16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CUMHURİYET/2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER kınmalar çoğalınca, dönemin başbakanlarından Ferit Melen, "O kadarcık şeyler her memlekette oluyor" demişti. Biz de bu sözü yine bu sütunlarda eleştirmiştik. İnsaflı olmak için şurasını belirteyim ki, eğer Ziverbey Köşkü'nde olup biten işkencelerden ve "taş gibi delikanlı" işkencecilerden haberi olsaydı, benim tanıdığım kadarı ile Ferit Melen böyle konuşmazdı. 12 Mart 1971 döneminde o zamanki anayasa, yalnız can güvenliği bakımından değil, mal güvenliği bakımından da ihlal edilmiş, birtakım aydın kişilerin kitaplıklanndan çuval çuval kitaplar alınıp götürülmüştür. Nerede kaldı anayasa garantisi? • Gelelim 7 Kasım 1982 gün ve 2709 sayılı yeni anayasamıza. Bunun, yukanda 1876 tarihli ilk anayasadan beri izlediğimiz konuları düzenleyen hükümleri şunlardır: Madde: 17 (Fıkra 3) Kimseye eziyel ve işkence yapılamaz. Madde: 2630'da "yazı", "yazılı veya basılı kâğıtlar" "yayım", "yayın", "basın", "basım", "süreli ve süresiz yayınlar", "basın araçlan" sözcükleri varsa da, hiçbir yerde "kitap" sözcügüne yer verilmemiştir. Kitap, herhalde "basılı kâğıt" kavramı içinde varsayılmıştır. Ceza Yasası'nda, Basın Yayın Yasası'nda yer alması gereken birtakım ceza yaptınmlarıyla doldurulmuş olan bu maddeleri buraya aktarmanın yararı yoktur. Tîpkı yukarıdaki anayasalar gibi 1982 Anayasası da işkence ve eziyeti yasakladığı halde, 12 Eylül 1980'den beri fısıltı halinde dolaşan işkence söylentileri, yavaş yavaş genişleyerek, eski deyişle, "ayyuka çıkmış", dergiler ve gazeteler feryadı basmış, bunun üzerine Içişleri Bakanı, "Tek merkezden yönetilen bir propaganda karşısında bulunduklannı" belirtmiştir. İşkence somut bir olaydır, propaganda ile filan ne yayılabilir ne de kapatılabilir. Mızrak çuvala sığmaz. lster ytiksek makamlarda resmi görevli olalım; ister sade vatandaş olalım, işkencenin varlığını kabul edip ona göre önlem almazsak, işkence olayları yüz yıl önce olduğu gibi, yüz yıl sonra da sürecek ve Türk ulusunun yüzünde bir sam yeli karası veya iyileştirilmemiş cüzam yarası gibi sıntıp duracaktır. Artık iyice anlaşılnuştır ki, ne anayasa ne de ceza yasalan işkenceyi önleyememektedir. Bunu önlemek için devletin yürütme ve yasama organlannın başında bulunanlar, meydan konuşmalannda şöyle haykırmalıdırlar: "Ey Türk milleti, 1839 Tanzimat Fermanf ndan beri çıkanlmış olan bütün anayasalar, can, mal, ırz ve namus güvenliğini benimsemiştir. Ne yazık ki, birtakım kendini bilmez görevliler, yetkilerini kötüye kullanıp bu kutsal ilkeleri ayak altına almakta ve ulusumuzu içeride ve dışanda lekelemektedirler. Mevki ve rütbeler ne olursa olsun, halka işkence yapanları yetkili katlara hemen haber veriniz. Bu gibiler j'asadaki en şiddetli cezalarla cezalandınlacaktır. Devlet görevlisi, halkı konımakla görevlidir, ona işkence yapmakla değil." Benim aklıma gelenden daha güzel ve etkin deyişlerle bu uyarıyı yapacaklar elbette vardır bu ülkede. El verir ki içten inanarak yapsınlar bunu. Hukukun temclinde yatan ahlak kuralı, "Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma"dır. Eğer Içişleri Bakanı, eski dönemlerde işkence görmüş olsaydı, herhalde başka türlü konuşurdu. * • • Gündemde bir de mal güvenliği var. 12 Mart döneminde kitaplarına el konanlardan çoğu, onları geri alamadı. Bu sorun 1980'den sonra zaman zaman büyük boyutlara da ulaştı. Gazetelerde okuduğumuza göre, Bilim ve Sosyalizm Yayınları sahibi Süle>rman Ege'nin başına gelenler, bunun en büyük örneğidir. Bu kişiyi hiç görmedim, tanımam da. " O halde ne kanşıyorsun, kâhyası rrusın?" diyecekler bulunabilir. Ama biz hukuk adamıyız. Bir kez inanmışız hukukun üstünlüğüne ve kutsallığına, "Bana dokunmayan y\lan bin yaşasın" diye düşünenlerden değiliz. Bir yayıncının 133 bin kitabı hiçbir mahkeme kararı olmadan, sıkıyönetim komutanlığının bir buyruğu ile kamyonlara doldurulup götürülür ve bu haksızhğa karşı başvurduğu makamlardan üç yıl boyunca hiçbir ses çıkmazsa ve ancak 1985'te Ankara Emniyet Müdürlüğü, bu kitaplann imha edildigini bildirirse, bu olay karşısında, hukukçu olsun olmasın, hiçbir namuslu vatandaş kaygı ve üzüntü duymamazlık edemez. Bizim gibi hukuka inanmış kişi ve yazarlar da işte böyle kalemini kullanarak bütün Türk ulusu karşısında durumu protesto eder ve "Bu olay Türk ulusunun tarihinde bir kara leke olarak kalmamahdır, adalet mutlaka yerini bulmalıdır" der. Bakın ne demiş, hürriyet savaşımı uğrunda zindanlarda yatan Namık Kemal: Bulunmazsa adalet milletin efradı beyninde Batar bir gün zcmine, arşa çıksa payei devlet. Mal güvenliğini içeren maddeler "süs" diye mi duruyor anayasamızda ve "Adalet mülkün temelidir" levhaları boşuna mı asılı duruyor, mahkeme salonlarında?! Eğer resmi bir makamın vatandaşa zarar verici eylem ve işlemlerinden ötürü sorumlu tutulamayacağına dair bir yasa çıkarılırsa, bu, yasa değil, bütün uygar ülkelerde kabul edilmiş olan "hukukun üstünlüğü ilkesi"ne aykın keyfı bir buyruktan başka bir şey değildir. Adının "yasa" olması, onu yasalaştırmaz, hukuka uygun duruma getirmez. Böyle yasalarla büyukler sorumsuzlastırılırsa, küçük düzeydeki görevliler de kendi kendilerini sorumsuzlaştırırlar ve o zaman ne can ne de mal güvenliği kalır ülkede. Gerçek hukuk devleti dönemine girelim artık!.. 9 ŞUBAT 1986 Can ve Mal Güv enliği HIFZI VELDET VELİDEDEOĞLU Okumuşu, okumamışı ile bizim halkımızm büyük çoğunluğu "hukuk" kavramı ile öyle pek ügilenmez. Bu kavram soğuk geIir ona. Hukukun, sadece mahkeraelerde yargıçlarla avukatlar arasında geçerli olan ve mahkeme dışma taşmayan soyut birtakım kurallardan oluştuğu önyargısını taşır halkımız. Hukuka aykın herhangi bir olay, doğrudan doğruya kendisine dokunmadıkça aldırış etmez. En insaflısı, böyle bir olayı duyunca, "Yazık, vah vah!..!' demekten öte bir eyletnde bulunmaz. "Bana dokunnujao yılan bin yaşasın" bencilliği, sanki iliklerimize işlemiştir bizim. Toplumsal nitelik taşıyan bu gözlemi, kendilerine yönelik bir eleştiri, hatta bir suçlama sayıp öfkelenenler olursa, lütfen külahlannı sabır taşı niyetine önlerine koysunlar ve hukukla ilgili bu yazıyı dikkat ve sabırla okusunlar. * • • Az çok tarih okuyanlarca bilindiği gibi, ülkemizde "can ve mal güvenliği" ilkesini belirten ilk resmi belge, Padişah Abdülmecit tarafından 3 Kasım 1839'da ilan edilen Tanzimal Fermam'dır. Bu ilkedeki kavramlan, burada olduğu gibi, birer birer sırasıyla içeren ikinci resmi belge ise, bu fermandan 37 yıl sonra, 1876'da, tkinci Abdiilhamit tarafından kabul ve ilan olunan Kanunu Esasi'nin (anayasanın) bir tür "başlangıç"ı niteliğini taşıyan "Hattı Hümayun"dur (padişah buyrultusu). Bunda şöyle denilmektedir: "...Ceddim merhum Abdülmecit Han mukaddimei ıslahat ve ahkâmı mukaddesei şer'i şerife muvafık olarak umumun emniyeti can ve mal ve ırz ve namusunu mulin olmak üzere Tanzimat Hattı'nı ilan etmişti. tşte (...) bugün işbu Kanunu Esasi'yi vaz ve ilana muvaffakiyetimiz Tanzimatı mezkurenin âsârı hayriyyesi cümlesindendir" Görülüyor ki Abdülhamit, 1876 Kanuni Esasi'sini, babası Abdülmecit'in Tanzimat Fermanı'na dayandırmıştır. Bu Kanunu Esasi'nin aşağıdaki maddeleri hem sözü edilen fermana, hem de ilgili bölümünü yukarıya aktardığım "Hattı Hümayun"a dayanır. Madde: 14 Tebeai Osmaniyeden bir veya birkaç kişinin gerek şahıslanna ve gerek umuma (yani kamuya) müteallik olan kavanin ve nizamata muhalif gördiikleri bir maddeden (konudan) dolayı işin mercüne arzuhal (yetkili kata dilekçe) verdikleri gibi. meclisi umumiye (yani parlamentoya) dahi müddei sıfatıyla (şikâyetçi kimliğiyle) imzalı arzuhal venneye (...) selahiyetleri vardır. (Buna benzer bir hak 1982 Anayasası'nda da var ise de, günümüzde bu hakkm kullanılması suç sayılabilmektedir.) Madde: 25 tşkence ve sair her nevi eziyet katiyyen ve külliyen memnudur (Kesinlikle ve tümüyle yasaktır). Madde: 21 Herkes usulen motasamf olduğu mal ve miilkten emindir (Yani mülkiyet güvence altındadır). Madde: 24 Mttsadere (...) memnudur. Görülüyor ki, 110 yıl önce kabul edilmiş olan ilk anayasanın 25. maddesi, can güvenliğini, 21 ve 24. maddeleri ise mal güvenliğini garanti altına almıştır. Ne yazık ki Abdülhamit bu anayasayı çok geçmeden rafa kaldırmış, onunla birlikte bu güvenceler de ortadan kalkmıştır. Mithat Paşa ile birlikte yargılanan Mabeyinci Fahri Bey'in Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanmış olan anılannı okuyanlar, o dönemde yapılan işkencelerin türleri hakkmda bilgi edinebilirlerî İşkenceye ne 1839 Tanzimat Fermanı'nın açık metni, ne de 1876 Anayasasf nın 25. maddesi engel olabilmiştir. Şimdi cumhuriyet dönemine gelelim: • 20 Nisan 1924 gün ve 491 sayılı anayasanın aynı konulan düzenleyen maddeleri şöyledir: Madde: 71 Can, mal, ırz, mesken her türlü taamızdan masundur. Madde: 73 tşkence, eziyel, miisadereve angarya memnudur. Görülüyor ki, cumhuriyet döneminin ilk anayasası olan bu yasada dahi can ve mal güvenliği özellikle garanti edilmiştir. Ne var ki, bu anayasanın yürürlükte bulunduğu dönemde "tabutluk" denilen yerlerde, güvenlik güçleri tarafından yapılan işkence olayları eksik olmamış, Varlık Vergisi Yasası ile de mal giivenligi zedelenmiştir. 27 Mayıs 1961 gün ve 334 sayılı anayasanın aynı konulardaki kuralları da şunlardır: Madde: 14 (Fıkra 3) Kimseye eziyet ve işkence yapılamaz. Madde: 24 Türkiye'de yayımlanan kitap ve broşürler, 22. maddenin 5. fıkrası hükümleri dışında toplatılamaz. (22. maddenin 5. fıkrasında: "...kanunun açıkça gösterdiği suçlann işlenmesi halinde ve ancak hâkim karan ile toplatılabilir" denilmektedir). Madde: 132 (Fıkra 3/Cümle 2) Yasama ve yüriitme organlan ile idare; mahkeme kararlanna uymak zorundadır. Bu organlar ve idare, mahkeme kararlannı hiçbir suretle değiştiremez... 1961 Anayasası'nın yürürlükte bulunduğu tarihte, 12 Mart 1971'den sonra işkencelerden ya PENCERE En kötüsü ne? İşkenceyi Türk toplumunun göreneğinde doğal sayanların savunmaları. Bu takıma kulak verirseniz, işkence bizim ruhumuza sinmiştir. Diyorlar ki: Bizde her koca her akşam karısını eşek sudan gelinceye kadar döver. Osmanlı'nın mahalle mektebinde hocanın elinde uzun değnek yok muydu? Ya duvarda asılı duran falaka? Babası öğrenciyi "eti senin, kemiği benim" diye öğretmene tes lim etmez miydi? Ya konaklarda besleme kızlara yapılan zulüm? Bu yavrucaklann bedenlerine kızgın maşa yapıştıran hanımlann öyküleri gerçek değil mi? Daha geçende bir ögretmen, öğrencinin dalağını parçalamadı mı? "Dayak cennetten çıkmadır" sözüne ne diyelim? "Karakolda ayna var" türküsü boşuna mı yakıldı? Hepimiz "büyüklerin vurduğu yerde gülbiter" diye yetiştirilmedik mi? Koskoca Osmanlı tarihi ne? Kardeşlerini toptan boğduran bir bizim padişahlarımız değil mi? Anarşiste, teröriste iki tokat, biraz falaka çok mu? Polisin karşısına çıkan süt kuzusu mu? • Batılı da diyebilir ki: Yeryüzü tarihinde engizisyondan daha kapsamlı ve daha sistemli işkence yoktur. Ama oraiarda artık çocuğunu döven baba soluğu karakolda alıyor, yargıcın karşısına çıkarılıyor. Çünkü insanlık tarihinde "gelişme ve ilerleme" diye bir kavram var. İngiliz kralları vaktiyle birbirlerini boğazladılar diye bugün tahtın çevresindekiler birbirini gırtlaklamıyor. Tarih sayfalarına dayanarak günümüzün uygarlık koşullannı çiğnemeye kalkışanlar, çirkin bir iş yapılyorlar. Hem bu halk, çok partili rejime "jandarma dayağına, tahsildar zulmüne son" diye girmedi mi? 1950'deki sandık patlamasının kökeninde bu sloganın payı az mı? Günümüzdeki işkenceyi savunmak için tarihine ve halkına iftira eden sözde milliyetçilerimize ne demeli? Bunlar, Türk toplumunu günlük yaşamında tümüyle işkenceci göstermek için çabalıyorlar... Neden? Çünkü bugünkü siyasal iktidarın iktidarlaşmasına giden yol, işkencenin taşlarıyla döşelidir. Türkiye'de yabanıl ve arabesk kapitalizm iktidannı bir başka yoldan egemenliğe dönüştüremezdi. Bu yüzden sağcının eli işkenceye mahkumdur. * General Carl von Clausevvitz, politikanın değişik yoliarı olduğunu soyler. Savaş bunlardan birisidir ve siyasetin bir yöntemidir. Clausevvitz'in düşüncesini genişletirsek görürüz ki günümüzde siyasetin daha değişik araçlan türedi. Terör bunlardan birisidir; kimi zaman birseyseldir, kimi zaman devlet eliyle yürütülür. İşkenceye gelince... Çağımızda işkencenin de bir siyaset aracı olarak kullanıldığı artık kanıtlandı. Bu tür işkencenin, sistemi, yöntemleri, teknolojisı, ögretimi, örgütleri oluşmuş; Orta ve Güney Amerika^ da tüm toplumsal yaşamı ve siyasal alanı kapsayan yaygınlığa ulaşmıştır. Asya ülkelerinin kimilerinde görülen bu sistemli ve yaygın siyaset türü, ne yazık ki CIA eliyle Türkiye'de devletin bazı odaklanna benimsetilmiştir. Bu işkence türünü Osmanlı mahalle mektebindeki falakayla, ya da bir kocanın karısını, bir öğretmenin öğrencisini, mahalle komiserinin sanığı dövmesiyle karıştırmak, en azından konuyu saptırmaktır. Bugün Türkiye'de devletin önemli noktalarında bulunanlar, sistemli işkencenin hangi "kökü dışarda mihrak"\an "ithal" edildigini bal gibi bilirler. • İşkence ülkemizde derin ve yaygın bir siyaset aracına dönüştüğünden kökünü kazımak da zordur. Bu politika; örgütlü, bilinçli, uzmanlı birgücün elinde bugünkü iktidara buldozerle yol açmıştır. Bunun içindir ki iktidar işkenceyi savunuyor, örtbas etmek istiyor. Politikanın Yeni Aracı: İşkence! EVET/HAYIR OKTAY AKBAL OKURLARDAN Sınavı 4.5 saat ertelediler Değineceğim konu yeni bir şey değil. "Türkiye'de iş sorunu". Iş olanaklan sabit, işsizlerin sayısı artmakta. Bu konu hiç de gözardı edilecek gibi değil. Geçenlerde Sağlık Müdürlüğunün açtığı sınava girdim. Başvurduğumuz yerde sınavın 13.00'de yapılacağı yazılıydı. Biz biraz daha erken gittik. Bizi bir saat dışanda beklettikten sonra 14'de içeri aldılar. Beklememiz 3.5 saat kadar daha sürdü. Çoğumuz sabah kahvaltısıyla bekliyorduk. Bir taraftan beklemenin stkıntısı, diğer taraftan başağnlanyla 17.30'da sınava başladık. Bu şartlar altında yapılan sınavda basanlı olmamız mümkün mü? BİR OKUR zam yapıldı. Bu zamlarla bu gibi yerierde yasayan birçok muhtaç vatandaş sokağa atılmış olacaklardır. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı'na bağlı sosyal tesislerde bu kararın uygulaması, devletin fakiri koruma politikasıyla taban tabana zıt bir tutum ortaya koyuyor. Son gelen zamlarla, hiç geliri olmayan ya da ayda yalnız sekiz bin lira aylık alan birçok vatandaş, ayda 2538 bin lira arasında para ödemeye zorlanmaktadır. Veremeyeceğini söyleyenlere de hiç çekinmeden "git" denilmektedir. Örnek olarak kaldığımız huzurevini gösterebiliriz. Hiç geliri olmayan, ancak karntnı doyurabilen birçok muhtaçlann sokakta kalmalanna kayıtsız kalan idarecilerin bunlara verdikleri cevap tektir: Zam emri bize Ankara'dan geldL HUZUREVI SAKÎS'LERt İSTASBUL BAKIRKÖY Ölüm Cezası Üstüne... "ölüm cezası ne kadar nadir olarak uygulanırsa uygulansın bugünkü şekliyle iğrenç bir kasaplık, insan kişiliğine ve vücuduna karşı girişilmiş bir tecavüzdür" Albert Camus, 'barbar çağlardan' kalma bu ölüm cezasının kaldmlmasından yana olanlardan biridir. Yalnız biri... Bugün Avrupa ülkelerinde ölüm cezası uygulanmıyor. Avrupa Konseyi üyesi ülkelerde böyle bir ceza yoktur. Yalnız Türkiye'miz bu cezayı sürdürmekte direniyor! 'ibreti müessire', yani etkileme gücü olan bir işlem sayıyorlar ölüm cezasını, yani asılarak öldürülmeyi... "Ölüm cezası kaldırılmadıkça ne kişilerin vicdanları, ne de toplumun töreleri huzura kavuşabilir" diyor Camus... Bir de şu noktaya değinıyor: Bu ölüm cezaları sabah karanlığında, kimseler görmeden gizlice yerine getirilir. Kamuoyuna da 'falanca kişi cezasını buldu' diye açıklanır. Oysa kamuoyu o kişinin nasıl ölüm cezasına çarptırıldığım bilmez, görmez. Bilse, görse, hani belki bir 'ibret' gücü olabilir, diyor Camus. Bu gibi işler gizlice yapılıyorsa, kamuoyu ne bilsin ölüm cezasının önleyici bir etkisi olabileceğini? Gerçekien ya alenen öldürmeli ya da açıkça öldürmeye hakkımız olmadığını kabul etmeliyiz. Eğer toplum ölüm cezasını ibret olma zorunluluğuyla kanıtlarsa, bu kanıtı ona gerekli reklamı sağlayarak doğrulamak zorundadır. Devlet, her defasında cellâdın ellerini göstermeli ve fazla duyarlı vatandaşlarla, celladı uzaktan yakından desteklemiş olanları bu ellere bakmaya zorlamalıdır. Yoksa, toplum ya ne yaptığını bilmeden öldürdüğünü itiraf etmek durumundadır ya da halkı yıldırma yerine tiksinti verici törenlerin onda suçu uyandıracağını ve onu şaşkınlığa sürükleyeceğini bilmelidir... Madem ki suçu önlemiyor ve madem ki sonuçları varsa bile bir türlü görülmüyor, toplum o zaman bu cezanın ibret verici olacağına neden inansın?" Böyle diyor Camus... İkinci kez basılan ilginç bir yapıt: "Ölüm Cezası Üstüne Düşunceier", Albert Camus ile Arthur Koestler'in ortak kitabı... ilk kez 1972'de çıkmıştı. Şimdi yeniden yayımlanıyor Alan Yayıncılık'ça... Çeviriyi yapan da AN Sirmen arkadaşımız... Bilindiği gibi gazetemizin dış politika yazarı Sirmen, Barış Davası sanıklarındandır. Bu yüzden de aşağı yukarı üç yıldır cezaevinde yatmaktadır. Sirmen "Ölüm Cezası Üstüne Düşüncelerin yeni basımına bir önsöz yazmış... 197i'de Ali Elverdi başkanlığındaki bir askeri mahkeme tarafından ölüm cezası öngörülen TCK 146/1. maddesi gereğince tutuklanıp yargılanan, sonunda aklanan bir kişi olarak, 'ölüm cezası' ile karşılaşmanın ne demek olduğu iyi biliyor. Annesi de duruşmadaymış, oğlunun ölüm cezası ile yargılandığını duyunca dehşete düşmüş, Sirmen "yüzünde okuduğum dehşeti ve çaresizliği ömrüm oldukça unutmayacağım' diyor. Oysa altı aylık bir tutuklanmadan sonra özgürlüğe kavuşmuştu 1971'de... Madanoğlu, Avcıoğlu, İlhan Selçuk, İlhami Soysal vb. kişilerle birlikte... Sirmen, 'gidenleri geri getirecek güç henüz bulunmadığına göre ölüm cezalarının açtığı yıkımı ortadan kaldırmak olanaksızdır' diyor, 'şu anda kesinleşmiş, onay bekleyen idam cezası sayısının yüzün üstünde olduğunu' belirtiyor, bu yüzden de Türkiye'de bu konunun güncellik taşıdığını yineliyor. Avrupa'da idam cezasının hâlâ yürürlükte olduğu tek yer, ülkemizdir. Uygar, çağdaş bir toplumda 'idam cezalan'nın dirençle sürdüriilmesi gerçekten de acıdır. Sirmen, kitabın birinci baskısı ile ikinci baskısı arasında geçen 13 yılın 3 yılını hapiste geçirmiş bir yazar olarak idamla yargılanan pek çok mahkumu yakından tanımıştır. Bu deneyimlere dayanarak diyor ki: "Bugün her yurttaşın, yasanm elverdiği tüm olanaklarla 'hayır' diyerek idama karşı sesini yükselmesinin zorunluluğuna her zamankinden daha da fazla inanıyorum." Şu idam konusu bir türlü güncelliğini yitirmiyor ne yazık ki! Koestler'in yazısını okurken bir daha anlıyoruz ki idam cezaları hiç de 'ibret verici' bir olay sayılmıyor, Bir istatistiğe göre ölüm cezalarının kaldırılmasından önce Almanya'nın değişik eyaletlerindekı cinayetlerin oranları şöyledir: Kuzey Ren ve Vestfalya'da 9.08, Bavyera'da 16.4, Aşağı Saksonya'da 17.1, Hessen de 4.12. Ölüm cezalarının kaldırılmasından sonra ise cinayet oranında önemli bir düşme olmuştur. Bu oran Kuzey Ren'de 5.03, Bavyera'da 9.41, Aşağı Saksonya'da 8.16, Hessen'de 1.79 olmuştur. Koestler, bu tür azalmaların ölüm cezasını kaldıran pek çok ülkede saptandığını belirtiyor, diyor ki: "Elde edilen suçluluk oranları, bu rakamların belirmesinde ölüm cezasından çok daha başka faktörlerin rol oynadığını gözler önüne sermektedir" Şu gerçek ortadadır: Ölüm cezaları cinayetleri önlenmede güçlü bir etken değildir. Koestler ispanya İç Savaşı'nda 'ölüm cezası'na çarptırılmış bir yazar olarak şöyle diyor: "Ölüm cezalarının kusurları düzeltilemez, çünkü ölüm cezasının kendisi, diğer yasaların determinist görüşlerinden zerrece nasibini almamış ve en ufak bir tavize dahi girmeyen felsefi sorumluluk kavramı üzerine oturtulmuştur. Bütün diğer kabahat ve suç(Arkosı 10 Sc.yfadu) YeniGündem Cezaevinde YeniGündem işkence iddiası Cezaevinde de jşkence lddiaaı İşkenceyi ispat işkencesi Bir aile trajedisi Bir ölümün anatomisi ANAP'lı Soysal: Tarîışılması iyi Dr. Tangör'den işkencenin sonrası Huzurevi sakinleri sokağa atılıyvr Bizler Bakırköy Siyavuşpaşa huzurevi sakinleriyiz. Huzurevimiz Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanltğı'na bağudır. Aniden kiralara yüzde yüz FRANSIZ KULTUR MERKEZİ'NDE FRANŞIZCA KURSLARI İKİNCİ DÖNEM KAYITLARI DEVAM ETMEKTEDİR. Kelebek Mobilya MOBİLYA TASARIM YARIŞMASI ÇOÇUKLARLA RESİM TAKI İÇ AAİAAARİ DESEN YAĞLIBOYA MESLEK OLARAK "MODA" Beğenisi ve duygutanna güvenen kişilerin, çizgi ve zevklerini insanlarla paylaşabileceği çok az meslekten biri modacılık... Türkiye'de, moda olgusunu profesyonel veya amatörce yönlendirmek isteyenler için; Moda ve Stilistlik alanında, ülkemizde ilk kez dünya standartlannda kurulan okulun, ŞUBAT 1986 kayıtlan başlamıştır. DUYURU ••Kelebek Mobilya ve Kontrplak Sanayi A.Ş. 50. yıl kutlama etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen Mobilya Tasarım Yarışması'na katılan yarışmacıların yönelttikleri sorular ve yarışma jürisinin yanıtları belirlenmiştir. Yanıtlar. şartnamenin D.3. maddesinde belirtildiği gibi. adres bırakıp şartname almış tüm yarışmacılara postalanacaktır. Adres bırakmamış yarışmacılar şartname dağıtım merkezlerine başvurarak ya da postayla adreslerini bildirerek yanıtları elde edebileceklerdir. 2 a Şartname almış yarışmacılardan dileyenlerin Kelebek Mobilya'nın üretim teknolojisini daha yakından tanıyabilmeleri amacıyla. LMart 1986 günü. Düzce'deki fabrika tesislerine gezı düzenlenecektir. Geziye katılmak isteyen yarışmacılar 24.Şubat.1986 günü saat 17.00'ye dek 581 20 80 numaralı telefondan Sema Celkan'a başvuracaklardır. 3«Yarışmaya katılma süresi 18.Nisan.1986 günü sona erecektir KELEBEK MOBİLYA ve KONTRPLAK SANAYİ A$ Silahtarağa Cad Şehnaz Sok. No: 2 EYÜPI İSTANBUL Tel: 58! 20 80 (5 hat) İSTANBUL: Ege Kelebek Paz. A.Ş Büyukdere Cad. Tanlı Han No: 2 ŞİŞLİ, Tel: 140 23 20 ANKARA: Mas Mobilya San ve Tıc. Ltd. Selanik Cad. No: 39 KIZILAY, Tel.: 25 54 39 18 12 20 IZMİR Ege Kelebek Paz. A Ş Ataturk Cad. No: 180 ALSANCAK TEKSTİL Tel 21 57 46 21 86 79 21 25 54 istasyon sanat evi "MOST" ŞUBAT U/SAYl: VBCTllltDV AYLIK Ş I I R DERGİSİ İSTANBUL Teşvikiye Maçka Cad. Maçka Palas No: 41/611 Tel: 140 56 50 ANKARA: G. Osmanpaşa Noktalı Sok. No: 6 Tel: 28 35 08 Yazışma adresi: Vilayel Han 205 Caftaloglu
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle