27 Aralık 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
27 MART 1988 CUMHURİYET/7 Barışa bir şans daha tanıyahm Brüksel'de bir seminer yapıldı geçen hafta. 'Laik Yahudi Merkezi'nin düzenlediği bir seminerdi bu ve adı da "Barışa Bir Şans Tanıyahm" idi. Seminerin temei özelliği konuşanların kişiliğiydi. Filistinlilerin çok acılı ve çok akılcı sesi ise Kudüs'te yayımlanan "El Fecr" gazetesinin başyazarı Hanna Siniora'dan geldi: "Bütün ölüler için ağlıyorum. Ölen Filistinli evlatlarım ve masum Israilli çocuklar için ağlıyorum." HADtULUENGİN BRUKSEL Musevi yazar Elias Canetti, henüz Türk olan Rusçuk'taki çocukluk anılarından söz ederken "Stambuli'den gelen güzel eJmalar" şarkısını hatırlar ve Bulgaristan'm muhtariyetinden sonra dahi, pogromlara karşı bir tedbir oluşturması için ailenin Osmanlı pasaportu kullanınayı sürdürdü|anü kaydeder. Çünkü Yahudiler, mirasçısı olduğumuz büyük imparatorluktaki diğer bütün milletler gibi, Hıristiyan imparatorluklarla karşılaştınlamayacak bir hoşgörü ve özerklik ortammda yaşamışlardır. Hıristiyan bir yargı olan "antisemitizm" genel olarak Müslüman toplutnlara, özel olarak da Osmanlı toplumuna yabanadır. Batı'nın bu konuda Doğu'ya vereceği bir ders mevcut defildir. Buna karşılık, on dokuzuncu yüzyıl milliyetçiliği ve ütopik sosyalizmi çerçevesinde değerlendirilmesi gereken Siyonizme paralel olarak, aynı dönemde, Osmanlı Musevi cemaati içinde çok ilginç gelişmeler ortaya çıkmıştır. Selanik Mason locasının etrafında doğan Ittihat ve Terakki' nin Hderlerinden biri Emmanuel Karasu Paşa'dır. Ziya Gökalp'in "Pantürldst" ideolojisine gönül verip, "kızıl d m a " y ı aramaya koşanların başında Moiz Kohen, natnı diğer Tekin Alp gelir. Bunun tam terst kutupta, Şefik Hüsnü'nün TKP'si içinde de pek çok Musevi yer almıştır. Dolayısıyla tsrail düşmanlığından ve "din kardeşiigi" istismanndan yola çıkararak en âlâsından antisemitizm yapanların iddia ettiği gibi, Osmanlı ve Türkiye Yahudileri, hiçbir zaman yekpare bir biçimde "Siyonizmin ajanı" olmamışlardır. Kaldı ki, Yahudi düsmanlığı, evrensel insanlık değerlerine olduğu kadar, .mirasçısı bulunduğumuz imparatorluğun geleneklerine ve genel Müslüman adabına da ters dtişeı. Geçen hafta sonu Brüksel'de, çok önemli ve belki de tarihi nitelikte bir seminer vardı. "Laik Yahudi Merkezi"nin "Barışa Bir Şans Tanıyalım" adı altında düzenlediği ve AT Komisyonu sorumlusu Claude Cheysson'un hamiliğini yaptığı bu seminerde, tsrail işgali altındaki bölgelerdeki son olaylar ele alındı. Ortadoğu'da Yahudi Arap ikileminin nasıl çözümlenebileceği üzerinde duruldu. Fakat seminerin temel özeltiğini, tartışmaya katdan şahsiyetlerin niteliği oluşturuyordu. Filistin Kurtuluş örgütü ile lsrail arasındaki her türlü diyalog TelAviv'in resmi ideolojisi tarafından yasaklanmış olmasına rağmen, lsrail "esteMishment" ına mensup ve marjinal olmayan çok önemli isimler, tarihte ilk kez, açıkça FKÖ yanüsı olduklarını söyleyen Filistinlilerle aynı masada tartıştılar. Bunlar arasında eski Dışişleri Bakanı Abba Rban, eski Adalet Bakanı Haim Zadok ve eski MOSSAD şefi General Yehosafad Harkabi vardı. Filistinlilerin çok acılı ve çok akılcı sesi ise Kudüs'te yayımlanan " E l Fecir" Gazetesi'nin başyazan Hanna Siniora'dan geldi. Ancak daha seminer düzenlenmeden her iki tarafın da "şahinleri" ortalığı velveleye verdiler. İsrail elçiliğirun güdümündeki Yahudi radyo istasyonu "Radio Judaica", seminerin İsrail'e ihanet anlam::. geldiğini iddia eden yayınlar yaptı. Gazetelerde çarşaf çarşaf ilanlar çıkarttı. "Kan ve ateşten" söz eden Arap öğrencilerin bir bölümü de Yahudilerle aynı masaya oturmanın Filistin'i satmakla es olduğuna dair bıldıriler dağıltılar. Mollalar, sanki onların fıkri sorulmuşmuş gibi, cuma namazında Faslı işçilere verdikleri vaaziarda, seminerde konuşacak Arapların kâfir olacağını yumurtladılar. Seminer "şajıinlere" rağmen yapıldı. Gazeteciler, televizyoncular. Hanna Siniora'nın, "Bütün ölüler için ağlıyorum. Ölen Filistinli evlallanm ve masum İsrailli çocuklar için ağlıyorum" sözunu kaydettiler. Abba Rban'ın "FKÖ'yü tanımayan bir İsrail hiçbir zaınan Filistin gerçeğini de tam olarak tanıyamayacaktır" sözünü kaydettiler. General Yehosafat Harkabi'nin, " O r t a d o g u ' d a FKÖ'yü dışlayan bir çözüm mevcut degiıdir. Filistin haikı ile müzakereye olurmak, FKÖ ile miızakere masasına oturmaktır" sözunu kaydettiler. Her iki tarafın da şu ya da bu şekilde, bağımsız bir Filistin devletinin şart olduğu konusunda ilke birliğine vardığını görduler. "Banşa Bir Şans Tanıyahm" semineri, resmi ideolojiye rağmen, çoğulcu bir İsrail toplumunun ve çoğulcu bir Yahudi cemaatinin var olduğunu, er geç Filistin halkının meşru temsilcisi ile diyalog kurulacağını ayan beyan ortaya koydu. Barışa şans tanıyahm ve Yahudi düşmanlığına şans tammayahm. BrükseVden Sterting'den New York'tan Sivri köşeler törpülendi bile LEYLA TAVŞANOĞLU STERLING/İSKOÇY A Hava bir açıp, bir kapıyor. Uçsuz bucaksız bir yesillik. Her yan çayırla kaplı. Ne yana dönseniz ağaçlar. tskoçya'nın Sterling kenti yakınlanndaki Dunblane burası. Garip bir güzelliği var. Arada bir ince ince yağan yağmur, koyu gri gök bile insanın içini karartamıyor. Bmaların çoğu geçen yüzyüın sonu, bu yuzyıhn başı mimansine uygun yapılmış. Evler sanki birer saray yavrusu. Bahçelerde, sokak kenarlarında ciçekten geçilmiyor. Ama ağaçlar hepsinden önemli. Ağaç fakiri bir bölge olarak bilinen tskoçya'da şimdi devlet ağaçlandırmayı özendirmeye başlamış. ö y le ki büyük toprak sahipleri ne kadar çok ağaç dikerlerse o kadar çok vergi indiriminden yararlanabiliyorlar. O nedenle ağaç dikme merakı almış yürümüş. tskoçya'da son zamanlarda ağaç çokluğunun bir hikmeti de meğer buymuş. Ingiliz Tudor sülalesinin hışmına uğrayıp genç yaşta ıdam edilen İskoçya Kraliçesi Mary Stuart'ın ulkesi burası, hem Ingihere'ye bağlı hem de kendi küçük dünyasmı sırurlı bir bağımsızlıkla yaşıyor. tngiltere ile tskoçya arasındaki kanh savaşlan hatırlayarak İskoç halkının hâlâ atak, sert savaşçılar olup olmadığını sonıyorum bölgenin yerlilerinden birine: "Artık sivri köşeler törpülendi" yanıtını veriyor. Ancak işin en ilginç yanı, 1950'li yülann başında tngjltere Kraliçesi taç gjydiği ve tahta oturduğu zaman Iskoçya tacı kendisine verilmemiş. Kraliçe Elizabcdı'in iskoç Kraliyet Tacı'nı takma hakkı yok. Bütün bu çelişkilere karşın bir tskoç ve bir tngiliz sofra başında oturup ciddi ciddi kraliyet ailesi fertlerinden hangisînin görevini daha f azla hakkıyla yerine getirdiğini tartışabiliyor. Prenses Anne'in geçmişte başanlı olamadığını, ama şimdi daha guler yuzlü ve etkin bir görilnume sahip olduğunu ciddiyetle savunabiliyor tskoç. Her neyse, burada amacım lskoçlarla tngilizler arasında yüzyıllar süren, azaltılması olası gibi görünmeyen düşmanhğın nasıl ustesinden gelinebildiğinin nedenlerini, niçinlerini irdelemeye kalkışmak değil. Esas olarak neler gördüğümü anlatmak istiyonım. örneğin lskoçya'ya geldiğimde karşıma acaba "Kflt"ü (geleneksel tskoç eteği) erkekler çıkar mı hâlâ diye merak ediyordum. Bunların çok daha kuzeyde, o da kırsal alanda giyildiğini, ama artık Edinburg, Glascow ve bu çevrede gezdiğimiz Callender, Crieff, Dunblane, Gleneagles gibi kentlerde sadece turizmcilerin "Kilt"ü erkekleri tanıtım amacıyla rehber olarak turistlerin yanına kattıklannı öğreniyorum. Bunu bizzat da yaşadım. tskoçya'da son yıllarda satomsu eski evler bozulup otel haline getiriliyor. Beş bin, yedi bin arlık araziler üzerinde kuruluyor oteller. Adlanna da "Prestige H o t d " deniliyor. Çok üst düzey zenginlerin, sözün daha açığı görgüsü, inceliği olan zenginlerin rağbet ettiği "kalite satan oleller" bunlar. Yemeklerinin bile "ptasrik" izlenimini uyandırdığı, konuklarına özel hizmet, özel ilgi götürmekten çok uzak kalan otel zincirlerine bağlı kuruluşlarla hiçügileri yok. Bunlardan birine öğle yemeği için gidiyoruz. sokak kapısında lacivertli, yeşilli "KUC'i, başında tüylu, pomponlu tskoç şapkası, bacağında diz bovu çoraplanyla iri kıyım bir tskoç gayda çalarak karşılıyor bizi. Otelin bahçesi bir cennet. Tavuskuşlan otların üzerinde salına salına yürüyor. Gerçekten otelin her hizmeti müşteriye dikkat ve incelikle götürülüyor. tşin ilginç yanı tskoçya'nın bu "Prestij Otelleri"nin hâlâ jet sosyetenin önemli bir kısmı tarafından tam keşfedilmemiş olusu. En azından henüz fazla rağbet görmüyorlar. Bunun bir nedeni olarak dört mevsim iklimin çok yagışlı ve serin olması gösteriliyor turizmciler tarafından. Bunun yanında büyük araziler üzerinde bulunmalan golf meraklısı müşterilerinin işine yarıyor. Çünku arazinin önemli bölümü golf sahalarına ayınlıyor. Bazılarında üç dört de tenis kortu var. Avcıük turizmini de özendiriyorlar. Prestij oteUerin içleri bir âlem. Tavanları oymalı, duvarları bütünüyle tahta kaplama. Akşam Ustü çayınızı evin kütüphanesinde geleneksel salatalıklı sandviçler, keklerle sunuyorlar size. Avizelerin hepsi kristal. Ama insanın gözüne batacak, kaba bir görkemleri yok. Her yerde ince bir zevk göze carpıyor. Servisler gumüş. Tabak, çanak ince, antika porselen. Bu tür evlerin prestij otel haline getirilmesinin nedeni tkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ekonomik koşullann ağırlaşması ve binlerce dönümlük topraklar ve onlarca odalı bir evin masrafını ailelerin bu koşullar yüzünden kaldıramaması olmuş. Ağır veraset ve intikal vergileri de üstüne gelince önce evleri müze gibi turistlere açmışlar, sonra da otel işi daha kârlı gelmiş. Evierini otele çevirenler, İngiliz turizm örgütünden (BTA) belli oranda hibe yardımı da alıyorlar, düşük faizli kredi de. İşte böyle... Artık İskoçya'da malikânesi olan ailelerin hemen hemen hiçbiri buralarda oturmuyor. Çok özel hizmet ve iyi yer meraklısı cebi dolu turistler de bu sayede bu malikânelerin havasında biraz olsun eski İskoçya'yı yasama olanağı buluyorlar. Mînimal duruşma "O/an şw Ben sanatçıyım. Karım da. Kimin daha ünlü olduğunu tartıştık aramızda. Oyatak odasına gitti. Ben de peşinden gittim. Sonra o pencereden gitti" dedi. Ve tabii tutuklandı. ŞEBNEM ATİYAS ~~ NEW YORK Mercer Sokağı 300 nunıarada 34 E'nin kapısını çaldıklarında, polisler karşılarında saçı başı dağılmış, gözleri yuvalarından fırlamış, burnunun Ustünde halen kanayan tırnak iziyle ne yapacağmı pek kestiremeyen bir adam buldular. "Bittim artık, kanm gitti, böyle bir şey olduğuna inanamıyorum, bu bir trajedi, cllerimi yıkayabilir miyim?" Bunlan söyleyen adam, yapıtları dünyanın dört bir yafıındaki en önemli müzelerin başköşelerini süsleyen ünlü Amerikalı minimalist heykeltıraş Carl Andre idi. Polislere anlattığı hikâye, o sırada 32 kat aşağıda Delion bakkalımn çatısmda ölü olarak yatan karısı Perulu heykeltıraş Ana Mandietta'ya ilişkindi. "Olan şu; biz ... kanm sanatçıdır, ben de öyle. Benim daha ünlü olduğu ma dair bir lartışma geçli aramızda. O yatak odasına gitti. Ben de arkasından gittim. O pencereden gitt i . " Polisler bu hikâyeden sonra Andre'yi tutukladılar. Andre New York sanat eevresinin en ileri gelenlerinden biri olduğu için arkadaşları tarafından anında toplanan 250.000 dolarlık kefaletle serbest bırakıldı. Andre'nin mahkemesi, iki buçuk yıllık bir soruşturmadan sonra 29 ocakta başladı. New York sanatçılannın, muze organizatörlerinin, sanat tüccarlannın, eleştirmenlerin ifade verdikleri dokuz günlük mahkemede, sanat, felsefe, Ana Mandietta'nın yetenekleri, minimalizm, sosyal iliskiler tartışıldı ve sonunda jüri AnSre'yi suçsuz buldu. Carl Andre, İsveçingiliz kökenli bir isçi aileden gelen, 1970'te " G ü genheim Müzesi"nin onun için açtığı sergiden sonra minimalist heykel sanatında, adını sanat tarihi kitaplarına geçiren bir heykeltıraş, Öyle ki Andre'nin eserlerinin olduğu bir galeride bir eserini dahi sergilemek New York'a gelen genç heykeltıraşların en büyük rüyalarından biri durumunda. 1980'lerden itibaren Andre'nin bütün çahşmaları sadece ABD'de değil, Avrupa'da da pek çok müze ve galeride sergilenmeye başlandı. Tabii eserleri de yuz binlerce dolara satılıyor. Mahkeme karanndan bir gün önce Andre'nin eserlerini sergileyen ve pazarlayan Paula Cooper, Madrid'de Palacio de Crislal'de sadece Andre için bir sergi açtı. Sergideki eserlerin fiyatlan 4000 ila 250.000 dolar arasında değişmekteydi. Andre'nin bir baska özelliği ise aktif bir Marksist oluşu. Sanat işçileri koalisyonu, kültürel değişim için toplanan sanatcılar gibi radikal gruplar içinde aktif olarak çalışan Andre, 1973'te "anliNixon" protestolarma 50 kilo peynir ve 25 kilo ketcap ile yaptığı heykelle katılmıştı. New York'un "kural dışı sanat akımlanm" banndıran " S o h o " çevresinde, "kurumsallaşmaya" karşı mücadeleye de aktif olarak katılanlardan biri Garl Andre. Kendisinden 14 yaş küçük olan karısı Ana Mandietta ise Carl Andre'nin tam tersi Kübalı aristokrat bir aileden geliyor. Meksikalı ressam Frida'yı kendisine örnek alan Mandietta, Andre gibi başarılı bir heykeltıraş degil. Andre'nin çabalarma rağmen yaşadığı zaman çalışmalannı fazla sergileme imkânı bulamayan Mandietta. "intihar >a da cinavelinden" sonra ISe» Museum of Conlemporary Art'da bir sergi sahibi oldu. Sergısinden sonra " A r t Forum", "The New York Times", "The Village Voice" hakkında son derece olumlu eleştiriler yayımladılar. Mahkeme devam ettiği sürece Mandietta'nın sanat dünyasının ye> mekli partilerinde, açılışlarda. sergilerde, gosterilorde sanatçılar sanki 8 Eylul 1985 sabahı 300 Mercer Sokağı'ndaymışcasına Andre'nin ya da Mandietta'nın yanım tuıan lartışmalar yapdlar. Kinıileri Mandiella'nın "öldürülen feminisl üçüncü dünjayı" teııısil ettiğini, kinıileri Andre'nin " b i r Amerikan minimalisti olduğu küdar romantîk bir SÜnatçı olduğunu, Irajik bir Ooslotyevski lipini andırdığını, işçi sınıfı geçmişine rağmcn Amerikan hül>aNinı gcreeklesliren bir ha>alı lemsil eltigini" öne ^urd^ıl^;r. Ancak minimalist olsun olnıasın kııııse 8 eylıil sabahi 5.30'da MK) Mercer Sokağı'nda 34. kalta olup biıeııleri oğrencıncdi. Eskıden bir Oolu tannmız varrji Sımdi artfk bir tanç «^ a Herpazar. onun yanındayız. Apia'dan OTICL, Bizim eskiden iki tür tannmız vardı. Bir grupta 'üst düzey tanrıları' vardı ki, her biri bir köyü denetlerdi. Ötekiier ise 'alt düzey'yani 'içişleri tannları'ydı. Yirmi kadardılar ve her birinin görevi bir aileyi korumaktı. Derken beyaz adamlar geldi... 'içişleri tanrısı' dedik NADİR PAKSOY APİA Kainat Tannsı 'Tangoala' bir gün boşlukta başı boş dolaşmaktan sıkıldı ve kendine oturabileceği bir yer yarattı. Burası bulutların çok çok ötesindeydi, o nedenle de adını 'Bulutsuz Cennet' koydu. Ancak bununla da yetinmedı, 'Bulutlann altında da bir mekânım olsun' dedi ve 'Yerküre'yi yatattı. Sonra günlerden bir gün 'Bulutsuz Cennet'ten asağıya iki iri kaya fırlattı. Bunlar gitti gitti, uçsuz bucaksız bir su kütlesinin tam ortasına takılıp kaldı.. Kainat Tanrı bu iki kaya parçasma 'Moa' adını verdı, yani 'Yerkürenin Ortası'.. Gel zaman git zaman günlerden bir başka gun bu kayalar yerküreyle evlendi. Bu evlilikten yerküre ana biri erkek diğeri kız iki çocuk doğurdu. Erkeğinin adını, 'Moa'nın yani 'Yerkürenin Ortası'nın kutsal oğlu anlamına gelen 'Sa' koydular ve işte 'Samoa' böyle meydana geldi.. Kız çocuğunun adına da 'Lu' dediler. tnsanlık da 'Sa ile Lu'dan oluştu.. Her toplum kendi dinini, her kişi de kendi tannsıru yaratır ya, bizim de kendimize gore bir din : miz, efsanelerimiz ve tannlarırmz vardı. Dinimizin temeli ruhlara dayanırdı, adına 'Anganga' derdik; tannlarımızın sayısı ise oldukça kabanktı. Ama belli buşh iki küme altında değerlendirirdik: tlki 'Üst Düzey Tanrıları' ki bunlar elli civanndaydı ve her biri bir köyü denetlemekle yükümlüydü. Öteki kumede yer alan tanrılar ise 'Alt Düzey' veya 'İçişleri Tannlan' olarak rütelendirilirlerdi. Sayılan yirmi kadar olan bu tannların kimi kertenkele, kimi baykuş, kimi köpekbalığı, kimi de kırkayak şeklinde bize görünür ve her biri bir aileyi koruyup kollardı, yani her aile kendine bir 'İçişleri Tannsı' bellemişti.. On binlerce yıl işte böyle geçip gitti; taa Vi yine günlerden bir gün, sizin hesaba göre galiba 1830 oluyormuş, Londra diye bir yerden kalkıp gelen bir beyaz adam, Barış Habercisi" adındaki teknesiyle kıyılarımıza ayak basana dek.. Her ne kadar sizler buralara "Yeryüzü Cenneti' diye bir isim yakıştırdıysanız da sonradan, doğrusu o yıllarda cennetlikle pek uyuşmayaeak olaylar, sülaleler arası bitmez tükenmez kavgalar sürup giderdi ve aramızda kalsın, ama şunu söyleyeyim sıradan halk bu kavga gürultüden gına getirmişti artık.. İşte John V illiams adlı V bu kişi ki öncü bir din adamıymış, allem edip kallem ederek o zamanın en ulu reisi Malietoa'nın aklını çelerek kendi dinine dondürmeyi başardı: 'Sizler ancak İsa'nın ısığıyla birbirinizi yemeklen >azgeçip huzura kavuşursunuz' diyerek... Halbuki bizdegüneş ışığı fazlasıyla boldu, baska herhangi bir ışığa hiç gereksinmemiz yoktu, ama 'beyazadam'ın dili, gucu, sihiri ağır bastı ve olanlar oldu işte.. Orada ne "Üst Düzey' ne de 'İçtşleri Tannlan' kaldı. Bize tek bir Tanrı olduğunu, dünyanın taa obür ucunda (dunyanın öbür ucu da mı varmış ki, sonsuz maviliklerin ötesine ulaşılır mıymış ki?..) Nazaret denilen bir köyde yaşamış İsa adındaki sakallı genç bir adamın da Tanrı'nın oğlu olduğunu ve de onun öğrelilerinden gayn başka bir din olmadığını belletiiler.. Allak bullak olduk, vurgun yemişe döndük. On binlerce yılın birikimi inancımız, duzenimiz gıiti, yerine İsa'nın çarmıha gerili heykeli, 'misyoner' denilen yüzü bir türlü gulmez. beyaz gömlekli, siyah boyunbağlı, kızı saçlı, çilli uçuk benizli, katı kurallı adamiar, dizi dizi tahta sıralı beyaz badana du\arh. yürek hoplatan çanlı yapılar (şimdi bunlardan on hanelik koyde bile en azındarfiki üç tane vardır) çıkageldi.. Ve ardı arkası kesılıneyen \aazlar.. llk şaşkmlığınıız daha burada başladı zaten. Nasıl oluyor da Tanrımn oğlu mıhlanıp öldurulebiliyor'.'.. Haibukı bwıic Tann ogullarını değil öldimnew kalkışmak, yanına bile yaklaşamazlar, dokunamazlardı ve en onemlisi bunlar zaıen olmezler, olemezlerdi... Vee.. tşin sonrası hasır söküğü gibi geldi.. Her biri haçlı seferlerindeki kadar şen, coşkulu, inançlı ve kararlıydı.. Kimler yoktu ki.. Katolikler, Anglikanlar, Protestanlar.. Haydi bunlan anladık da ya şunlara ne demeli: Yedi Güncüler, Mormonlar, Metodistler, İsa'nın Kilisesi, Köngregasyoncular. ve daha sonra da Yehova'nın Şahitleri, Bahailer... 'Sonradan görme puttan donme' misali İsa'dan çok Hıristiyan olduk ve bugtmtetr geldik.. Atina'dan Ifenî bir güç Yunanistan, son günlerüe yeni birazizi doğurmak üzere. 1979 yılında kanserden ölen 30yaşında birdoktor, ölümünden sonra yarattığı "mucizeler" nedeniyle neredeyse kilise tarafından aziz ilan edilecek. STELYO BERBERAKİS ATİNA Hıristiyan dünyada kullanılan özel isimler vakti zamarunda ermiş olan kişilerin isimleridir. Her biri birer aziz, birer melektir. örneğin "Yeorgios" adı, İsalı yıllarda hastaları iyileşıirmek üstün yeteneği olan " Azui Yeorgios" dan kaynaklanıyor. Azizi Yeorgios Katoliklerde "St.Georgt", Ortodokslarda "Agkıs Yeorgios" olarak anılır ve her kilisede bu azizin bir ikonu bulundurulur. Adına adaklar yapılır ve haslaları iyileştirmesi için dualar okunur. Nikolaos Katoliklerde " S t . Nicholas" Ortodokslarda "Agios Nikolaos" olarak anılır. Bu aziz denizle uğrasanlann koruyucu meleğidir. Çünkü ölümünden sonra azizlesen Nikolaos'un kendisi de denizcilik yapmış ve birçok mucizeler yaratmıs. Azize Barbara da Yunan silahlı kuvvetlerinin topçu birliğinin koruv'ucu meleğidir. Arna Azize Barbara'run o dönemde topçulukla ne ılgisi olabilirdi bellı değil. Geçen gun Yunanistan 25 Mart 1821 ulusal gunünü kutladı. Yunanistan bu tarihte yani 167 yıl önce Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmasından sonra bağımsızlığını kazanmıştı ve 25 mart günu Azize Barbara aduun kullandığı gun olduğu için, topçulann koru>ucu meleği, azizesi olarak kabul edildi. Aziz Dimitrios ise Selanik kentinin koruyucu meleği kabul edilir. Çünkü Selanik 26 Ekim 1912'de Osmanlı yönetimine karşı bağımsızlığını kazandıgı gün Aziz Dimitrios'un adı kutlanıyordu ve bu Aziz Dimitrios'un Selanik'in kurtuluşu için bir 'mudzcsi' olarak görüldü. Bu ve bunun gibi birçok aziz ve azize mucizeleriyle tammr ve her bir aziz belirli tarihlerde anılır. Ama bu, antik devirlerde de böy'leydi. Antik Yunanda da her bir alanın bir koruyucusu vardı. "Poseidon" denizi, " H e n n e s " mesajcıları, "Diyonissos" şarap ve eğlenceyi, "Aris" savaşı simgelerdi. Eu alanlarda çalısanlar bu tanrıları "koruyucu" olarak görürdü. Antik Yunan'da 12 tanrı vardı, ama antik Yunan'ın bir kültürel uzamısı olarak k'abul edilen Hıristiyanlık dünyasında yüzden fazla aziz ve melek yaraıılmış.. İnsanoğlu, yaratıldığı günden beri kendisine 'koruyucu' bir güç edinmek istemiş ve bu gereksinimini çeşitli yollarla gidermeye calışmış. Ama yaşadığımız uzay çağında da bu gereksinim aynı antik devirlerde duyulan gereksinimleri anımsatıyor. Yunanistan son gunlerde yeni bir azizi doğurmak üzere... 1979 yılında kanserden ölen 30 yaşındaki bir doktor, 'ölümünden sonra yaptığı mudzeler'den ötürü neredeyse Yunan Kilisesı tarafından 'aziz' ilan edilecek.. Dimitrios Lekkas adlı bu talihsiz genç Italya'da tıp ögrenimini tamamlayıp Yunanistan'a dönmeye hazırlandığı yıl, kansere yakalanmış ve ölmüş. Ama genç doktor o denli iyi kalpli ve yardım severmiş ki yakınlan ona 'melek kadar iyi' demekten kendilerini alamaznıış.. Ama genç doktorun lyiliği kendisiyle birlikte ölmemiş. tnsanltğa hizmet etmeye vakit bulamamasından olsa gerek 'öbür dünyadan' dahi olsa " f a n i " dünyadakilerin yardımına koşmuş, hastaların rüyalarına girerek, hastanelerin koridorlarında dolaşarak ve hasta yataklannı ziyaret ederek, onlara 'ruhu' ile yardıma olmaya calışmış ve birçok kez de mucizeler yaratmış. 70 yaşındaki annesi Yeorgia, Atina'nın Patission semtindeki küçük evini adeta bir kılıseye çevirmiş bulunuyor.. Oğlu Dimitrios'un boy boy resimleri aynı kiliselerdeki ikonlar gibi süslenmiş, odada mumlar yakılıyor. Yunanistan'ın her bir köşesinden otobüsler dolusu 'umutsuz' insan madam Ycorgiya'nın evinde, genç doktorun boyalı tablosu önün dualar okuyarak 'şifa' arıyor. Görgü tanıkları genç doktorun gerçekten mucize yarattığından söz ediyorlar. Bu görgü tanıklanmn ifadeleri bir kitaba yazı olmuş.. Madam Yeorgiya'nın evini ziyaret edenlere dağıtılıyor bu kitap. Ama olay burada bitmiyor, doktorun ölümünden sonra gösterdiği faaliyetler kiliseyi de ilgilendirmeye basladı. Genç doktorun naaşuun Yunanistan'ın en kutsal bölgesi olan Agion Oros'a (Aynaroz) gömülmesine izin verilmiş, ölümünden üç yıl sonra açılan mezarından çıkanılan kemikleri tütsülenmiş ve bunlar kutsal bir sıvıda dinlendirilmiş.. Şimdi bu sıvı, pamuklara batınlarak 'şifa' arayanlara veriliyor ve tedavi niyetine kullanılıyor.. Genç doktorun elbiseleri minnaak parçalar halinde kesiliyor ve 'muska' niyetine dağıtılıyor.. 'Mncizeler' kitabının bir kopyası da DUnya Ortadoks Kiliselerinin ruhani liderliğini yapan Istanbul Fener Patriği Dimitrios'a da gönderildi.. Patrik Dimitrios'un bu kitabı alıp okuduğu ve gonderene "tesekkür ettiği" öğrenildi.. Yunan Kilisesinin yönetim kurulu kutsal Sinod, şimdi genç doktorun aziz ilan edilmesi yolundaki başvuruları inceliyor.. Kutsal Sinodun basın sözcüsü Yannis Hacifotis, "durumun inceleneccğinden" söz ederken "Aziz ilan edilecek ktşinin kilise mensubu olması yasamı süresinde 'Martyriik' yapması gerekir" diyor.. Ama genç doktor Dimitrios'un yasamı suresince kilise mensuhu olmadığı ve "Martyriik" yapmadığı biliniyor.. Ama öldukten sonra yarattığı mucizeler antik Yunan ve Hıristiyanlık dönemlerinde insanlığın en çok gereksinim duyduğu 'umud'a en azından bir katkısı olduğu söyleniyor. ZüriMen \aşamm zembereği Dr. Franklin Bircher 92'sinde oldu geçenlerde. Onun düsturu da babasınınki gibiydL "Bitki zenginliğindeki zetnberek, yaşam saatinin kurucusudur". Ne demekse... DOĞAN ABALIOĞLIJ ZÜRİH Dr. Franklin Bircher jjeçen pazar gunü oldu. Mayıs sonunu bulsaydı 92 yaşında göçecekti. Babasının: "Bitki zenginliğindeki zemberek, yaşam saatinin kurucusudur" göruşunü sürdüren ve Zurih'te Keltenstrasse'de halen işlevde bulunan kliniğin yöneticiliğini de bir süre ustlenmiş. Baba oğul halk katmanlarınca Bircher Müssli ile unlenmişler. Ve oğul 1935'lerde poliıikaya atılar'ak Migros kurucusu Gottlieb Duıtueiler'in göruşlerini desteklemiş. İsviçrelilere daha fazla siyah ekmek, mikropsuz süt \e zehirsiz konsene sunulması için bir beslenme komisyonu kurulmasına önculük etmişler. Evlerde erzak sandıklarının bulunduğu o devirde, konservenin adı bile geçmezken. bu istekler ileri görüş olarak nite'.endiriliyor. Bugün nereye varacağı kestirilmeyen, ilerde etkilerinin ne olacağı bihnemeyen ve bizde \eni yeni başlayan dondurulmuş yiyecekler halen 600 çeşiı olarak sunuluyor. Yılda kişi başma tavuk \e dondurma istatistiğe alııımamış olarak 15 kilo tuketiliyor. "Vücuda gıda girisi gıda katmanlanndaki >üksek enerjinin alınması demektir. katmanlardaki değerler besleyici ntteliklerin doğadaki turde >aşama >ansımasında bulunur. Taze (pişmemiş) gıda. ozellikle bitkisel kökenli olaniar en >üksek enerji türiınü me>dana getirirler. Bunlan Tıziksel te>a kim\asal clkilemek (pişirmek) düzenin bozulmaM anlamını tasır. Bu noktada ham (doral) yi>eıeğin özelliği ortaya çıkar. Aynca dikkat edilecek konu: Sall harcanacak olan gıdanın alınmasıdır. Bunun fazlası akti\ilenin ve sıhhalin arlmasına değil. dıı<mesine neden olur." 92 yaşına dek yaşamanın forıııulü belki bu gürüşte yatıyor. Ancak Dr. Franklin Bircher olduğünde gazele ilanı sosyal dairece \erildi. Almanca de>ıın!e: " k i l i s e faresi kadar" >oksulun \okşulu>du. Ve Hıristiyan lopluluğuııun geleneeine uygun verilen ölum yemeğindeki mönuyü. ilk Bircher Musslı Snack'ini satışa sunan Toııi mandırası ile Migros üstiendi. Yjni gonıınlükten dönenlere siyah ekmek. Bircher \1us.U \e 1 bardak sarap ^unuldu. Bircher Mıis 5 li'nin \apılışı (1 kişilik): 1 vı>rba kaşığı Jo\ulmuş yulaf, 3 çorba ka^ıçı soğuk su (veya pişmenıi> M.O. 1 çorba kajığı şekerli koıısaıurc *ui. 1 oorKı kaşığı ulalaıııııib ıV'J V ' '".•m. Sarayları, kuşları. camisı. dükkânlan ve onu kuşaîan orrnanıyla ışte Elhamra. \fediveren gülü, EUıamra MİNE G. SAULNIER GRANADA Mart ayına doğru, bir yolculuk sarsıntısına tutulur bizi m ev. Mevsim Güney İspanya'yı harmanlama mevsimidir. Kuzey Avrupa'mn battal boy sarışın kabileleri bira kokulu kalın paralannı Endülüs plajlanna çoktan gömerek geri çekilmiş, yollan çevreleyen turunçgiller iyice olğunlaşmış, o güzelim "parador"lann fiyadan yanya inmiş olur şubat sonlarında. Meryenı Hanımın doğum sancılanndan 395 yıl sonra buralan işgal eden Vandallann ülkesi, eski adıyla "Vandalucia" yeni adıyla Andaluzya sakinlerinin süs bitkisi niyetine boşladığı acı turunçlardan reçel yapıp, üstüne "Cordoba 86". "Granada 8«" gibi afılı etiketlerle dostlara dağıtınz mart başlannda. Bizim bunlan gerçek portakal ya da mandalina diye topladığımızı sanan çanklı Andaluzlar, "Yine geldi kuzeyii salaklar", diye geçirir içlerinden. Sevimli bir ihtiyarcığın ödünç verdiği merdivenin tepesinde turunç yolan kuzeyii salaklar ise, "hâlâ ögrenemedi budalabu şımdan recd yapmayı!" diye düşünmektedirler. Yahya Kemal'den bu yana gül ihracatını kesinüsiz sürdüren Gırnatamn Granada oluşu 1992'de beş ytizüncü yıUnı dolduracak. 781 yıl süren Berberi egsmenliğini henüz eşitleyebilmiş değil Ispanyol sahipligi. Yalnız nicelik açısından değil, mimari nitelik açısından da Kuzey Afrika Araplannm tber ^rımadasında bıraktığı yapıtlann olgunluğuna erişebilmiş değiller... Kıyılara döktukleri özel sektör harçlı beton "bunker"lere bakılacak olursa, o inceliğe varmak için daha çok ekmek yemeleri gerek. Ispanya'nın neresine giderseniz gidin, en etkileyici tarih anıtlarını ya Berberilerin ya da bu topraklardan kapı dışarı edilmeden önce Musevilcrin yapmış olduklarını görürsünüz. lspanyoüann olumlu yanı, bu anıtların bir bölümünü Paradoılar örneğınde olduğu gibi akıllıca değerlendirmeleri. liaşlan karlı Sierra Nevada sıradağlarının çercevelediği bereketli bir vadiye (vega) kurulan Granada, "nar" anlamına geliyor Ispanyolcada. Denizden 682 metre yükseklik ve 70 km. uzaklıkta olan "yega"mn ortasındaki tepeye bir taç gibi yerleşen EJhamra'nın eteklerindeki eski semtlere doğru açılısı, bir nann iç anatomisini andırmakta gerçekten. Elhamra, Granada'mn yediveren gülü. Dört mevsim döviz sağan, en önemli ihraç malı. Sarayları, de\rlet daireleri, asker kışlaları, zamanında yüksek memurlann oturduğu lojmanları, camisi, hamamları, alışveriş dükkânlan ile surlarla çevrili gerçek bir krallık kenti. Berberi sanatının doruğa ulaştığı, birbirinden şiirsel bahçelerin, sulann senfonik tınılarla aktığı havuzların, iç içe geçen parçalı yüzük halkalan gibi bırbirıne percinlediği saraylar dizisini, köşkler zincirlemesini görünce soluğu kesiliyor insanın. Dış surlanndan iç yapılanna değın tamamı tuğladan kurulu Elhamra, Arapçada "kırmızj" anlamına geliyor. Eski kentin güzelliğini öven kasidelere kulak verilecek olursa, kunıluşu sırasında gece yakılan meşalelerin alı vurmuş surlanna, duvarlarına. Elhamra'mn mimari görünüşüne taşın o kunt saglamlığından yoksun; narin, geçici ve uçucu bir hava veren milyonlarca tuğlayı, briketi görünce baska bir gerçeği daha kavrıyor insan: tspanya'da niçin fazla orman kalmadığını... MadeYı kömürünün henüz keşfedilmediği o çağlarda, bunca tuğlayı pişirmek kaç ağaca mal oldu kimbilir... Osmanlı sanatından gözümüzün alışkın olduğu göz nuru, iğne oyası iç süslemelerden çok, Elhamra'mn genel varlığı carptı bizi. Binlerce metrekareye yayılan kale (Alcazaba), saray (Alcazar) ve kent (Medina) üçgenindeki tüm iç yapılar birbirlerine, essiz güzellikte iç avlular, patiolar ve bahçelerle bağlanmakta. Tarihsel kentin gözbebeği, odak noktası Generalife bahçelerinin Arapça "Cennet al A r i f sözcüklerinden türemesi boşuna değil. Elhamra'mn çevresini bir mücevher kutusu gibi saran karlı dağlardan kopup gelen kaynak sulanmn, doğanın yeryüzüne sunduğu en güzel meyve, çiçek ve ağaçlann, insan elinin hüneriyle titiz, kusursuz ve fakat asla duygusuz bir biçimselliğe dönüşmeyen bir geometri düzenine boyun eğişı karsısında, dehşete yakın bir saygıya kaptlıyor insan. Alcazaba ile Sarruçlı Meydan adı verilen avluyu birbirinden ayıran at nalı biçimindeki Şarap Kapısı, İspanya'yı hiç görmeden İspanya üstüne müzik yazdırmış ünlü besteci Debussy'ye. Manuel de Falla'nın "İspanyol Bahçelerinde Geceler" adlı senfonik şiirini de Generalife bahçelerine borçlu insanlık. Amerika kıtasının kesfedildiği yıl İspanyolların eline geçen Iber yarımadasındaki son Arap varlığı Granada ve Elhamra'ya, 1492'den bu yana her gelip geçen hükümdar bugün tartışılan pek çok iz bırakmıs. Arapların buralardan gidiciliği vurgularcasına narin hammaddelerle ördükleri ve buram buram tslam kokulu Elhamra'mn göbeğine, örneğin tmparator Şarlken tutmuş, "artık biz vanz" dercesine kesme taştan, oturaklı, ağır bir saray oturtmuş. Kendi adıyla anılıyor bu saray. Ondan sonra gelen birçok hukumdar Arap saraynnın "Tek Galip Allah'tır" yazılı elçi kabulevinin duvarlarına kendi armalarını kazımışlar. İnsan elinden çıkma en büyük basyapıtlardan biri olan bu tarih anıtı, onsekiz ve ondokuzuncu yuzyıllarda tam bir. terk editmişliğe uğramış. Çöplük olarak kullanılmış, hırsızın uğursuzun bannağı haline gelmiş. tspanyolların bu kara cehaleti karsısında küplere binen İngiliz Richanl Ford. o dönemi şu sözlerle anlatıyor: "Yarasa çıglıklan kulelerin mahremiyetini yırtarken. cani ve dilenci Ispamol gerçeği de Berberi sarayımn duşsd buyusunü paramparça etmekte." Granada'dan BELGELERLE KURTULUŞ SAVAŞI ANILARI Ebubekir H.Tepeyran 700 lira (KDV içinde) Çağdaş Yayınlan Türkocoğı Cad 3941 Cağaloğlulstanbul
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle