bakmak zorundadırlar. LUKAS Y. HARALAMBUS Cyprus MailCyprus Dialogue CUMHURİYET 09 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle