15 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CUMHURİYET 29MART1992PAZAR GORUŞLER "% DÜŞtŞLERİ BÜLTENİ LAZLIERAY Caçınlmaması Gereken Oyun! evgili okurlanm, dün gece Ankara'daki Yeni Sah- ne'de, Jean Paul Sartre'ın Devlet Tiyatrolan'nda ilk kez sahnelenen 'Gizli Oturum' adlı oyununu iz- ledim. f""önetmenliğini Ferdi Merter'in yaptığı oyun beni çok et- kc«ii. Modern dekorçok hoştu, oyuncular başanlıydı: Estel- le oynayan Adviye Öztürk kusursuzdu. 'Ağır bir Sartre at- msferinde biraz gerilirim, belki de sıkılınm' diye düşünerek giiğim oyundan büyük bir coşku ve heyecanla çıktım. Ferdi Mrter her şeyı tam dozunda vermiş; zor bir rol olan İnez'in alndan JclaJ özergün başan ile kalkıyordu. Adviye öz- tüc'ü izlerken heyecandan tüylerim ürperdi. tv gençsanatçı, güçlü oyunu ve etkileyid sesi ile artık etkin bifc»aşrol oyuncusu olduğunu kanıtlamış dunımda. Oyunun ad kafama takıldı. 'Gizli Oturum' olarak değil de 'Çıkjş Ydc' olarak çevrilseydi belki daha uygun olurdu. ? erdi Merter, bunu oyunun içinde yer yer vurgulamış. •yun kısaca, 'Cehennem Hûcresıne' sırayla gelen üç kişi- niı değişmez bir uzam ve durmuş birzaman içinde birbirleri- neektirdıkleri aalar ve eziyetleri sergiler. Oyunda, insan in- sann cehennemidir. Tıpkı yaşamda olduğu gibi. Hiçbir şey değşmez yani. _ _ ^ — _ _ — ^ - _ ^ — _ _ — _ ^ oyS ıSŞffinSdS Gizli Oturum'un,amatör ber benim yaşamım- tiyatTOİarca Oynaittlll da ieğişik bir rol oy b u *düşünçe oyunu'nuıı ilk kez 1992'de Devlet Tiyatrolan'nda oynanması ilginç ve sevindirici. naa Cyıllarda, Hukuk FaJultesı'nden bu- nalmştım; Cağaloğ- lu'niaki Gençlik Ti- yatıosu'na takılıyor- dun. Estelle rolünü - ^ ^ — ^ — — — — — ^ — — ilk rez orada oynamışüm. Zaten bunalımlı yıllardı. Sartre okuyorduk, içimiz sıkılıyordu. Alımlı saçlanm, o zamanki edak havam beni bir anda 'Estelle' yapmıştı! Provalan hatrlıyorum, devamlı laranan saçlanmı, şuh kahkaha- lanmı... Sonra oynayamadıkü galiba. Provalar yanm kalnıştı. Ama ben 'Estelle' olmayı hissetmiştim bir kere! Cığaloğlu'ııda öğrenci Cemiyeti'nde bir Estelle! Fakülteyi asar... Yıllar sonra ktnm Ebru aynı oyundaki Inez rolünü başan ile oynadı. Fransız Kültür Merkezi'nde onu heyecanla izle- miştım. Bir anne ile kızının bunca yıl aradan sonra amatör olarak da olsa aynı oyundaki değişik kişileri oynamalan ilginç bir yazgı gibi gelmişti bana. Işle dün gece, oyunu izlerken bir yandan da beynimin için- den bir şerit gibi bunlar geçiyordu. Amatör tiyatrolarca oynanan bu 'düşünce oyunu'nun ilk kez I992'de Devlet Tiyatrolan'ndf oynanması ilginç ve se- vindınci. Oyunun kapalı gişe oynandığını öğrendım. îzleyıdJerin çoğu gençlerdi. Duvarda mumlar yanıyordu. Kuliste oyun- cular heyecan içindeydiler. Fakat işte dün gece "gerçek" Estelle'i gördüm. Orada karşımda sahnede. Platin bukleleri, su mavisi tayyörü, sür- meden edemediği kırmızı ruju ve siyah dantel iç çamaşırlan ife Adviye Öztürk! Bir yandan Jean Paul Sartre'ın dünyası, bir yandan benim dünyam birbirine kanştılar. Uzun saçlı 'zebani' de çok iyiydi. (Aynı oyun İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda 1955 yılında oy- nanmış.) Dün gece bana anılarla ve güzel bir oyunla unutmaya- cağım bir buçuk saat geçirten tüm oyunculara, oyunda emeğj geçen herkese burada teşekkür ediyorum. Bana kalırsa, bu oyunu kaçırmayın. 60-30 YIL ÖNCE ÇXOV1HURİYET 1932: Anadolu Ajansı Birmüddetten beri Avrupa'da bulunan Anadolu Ajansı Umumîmüdürii Muvaffak B. dün Cenevre'den şehrimize avdetetmiştir. Muvaffak Bey, kendısıle görüşen bir muharririmize şu izahaU vermiştir. "- Avrupa'ya ajansa ait ve müstacel bir kaç mes'elenin halli içingitmiştim. Bunlann en mühimmi telgraf ajanslan konsorsiyomu ile aramızdaki mukavelenin tecdidi idi. Konsorsiyom 932 senesınden itibaren bizden yalnız komisyon olarak senede 10.000 lira fazla talep ediyordu. 1962:1471er Millet Meclisinde bugün, 147 öğretim üyesını vazıfelennden affeden 114 sayıiı kanunun baa maddelerini değiştiren, bazı maddelenni de kaldıran kanun teklifının müzakeresıne başlandı. İlk sözü YTP Grubu adına Yusuf Azizoğlu aldı ve konuşmasında 114sayıh kanunun çıkanlması ile üniversite muhtariyeüne vahim bir müdahale yapıldığını söyledi. TARİHTE BUGÜN MÜMTAZARIKAN FAT/H DOGUYÖR.. 'DE 8U6ÜM, M MEHME( OOĞMUfTtl. 6A8AS/ JT. Ü 4 ' MP , Btf Y£- OfNCJ HÜtcJJMPAR.(YO4, YAKfMDA, Ü LİŞ O£V&ME <3fKEC£*:rf MET, ÇOK eÜÇÜK YAfm, ÜMLÜ Ö£££TM£NLERİNİN BUNDE A/ t/E MOLLA AYAS^ BUMLA&M B G£t-MeKTEYt»•'• İSLAMf ÖĞG£TİfiJİM YANl 8/LfM V S£^£SP£/ M£t/M£T, BU Uygar bir sinema-TV îliskisî icin Dr.MEHMETAYANO Y eni tekvizyonlar ve sinema yasa- lannın hazuiandığı şu günİerde, sinema-televizyon ilişkisinin de düzenlenmesi gündeme gelmeli- dir. 1992 Türkiyesi'ndeki TV-sinema ilişki- si bir zamanlann Amerikaa ve Ahnan- yası'ndaki durumla a>Tu seviyededir. 1950'lerde Amerika'da tetevizyonun ge- lışmesi, sinema endüstnsıne ilk şoku yaşa- Ur. 195İ8'de haftalık sinema salonu seyircisi 90 milyondan 42 miJyona düşünce Holly- wood yeni arayışlara girer ve şoku atlat- mak ıçin önce elindeki 1948 öncesi çekiJen 10000filmiTVye satar (1). 1961'de TV üe ortak yapım anlaşmalanna giderek prog- ramlann %25'ini üretmeye başlar. Major- lann her biri TV için üretirn birimleri kurar (zamanla TV istasyonlanna sahip oluriar, fakat kazanç hesaplan yüzünden 1975'ten sonra satariar). 1956'da 820 miJyon seyirci ve 122 filme sahipolan Alman sinernası, te- fevizyon yüzünden 1965*16 seyircisinin %60'ını kaybeder ve film üretimi 35'e dü- şer (2). Bu ikı örnekte de görüldüğü gibi her ülkede televizyon yayınlan yüzünden sine- ma sanaünın darbe yediği bihnen bir ger- çektir. Türkiye'ye geç gelen tetevizyonun 1971- 1975 araanda sinemayı etkilemediği görü- lür. 1976'da televizyon yayınlannın, ülke- nin %48 ve halkm %67sine ulaşınca sine- maya verdiği zarar üretilen film sayısındaki düşüşte görülmeye başlar (1972: 198 fflm, 1975: 225 film, 1976: 164 film, 1977: 124 film) (3) Ne yaak ki 1971'den 1992'ye ka- dar geçen zarnanda televizyon-sinema, iliş- kisinde gerekli değişiklikler olmamışür. Teknolojik gelişmenin TV yoluyla sine- maya yaptıgı haksızlıga karşı çdcarken di- ğer sebepleri de görmek gerekli. Zira, sine- ma sanannda görülen seyirci, üreöm ve sa- k>n sayılanndaki azalma, her ülkenin sos- yo-ekonomik yapısındaki değışikJıkJerle de ügilidin Hızla gelişen şehırleşmeyle banB- yölerin çogalmaa, kültür ortambnrun şe- hir merkezlerinde kalması, tüketim toplu- munda küJtürel gereksirumin azabnası ve insanlann boş zamanlannı degerlendirme- ienndcla değişiklikler gibi. Sinematografik üretim: Salon-video- kablolu TV, TV-2, TV-dışsaûm şeklinde bir dagohm ve işletim yoluyla kariyerini ta- mamlarken 1980lerde Avrupa ülkelerinde gelişen özel ticari TVTerin diğer TV"lerie a- nırsız ve kuralaz rekabete girmeleri sine- maya yeni darbeier vurdu. Dünyada önemü sinematografik üretime sahip olan ülkelerden Italya'da birçok film "pre- miere'Terinden önce özel TVler de gösteri- lerek kariyerierini tamamladılar. Vahşi re- kabet yüzünden en kötü düşüş şüphesiz İtalyan sinemasında görüldü. Günümüzde Amerika'da ve Avrupa'da artık TVnin ortaklığı olmadan film çekimi imkânsızlaştj. Bazı ülkeJersinema veTViliş- kisini çok önceden ortaklığa dönüştür- mesini bildiler. Almanya'da 1960yıllannın sonlannda genç sinemacılann filmleri RDA ve ZDF kanallan tarafindan destek- lenerek "Yeni Alman Sinemas" ortaya çıkanldı. VVenders, Fassbinder, Herzog, Schlöndorff gibi dünya çapında yönet- menler bu sayede isimlerini duyurdular. 1962'de, Tdevizyona verilecek 1 metre O- mimiz yok" diyen yönetmenler 1970'te; 'Televizyonsuz I metre film çeküernez" şeklinde tavır değiştirdikr. 1970'b yıllania Fransa ve İtalya'da önemsiz şekilde sine- matografik üretim ortaklığınagidildi. Teievizyonher şeydenöncebir yaymststemidir. Sinemanın raldbiobnakyerine,onun çabşma vekazanma alanı vede fînansörü dmalıdır. Avrupa'da 1980 sonrasında kamu ve özel televizyonlann çeşitlenmesiyle fihnler çoğu zaman rekabeün silahı oldular ve sinema özeüıkli kanallar açıldı. Kanallar film sto- ku yaparken diğer taraftan yenifilmlereih- tiyaçarttı. Buna karşın sinematografik üre- tim gittikçe düşen bir grafık çizmeye baş- layınca, hükünîetler ulusal anemalan ko- rumak için teleyizyonlara yayın kotalan koydular ve belli oranlarda sinematografik üretime ortak kaûlım zorunluğu geürdıler. ttalya'da 1985 şubaünda çıkanlan bir ka- nunla, TV kanallannın finansmana olarak film üretunıne katılım zorunluluğu getiril- di. (4). Fransa'da 1986'ya kadar tetevizyonun sinematografik üretime kanhm payı % 11 iken, 11 Şubat 1986'da çıkan kanunla bu kaühm payı %25"eçkanldı. Kültür Bakan- hğı'nın mart 1989'da bu kanuna ilaveettiği bir kararname ite kanallarda yayımlanan film sayılanna kotalar getirildi. Sinemayı televizyon etkisinden kurtarmak için finan- sörlük payının %25'i gecmemesi gerektiği belirtilcfa'. (1) Sinema ve tetevizyon ilişkiterini düzente- yen çeşitli ülketerde görüten ömekler gibi Türkiye'de de ulusal görüntü üretiminin en önemlisi olan sinematografik üretimle tete- vizyon kanallan arasındaki ilışkikrin, ya- salarla düzenlenmesi gerekmektedir. Bu yolda yapılması gerekenleri şöyle sıralaya- biliriz: 1. Kamu ve özel TV kanallannın yıBüc yayın planlannda yer alan yerli film sayısı- nın %I5 veya 20'sinin üretimine ortak yapuna olarak kaulmalıdır. 2. Ortak yapımlarda TVnin katılım payı (ön saüm-alım payı) %25 veya 30 civann- da tutularak TVnin sinematografik üreti- me hükmetme riski önlenmelidır. 3. Sinematografik üretime birden fazla TV kanalının kaûbmı sağlanmah. Bırinci kanala ük yayın hakkı, ikinci bir kanala yayın hakkı tanınmalıdır. 4. Sinematografik yapıûn kesin versiyo- nu, yönetmenin, yapımanın ve TV ortak yapımalannın anlaşmalanyla ortaya çı- kar. TV vediğerortaklar üzerindearüaşük- lan filmin ana kahbını hiçbir şekilde boza- mazlar. Gerekli değişüdikler için tüm taraf- lann mutabakau gerekir. Filmin başka bi- çimde iştetilmesi içinyapılması gereken tek- nik değişiklikler yönetmenin kontrolünde yapılmalıdır. Tetevizyon kanallannın çoğalması, çeşit- tenmesi, tüm dünyada olduğu gibi ülke- mİ2de de sinemaya haksızhğı getirdi. Tele- vizyon, sinema salonlanna rağmen sine- manın prodüksiyonlanndan fkydalandı. . Arûk Türkiye'de de, Amerika ve Avrupa'- da olduğu gibi 'Orman Kanunu' icraannı durdurmarun ve uygar çözümlemenin za- manı geldı. Televizyon her şeyden önce bir yaym ststemidır. Sinemanın rakibi obnak yerine, onun çalışma ve kazanma âlanı ve de finansörü olmahdır. Sinema için kötüm- ser obnaya gerek yok, önemü olan bugün- küyeni ortama uyum sağlamak içingerekli önlemteri almak ve sinema estetiğinden ödün vermemektir. (1) Economıc Du Gnona Amencaın. 1985. JAug- ros. (2) La RFA et sa Tefcvıaon. Rjdıaıd Huber. 1988. (3) Tûrk Sinema Tarihı 1988. CScognamillo. (4) Les Strategıes Europeennes de TekdMnbutıon 1985 (5) Cahieıs du Cmona. Maj 1989. (*) Halen TRT adına beigesd prograralar hazuiavan Dr. Mehmet Ayan. Sortone Nouvefle-Pans III Oni- veıst£sı'nden Sinematografik Eğıtım ve Ardştuı dip- Jomaa aiöıktan sonra Sorbonne-Pans I ünıverslea'- nde. Sinema Tarihı Bölunıü'rnle yûksek hsans eğiumı yapü; dokıora dıpkımasını da St.Dera. Pans ül Üaı- verstea'nden, "Kültür Endüstna: Televizyon" tcayle aldı. SELÇUKDEMIREL HAFTAYA BAKIŞ Metrapoller ve deprem Dr. BETÜL SAYIN ŞENGEZER Yıldız Üni. Mimarlık Fak. Şehir ve Bölge Planlama Bi D eprem afetleri meydana gel- diğinde, bizi derinden sars- makta, üzmekte, konu üzerin- de yoğunlaşılmasına neden ol- maktadır. Depremler önceden haber ve- rilemez mi sonısu özellikle önem kazan- makta, sanki ümit ve çaresizliğin yanıtı bu sorunun çözümünde aranmaktadır. Gerçekten de günün birinde, belki de çok yakın gelecekte, depremler önceden haber verilebilecektir. Ancak böyle bir gelişme, ülkemizdecan kayıplannın öte- sinde, hasarlann oluşmasını önleyebile- cek midir? Günümüzde depremlerin nerelerde, hangi sıklıkta, hangi şiddetlerde olacağı biliniyor. Depreme dayanıkh yapım teknolojisi biliniyor. Gelişmiş yönetme- liklerimiz mevcut. Ancak hâlâ can, maJ kayıplan ve yapısal hasarlar oluyor. Gediz (1971), Denizli (1976),"Malat- ya-Doğanşehir (1986) depremlerinde gözienen hasarlara dayanarak hasar tahmin modelleri oluşturulmuştur. Bu modeller yardımıyla Erzincan'da 8 şid- detinde bir depremde olabilecek hasar- lar hakkında tahminler yapılabiliyordu. Yapılan bu tahminlere göre böyle bir depremde, Erzincan'da yaklaşık 8.000 yapının ağır ve ötesinde hasar göreceği belirlenmiştir. İstanbul metropolünde ve diğer yer- leşmelerde olabilecek hasarlar da tah- min edilebiliyor. İstanbul metropolünde olabilecek 8 şiddetindeki böyle bir dep- remde yaklaşık 175.000 yapının ağır ve ötesinde hasar göreceği tahmin edilmiş- tir. Yapılan araşürmaya göre 8 şiddetin- de bir depremde İstanbul metropolünde olabilecek yapısal hasarlar GSYİMH'- nin % 15'ini oluşturabilecektir. Bu ka- yıplar, bütün ülkede inşaat sektöründe yaratılan üretim değerinin yaklaşık iki katıdır. Türkiye'de nüfusun büyük bölümü (1985'te % 53.1) 1. ve 2. deprem bölge- sinde yaşamakta, bu bölgede nüfus da- ha hızlı artmaktadır. 1. ve 2. derece dep- rem bölgesinde yaşayan nüfusun % 50 - si de nüfusu 500.000'i aşan kentlerde bu- lunmaktadır. En fazla göç olan 4 metro- polden 3'ü 1. ve 2. derece deprem bölge- sindedir (îstanbul-lzmir-Bursa). Bütün bu gelişmeler 2010 yılında kent nüfusun un kır nüfusunun 2.5 katı olabi- leceği, bunun yanı sıra 1. ve 2. derece deprem bölgesinde bu oranın 4'e ulaşa- bileceği beklentisini doğurmaktadır. Deprem afeti sorununun çözümünde en önemli faktör planlamadır. Ülkeve bölge fiziksel planlan hazırlanmalı ve de bu planlarda deprem faktörü dikkate alınmabdır. Bütün bu veriler ve yaşananjar, dep- rem sorununun, teknik bir sorun olma- nın ötesinde sosyal, ekonomik bir sorun olduğu ve çözümünün yalnızca yapı ba- zında ele alınmasının yeterli olamayaca- ğı gerçeğin] vıırguluyor. Sorunun çözümünün başlaması, ko- nunun gerçekten öneminin kavranması- nı, yaralar sanldıktan sonra gerektiri- yor. Yerleşmelerde olabilecek hasarla- nn azaltılması, zamana bağlı olarak hem yapılann hasar görebilirliğinin hem de toplam yapısal değerlerin değiştiril- mesi ile mümkündür. Hasar görebilirli- ğin değiştirilmesi, arazi kullanım planla- nnda gelişme alanlannın uygun zemin koşullannda seçilmesi veplan kararlan- nın zemin koşullanna göre üretilmesi, yapısal önlemlerle; yerleşmelerin top- lam değerlerinin (yapısal, ekonomik, ta- rihi ve kültürel değerleri) değiştirilmesi ise makro ölçekte deprem faktörünü dikkate alan kentleşme ve yerleşme poli- tikalan ile mümkün olacaktır. Kısaca, deprem afeti sorununun çözü- münde en önemli faktör planlamadır. Ülke ve bölge fiziksel planlan hazırlan- malı ve de bu planlarda deprem faktörü dikkate alınmabdır. Deprem tehlikesinde bulunan metro- pollerde olabilecek hasarlann büyüklü- ğü ve ülke ekonomisi içindeki yerleri dü- şünüldüğünde, öncelikle bu bölgelerden başlamak üzere, aynntılı zemin özellik- lerini içeren mikro bölgelendirme hari- talannın hazırlanması gereklidir. Bu tür haritalar afetin etkilerinin azaltılması yönünde, arazi kullanım kararlannın alınmasında gerekli olan en önemli araçlardır. Deprem bölgelerinde kat adetlerinin az tutulması, hem güvenlik acısından hem de ekonomik planda yararlıdır. öte yandan, tecrübe ve bilgi birikimi- nin oluşması, deprem anında yapılacak araştırmalar ile mümkündür. Bu biri- kimler afet etkilerinin azaltılması konu- sunu ve afetle başedebilmenin yoîİarını aydınlatacak, pek çok ekonomik önle- min ortaya çıkmasına olanak sağlaya- caktır. Bu acıdan, kurtarma çalışmalan kadar bilimsel araştırmalann da üzerin- de durulması, uzmanlara araştırma ola- naklannın yaratılması önem taşımakta- dır. AHMETTANER KISLAU Panikleme Hakkı Olmayanlap İ ki gerçeği -daha uzunca bir süre- birarada düşünmek ve bir an bile unutmamak zorundayız. Türkiye çok ağır iç ve dış sorunlarla karşı karşıya. Çığ, grizu patlaması, deprem ve Güneydoğu sorunu- nun ulaştığı boyutlar, ekonominin üzerindekı yükü daha da agırlaştırmış dunımda. Almanya, Suriye, İran, Irak, Libya ve hatta Suudi Arabistan gibi ülkelerin verdiği destek ise te- rör sorununun çözümünü zorlaştınyor... Bu, birinci gerçek. Sağda ve solda geniş bir tabanın uzlaşmasını yansıtan bu- günkü hükümetin, görünür bir gelecekte, daha geçerli bir seçeneği bulunmuyor. Ne başka koalisyon formülleri akla yakın ne de erken seçim bir çözüm. Zamana karşı bir yanş- ta, işe sıfirdan başlamayı gerektirecek hiçbir formüle yer yok. Bu da, ikinci gerçek. Koşullann ağırlığı, hükümete ve olaylara yaklaşırken, bu iki seçeneği akıldan çıkarmak lüksünü kimseye vermiyor. Ne muhalefete ne Çankaya'daki baş muhalife ne de bası- na... • • • "Kapitah'st iletişim, normal zamanda yurttaşlan uyut- mak, galeyan halinde olduklannda da onlan kışkırtmak eğilimindedir. Oysa normal zamanda yurttaşlan uyanık tutmak, kızgınlığa kapıldıklannda da yatıştırmak gerekir." Duverger'nin bu sözleri, sadece basm için değil, siyasal rekabet ortamı için de geçerlidir. Oysa, Nevruz olaylan karşısında Başbakan'da görmedi- ğimiz paniği, neredeyse -dünün Başbakanı olan- ana muha- lefet liderinde gördük. Olayı abartan, dunımu olduğundan vahim gösteren, hırçın bir yaklaşım, bu koşullar içinde ne ülkeye ne de kendisine bir şey kazandırdı. (Tıpkı, o havaya kendini kapüran Sayın İçişleri Bakanı'na da çok şey kay- bettirdiği gibi...) Sayın Demirel'in geçmişte zamanın iktidanna yönelttiği ölçüsüz eleştiriler, herhalde bugünkü muhalefetin benzer bir tutumunu haklı _.___^«^__^____._^_^_—^— İşin içinde olanların, zaman zaman yorgunve sinirli obnalan gosteremez. Basın da olaylan, ne abartarak ne kü- çülterek, gerçek bo- yutlan içinde ve so- ğukkanhhğmı yitir- a n ıa < 5,ıa hilir a m a olavlarameden vermek zo- anıaş«a Diur, ama oıayıara rundadır. 60 bîn kişi- dışarıdan bakma rahatbgı nin yaşadığı bir kent- içindekilerin, yangma körükle gitmelerinde hoşgörülecek bir yan olamaz. te, çoğu para ve silah zoru ile toplatılmış, yansı kadın ve ço- cuk olan 4 bin kişinin yüriiyüşünü "halk ayaklanması" gibi < gösterecek anlatımlar ne ölçüde gerçekçi sayılabilir? Peki hükümetin hatalan yok mu? Var elbette. Örneğin, Almanya'ya karşı kamuoyunda yaratılacak bir duyarlıhğı baskı öğesi olarak kullanmak ve bu amaçla bası- na bazı ipuçlan vermek doğru... Ama, Başbakan'ın ağzın- dan, suçlama arilamına gelecek bir açıklama yapmak hatah. Eğer o açıklama, sonuçlan hesaplanarak yapıldıysa, bu ktz de tepki karşısında hemen gerilemek, özür diler duruma düsmek yanlış. örneğin, Başbakan'ın bir danışmanının ağzından, asker- lerin sivil otoriteye tam uymadıklan için olaylann büyüdü- ğünü söyletmek doğru ise bunun gereğini yerine getirip so- rumlulan görevden almamak hatalı. Eğer o açıklama, sadece bir boşboğazlık ürünü ise bu kez de o danışmanın görevine son vermemek yanlış. • • • Böylesine zor günlerde, tüm sorumluluğun yükünü sırtla- nnda duyanlann soğukkanlılıklannı korumalan zordur, ama çok yararhdır. Muhalefetin ve basının soğukkanlılığını koruması ise çok daha kolaydır ve o nedenle de aynı ölçüde zorunludur. İşin içinde olanlann, zaman zaman yorgun ve sinirli ol- malan anlaşılabilir; ama olaylara dışandan bakma rahathğı içindekilerin, yangına körükle gitmelerinde hoşgörülecek bir yan olamaz'. Hele, yıpratılacak olan kişi ve kurumlann yerine hemen koyabileceğiniz geçerli çözümleriniz yoksa... Hele, daha düne kadar o sorumluluğu siz taşımış ve Gü- neydoğu bölgesinde devletin gündüz var o!up gece olmadı- ğını itiraf edecek bir çaresizlik içinde görevden aynlmışsa- nız!.. OKURLARDAN M Geri iade edfldi" Sayın baylar, bir ara bir/birkaç (?) muhabiriniz haberlerinde, "geri iade edildi" gibi gazetecilerin yapması kabul edilemeyecek bir hatada inat ediyordu. Tam bu konunun kapandığını sandığım sırada, bazı yazarlarınızda ve muhabirlerinizde yabancı sözcük merakı yaygınlaşmaya başladı. Doğru kullanılsa belki kabul edilebilecek bir "iptila" bu. Ama bunun böyle olmadığını gösteren Uç acıklı Örnekle sizi uyarmak zorundayım: 1. örnek: 2.03.1992 tarihli Cumhuriyet'in 5. sayfasmda Ahmet Tan'ın "Aynası Ankettir Kişinin" başlıklı yazısı, "Demirel'in fon kâğıdı" veya "Pas-partüsü" olmuştur. Sayın Tan, yukandaki gibi yanyor. Fransızca yazırtu "passe partout", okunuşu "paspartu". Bu bileşik sözcük ya özgün yazımıyla ya da okunduğu/söylendiği gibi yazılsa, birleştirme çizgisi fîlan kullanılmasa... "Çerçevecim de pasparttt diyor. öyle Türkçeleşmiştir" mi denecek özür olarak!.. Bir sözcükte iki yanlış olur mu! 2. örnek: 2.03.1992 tarihli Cumhuriyet'in 12. sayfasında Bülent Tanör'ün "Türbana Dolanmak" başbkh yaası: "Siyasal yerindelik (opportunit)". Sayın Tanör, "siyasal yerindelik" diye yazıyor, ama kafasındaki deyirn bu değil, herhalde "opportunity". (Gazetede "opportinit" diye basıldığı için bunu ancak tahmin edebiliyorum.) Yani yazar, yabancı bir dilde düşünüyor, Türçeye çevirerek yazıyor. Ama Türkce çevirisinin kafasındaki kavramı tam dile getirdiğinden de emin olmadığı için ayrac içinde Frenkçesini de yazmaktan kendini alamıyor. (Buradan, bu işi inatla ve saygısızca yapan öteki bir sttrü yazara da sesleniyorum: "Türkçesini anlayamadıysaıuz, ayraç içinde Frenkçesini de veriyonım, onu anlarsınız" demeye getiriyor ki, emin olsunlar, kendilerini okuyanların büyük bir çoğunluğu anadillerini onlardan daha iyi biliyor ve böyle kompleksleri de yok. 3. örnek: 3.03.1992 tarihli Cumhuriyet'in 1. sayfasında Fatih M. Yümaz'm "Alaton Ermenileri Bırakü" başlıklı haberi: "Oldu bitti" (faith accomply"). Burada muhabir, anlaşılan Dışişleri'nin açıklamasında da kullamldığı için basına yansıyan (ban gazeteler doğru şeklini kullandılar) bir Fransızca terimi Ingilizceleştiriyor! "Fait accompli"" şekJinde yazdıp, "fetakompli" diye okunan bir deyimi "faith accomply" yapıyor! Yalnız, bu iki lngilizce sözcüğün bir araya niçin gelerek neyi ifade ettiği bir sır olarak kalıyor! Belki "accomplished fact" demek istiyor, ama absurd yolu tercih ediyor ve absurd'leşiyor... Cumhuriyet'in boykot şantajına direnmesi ve -daba güzel günJere ulaşması dileğûnle. HALUKTURAT (Almanya)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle