10 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CUMHUR/YET/2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER dikkati çekmiş olabilir. Benim anladığıma ve bildiğime göre "lehçe bir dilin yakın akrabaları için kullanılır, bizim dilimize göre Azcri lehçesi gibi. Bir ülkenin bölgelerine göre değişen fonetikdiksiyon özellikleri ise daha çok "ağız" diye anılmalıdır. Ancak, sandığıma göre, ltalya'da bölgeler arasındaki konuşma farklılıkları büyük olduğundan bilginler "lehçe" sözcüğünü kullanmayı yeğliyorlar. lspanya'da ise bu farklılık daha temelli öğelere dayandığından olacak, "dil" sözcüğü uygun bulunmuş. Anadolu Türkçesi söz konusu edildiğinde, "lehçe" sözcüğünü de, "dil" sözcüğünü de kullanmak yanlış olur, bizim dilimizdeki fonetikdiksiyon farklılıkları en doğru olarak "ağız" termini ile belirtilmelidir: Adana ağzı, Izmir ağzı gibi. Edebiyatımızın dili ise tstanbul Türkçesidir. Şimdi yazımızın başındaki ayrıcalık konusuna dönelim... Anadoiu'dan ve Rumeli'den sonra fethedilmiş olan Istanbul, böyle bir ayrıcalığı neden hak etsin? Türk edebiyatının (bölgesel halk edebivatlarını bir yana bırakırsak) Istanbul Türkçesi ile yazılmış olmasını söylemeden önce, bu Türkçenin nasıl oluştuğu üzerinde durmakta yarar var. Fatih Mehmet'in aldığı Istanbul tenha bir kentti, bu yüzden Sultan, Anadoiu'dan lstanbul'a nüfus göç ettirdi. örneğin bugünkü Aksaray semti, Konya Aksaray'dan geîen halkın yerleştirildiği mahalledir. Böylece Istanbul'da, Anadolu ve Rumelinin çeşitli ağızlan biraraya gelmiş oldu. Sadece bu olguyu gö7 önünde tutmak, Istanbul Türkçesine salt tstanbul'dan kaynaklandığı için (Padişahın oturduğu kent, pâytaht olduğu için) bir ayrıcalık tanınmamış olduğunu göstermeye yeter sanırım. Istanbul Türkçesi bir bakıma karma bir dil olup çıktı. Buna Rumların, Ermenilerin (Ermenileri Anadoiu'dan getirten de Fatih Mehmet'ti), Italyanların katılımlarını da eklersek, bu karma dilin niteliği daha iyi anlaşılır. Saraydaki Jtalyan, Fransız, Rus, Çerkez, Gürcü kadınlarının şiveleri de bu dili etkilemckte gecikmcmiştir. Rumeli ağızlarındaki "gideyir" ve Güneybatı Anadolu'daki "gidip dunı" söyleyişlerinin "gidiyor"a dönüşmesi iştc bu etkilerden kaynaklanır. Artık oluşumunu çizdiğimiz bu "ağız"ın büyük bir şiir ve edebiyat yarattığını söylemenin sırası geldi. Tıpkı Toscana lehçesi ve tıpkı Castilla dili gibi. Şu ayrımla ki, Istanbul Türkçesi, Türkçenin neredeyse bütün söyleyişlerinin bir süzgeçten geçirilmesiyle oluşmuştur, bu bakımdan üstünlüğü hiçbir bölgeyi, ağzı zorlamamıştır. Buna, Istanbul'un, güzel sanatlara, sanayie, ticarete nıerkezlik etmiş ve dünya ile ilişkiye açık bir kent olduğunu da ekleyelim. Burada, "Peki, Dante gibi Yunus Emre de niçin örnek tutulmadı?" sorusu elbette akla geliyor. Buna verilecek yanıt şu olabilir: Çünku Yunus Emre daha çok kulaktan yayılnuş, tekkeye özgü sayılmış (ünü ozandan çok mutasavvıf olmasından kaynaklanıyordu, Fuat Köprülü de onu ilk mutasavvıflar arasında görüp incelemişti), en önemlisi, Istanbul'u ele geçirememiştir. Düşunun ki, Namık Kemal, Sahhaflar Çarşısında bulduğu bir Yunus Emre seçkisini, "Köylü Yunus" diyerek elinden atar. Tanzimattan önceki şiirimizde ise Yunusun adı bile anılmaz. Mevlâna'nın onun için söylediği belirtilerek yinelenen sözler uydurmadır. Yunus Emre ozan olarak örnek alınmaıruş değildir, ama onun etkisi daha çok tasavvuf alanında kalmıştır. Onu yeniden bulmamız cumhuriyet dönemine rastlar, bunca gecikmiş olarak. Istanbul Türkçesi, yazımıza temel olduğu gibi, tiyatromuzun da dilidir. Türkiye sahnelerinde, istenilerek yapılmış şive taklidi dışında, konuşma Istanbul Türkçesidir, başka türlüsü olamaz. Olursa, orada ortak bir fonetikdiksiyondan söz edilemez artık; bu demektir ki, tiyatroya heves eden gençlere dillerinin fonetiği, diksiyonu öğretilemeyecektir, çünkü her ağız ona kendi fonetik ve diksiyonunu getirecektir. Özetlersek, Istanbul konuşma dili, git gide daha güçlenerek yazı diline temel olmuştur. Tarihsel bir olgudur bu. Osmanlıca ise, yazıyı, şiiri ne denli yabancılaştırırsa yabancılaştırsın, bu konuşma dilini hiçbir zaman bozamamıştır. Osmanlıcaya karşı olan ilk özleştirmecilerimiz bu ağzı hep yanlarında, yardımcı bulmuşlardır, Ziya Gökalp, güzel Türkçeyi özellikle lstanbul'un eski semtlerinde oturan bilisiz kadınların konuştıığunu işte bu nedenle ileri sürer. Okumuşların konuşmalarında ise Osmanlıcanın etkisi ağır basıyordu. Bu yüzden edebiyat dilinde konuşma dili nerdeyse görünmüyordu. Bizde konuşma dilinden yazı diline geçmenin zorluğu bütün tarihimi/i doldurur. 3 EKİM 1986 Konuşma Dilinden Yazı Diline MELİH CEVDET ANDAY Rumeli Türkleri (Örneğin Makedonyalı Türkler) konuştukları Türkçenin en doğru Türkçe olduğunu savunurlar. Bir örnek üzerinde durursak, onların ağzındaki "gideyir" sözünün, lstanbul ağzındaki "gidiyor"dan Türkçenin ses kurallarına daha uygun olduğu söylenebilir. Çünkü büyük ses uyumu kuralına görc (oldukça geniş ve işlek bir kuraldır) Türkçede hiçbir sözcük "o" ünlüsü içeren bir hece ile son bulamaz. "yor" takısı, bu bakımdan büyük ses uyumu kuralına aykırıdır. Ne yapacaksınız ki, edebiyatımız Istanbul ağzını temel almıştır ve "yor" Istanbul ağzında oluşmuştur. Burada ses uyumu kııralının bir ayrığı ile karşılaştığımızı söyleyip geçmekten başka yapacak şey yoktur. Kimilerinin sandığı gibi, edebiyata Istanbul ağzının temel alınması, Istanbullulara tanınan bir ayrıcalık gibi görülemez; evet, bir ayrıcalık vardır, ama lstanbullulara tanınmış bir ayrıcalık değildir bu. Yukarıda da söylediğim gibi, edebiyatıınızın tstanbul ağzında oluşmuş bulunmasından kaynaklanır. Her dilde böyle ayrıcalıklı bir temel ağız vardır, edebiyatı yaratır. Bir iki örnek üzerinde durursak, bunun, kültür tarihince oluşmuş bir ayrıcalık olduğunu görürüz. ttalyan edebiyatını yaratan Floransa lehçesidir. Buna Toscana lehçesi demek daha doğru olur. ttalya'daki lehçeler arasında yazı diline en yakın olanı Toscana lehçesi idi. Çünkü ilk iki büyük ozan, Dante Alighieri (12651321) ile Petrarca (13041374) ve ilk büyük düzyazı ustası, öykü yazarı Boccaccio (13131375) Toscanalıydı. Bu yazarlann çok değcrli yapıtları Toscana dilini bütün ttalya'ya zorla benimsetti. Bu yazarların büyük ölçüde örnek tutulmuş olmaları konumuzun çok önemli bir yanıdır. Asağıda Türkçenin durumuna geldiğimizde bu düşünceyi yeniden ele alacağtz. Şunu da belirtmeden geçmeyeyim, Floransa, sanayi, güzel sanatlar ve edebiyat açısından hep en parlak merkez sayılmıştır. Italyanca sözcük dağarının büyük bölümü, Toscana fonetik kurallarına göre evrim geçiren Latincc sözcüklerden oluşmuştur. Bilindiğine göre, Dante Alighieri uıılü başyapıtı Komedya'yı (bu ad sonradan Tanrısal Komcdya oldu) Iatince mi, yoksa Italyanca mı kaleme alma konusunda bir süre sallantılı kalmış ve sonunda llalyancayı seçmiştir. Halkın konuştuğu dillerin Avrupa'da edebiyata temel olması sürecinin başlangıcı budur. Düzyazı için Boccaccio adını vermek doğru olur. Şimdi çok doğal görülen bu işi o zaman göze almak kolay değildi. Hatta bu yüzden Boccaccio'nun uzun süre kendi yapıtının büyüklüğünden kuşku duyduğu söylenir. Halkın konuştuğu dilin kaba sayılmasından ve edebiyat dili olamayacağına inanılmasından kaynaklanan bir kuşkuydu bu. Bizde de çok uzun süre etkili oldu. tspanya'da bu olayın benzeri, Castilla dilinin üstünlük kazanması ile kendini gösterdi. On beşinci yüzyıl sonuna doğru bu lehçenin yayılması daha da güçlendi. Ulkeden sürülen lspanyol Yahudilerinin II. Beyazit'in gününde lstanbul'a getirdikleri Ispanyolca idi bu. Cervantes'in yaşadığı ve yarattığı tarihlerde Ispanyolcanın nasıl konuşulduğunu araştıran bilim adamları, Istanbul'da yaşayan Yahudilerin dilinde buldular aradıklarını. Cervantes Saavedra'nın büyük bir ustalıkla işlediği lehçe, Ispanyolca dediğimiz dil, Latinlerin gelişinden (M.ö. 218) sonra, değişik bir Latince olarak ortaya çıktı. Buna "halk Latincesi" de diyebiliriz. lspanyol edebiyatı, lspanya'nın ulusal dili sayılan Castilla diline dayanır. lspanyanın altın çağı diyc bütün dünyaca anılan XVI. yüzyılın bütün büyük edebiyatçıları, Lope de Vega, Calderon de la Barca, dünyaca ünlü Don Juan tipini yaratan Tirso de Molina (Moliere bu addaki oyununun konusunıı Tirso de Molina'dan almıştır) ve Montaigne ile Shakespeare'in çağdaşı olan Cervantes Saavedra başyapıllarını Castilla dilinde verdiler. Demek o ağzın böylesine güçlenmesi, bu başyapıtlar yuzünden olmuştur. Yukarıda Italyan edebiyatıııdan sö7 edeıken "lehçe", burada ise "dil" sözcugunü kullanışım PENCERE Ekmek ve Hak Dilekçesi Ekmek ve Hak Dilekçesi nedlr? Yanıt: Ekmek ve Hak Dilekçesi halkımızın sesldir, halkımızın ortak katılımıyla pekişen görüşleıimizl llgllllere duyurmayı bir yurtsaverllk görevl sayıyoruz," Ekmek ve Hak Dilekçesi'nde altını çizdiğim satırları blrlikte okuyalım: "Halk yoksulluk ve umarsızlık Içerisınde kıvranırken, holdlng sahlf. leri, dünyanın en zenginleri sıralamasında İlk sıralarda yer almaktadın Türkiye'de 94 şirketli bir holdingin yıllık clrosu, Türkiye Cumhurlyeti bütçesinın beşte bırını aşmıştır. 'fani İürkiye'nın beş zengininin para gücü, devletin para gücunun üstündedlr. Bu zenginler arasında, servetlni, üç yılda 56 kat artıranlar vardır. Bu açık soygun ve sömürüyü surdürmek ve kurumsallaştırmak İçin anti demokratık yasalar ve yasadışı baskılar uygulanmaktadır. Çağdaş insanın vazgeçilmez temel hak ve özgürlükleri yok edilerek, kltleler, kişisel ve Orgütsel olarak EKMEK VE HAK arama araç ve olanaklarından yoksun bırakılmaktadır Sendikal özgürtükler, bu arada grev ve toplusözleşme hakları kaldınlmadan, memurların örgütlenme hakkı kısıtlanmadan, köylulüğün ekonomik savaşım araçları demokratlk kooperatiflerln etkinllği kırılmadan, "genel oy" hakkı askıya alınmadan, 24 Ocak Karartarını uygulama olanağı bulunamazdı. Bu politlkanın sonucu olarak Türkiye gelırlnde, ücret ve maaşların payı % 32.79 Iken % 19.50'ye düşmüş; buna karsılık, kir, taiz ve rantlann payı, aynı yıllarda % 42.88'den % 58.40'a yukselrniştir. Işçi, kuylu, memur, öğretmen. esnaf, zanaatçı, emekli ve ötekl çalışanların gellrlerindeki azalma, emekçi yığınların sürekli yoksullaşmasına yol açarken, onlardan sızdırılan değer, ulusal ölçekte, toplumsal gönenci sağlayacak yatırımlardan çok, küçük bir azınlığın artan kâr faiz ve rantlarına aktarılmaktadır. "Ulusal Ekonomi" kavramı, adeta modası geçmiş bir modelmiş gibi, ekonomi politiğin hurdalığına atılmak istenmektadir. Bilglnin, bllımln, teknlkbilimin uluslararası nitelik kazandığı bir çağda, biçimsel bakımdan bazı değişmelere uğraması doğal olan "ulusal ekonomi" kavramı, özü ve ıçeriği bakımından tam anlamıyla yozlaştırılmış, ekonomiye ulusal özerklik kazandırmak yerine, gelişmiş kapltalist ulkelere bağımlı flnans kuruluşlannın amaçlan doğrultusunda, ülke bir çeşlt hammadde ve yan hammadde üretim alanı ve tüketim malları pazanna dönüşturülmuştür. Türkiye gellrinde tarımın payının 1979'da % 24.33 iken, 7985'te % 201Te düşmuş olmasının nedenıni, ürünlerin fiyatmın, sınai ürünlem göre, sürekli düşürülmuş olmasmda aramak gerekir. Köylü, 1979'da 100 litre motorını, 179 kg buğdayla alırken, 7985'te aynı miktarda motorini 292 kg buğdayla alabılmıştır 1979'da gene 100 litre motorini, 632 kg pancar karşılığında alırken, 1985'te, ancak 1421 kg pancar karşılığında alabilmıştır. Aynı yıllar ıçerisınde, banka kredi faizleri % 18'den % 35'e çıkanlmış; makıne, gübre, motorın, ılaç, tohum fiyatları, yabancı para kuruluşlarının dayattığı doğrultuda devlet desteğlnden yoksun bırakılarak, hızla arttırılmış, tanmsal ürünlerin gerçek fiyatları, devletin denetimin' de, gıderek düşürülmüştür. Dolayısıyla, tanmsal alanda köylulüğün ya rattığı kaynaklar, sermayenin artan kirlarına aktanlmış, küçük bir azın lığın hızlı zenginleşmesı amacıyla, köylülük de hızla yoksullaşmaya sürüklenmiştir. Kırsal alanın nüfusu 1980de toplam nüfusun % 62'slnl oluştururken. 1985'te bu oran % 45'e duşmüştür. Bu, özünde yeni istihdam alanları yaratmaktan yoksun sınai merkezlere emilen bir nüfus değişmesinin değil, yoksullaşmış ve umarsız kalmış köylulerin, kırsal alandan kentlere Itilmiş olmasının sonucudur. Ulkemiz, tarihinde görülmemiş ölçüde dış borçlar altına sokulmustur. Döviz bunalımı kalmadı diye iktidarca övunülen bu dönemde son altı yılda dış borçlar bir kat daha artarak 13 milyar dolardan 26 milyar dolara, faizleriyle birlikte 30 milyar dolann üstüne çıkmıştır. Bugün Turklye'nin dış borcu bir yıldaki dışsatımdan elde ettiği paranın uç buçuk katıdır. Türkiye, her yıl satın aldığı mal ve hizmetlerin bir milyar dolarlık bölümünu borçlanarak satın alabılmektedır. Bundan da önemlisi, yurdumuz borçlannı yeniden borçlanarak ödeyebilmektedir. Her yıl vadesi gelen borçların anapara ve faizleri yabancı ülkelerden yeniden borçlanarak ödenebılmektedir. Dış borçlarla ilgili yalnızca faız ödemeleri tutarı yabancı ülkelerde çalışan ışçilerimizin yurda gönderdiği dövize eşittır Türkiye her yıl daha çok borç ödediği halde, her yıl borcu daha da artan bir kısır döngü içerlslne glrmlstir. * •k ARADA BİR Prof. Dr. REŞAT D. TESAL Bu yazıda, kentleri yaşanmaz, tarlayı ekilmez hale sokan kimyasal artıklardan ve her türden canlı dışkısından söz edilecek değildir. Bunları bir ölçüde gidermek, kokularını ve organik zararlarını önlemek olanağı daima vardır. Sözümüzü toplum ilişkilerinde oluşan çevrelerin kiri, zararı üzerinedir. Bu kir, mide, ciğer, barsak bozmak. Bitkilere, balıklara zarar vermez. Pis kokmaz. Tersine, bazen en seçkin parfümler, ipek giysiler, yaşmaklarla bezenir, tatlı ses ve nağmelere bürünür. Çoğu kez de çılgın zenginlikte şölenler, gösteriler, alaturka ve alafranga partiferle yoksul ülkede uydurma bir refah havası yaratmaya çalışır. Amma onun toplumsal zararı sonradan ağır ağır çıkar. Böyle bir kirin, iri ahtapot kollarından kendini kurtarabılene aşk olsun! Aslında hemen de herkesin bir çevresi vardır. Marifet bu çevreyi yararlı biçimde kurup geliştirmektir. Durum devlet adamları için de böyledir. Onlar da çoğu kez yanlarında, mahremlerinden oluşan bir çevre yaratmaktan kurtulamıyorlar. Tarih bunun iyi ve kötü pek çok örneklerini kaydetmiştlr ve etmektedir. Osmanlı devletinin kuruluş ve gelişıminde büyük yararları görülen padişah lalaları, (eğitıcıleri, gıderek sadrazamları), Sokullu ailesinden gelen vezirler Tanzimatı, Islahatı ve Meşrutiyeti gerçekleştiren Raşit Âli, Fuat ve Mithat Paşalar bizdeki iyi çevre örnekleridır. Fransa krallığını yücelten Kardinaller olmuştur. Napolyonlar dahi yakın çevrelerinden ülkelerine yarar sağlamışlardır.Bir Voltaire, ünlü bir muzisyen Prusya saraylarına şan ve şeref getirmiştir. Bu tür çevreleri hayırla anmaktan insan elbette kendini alamaz. Ancak, kötü iz bırakmış, hatta yıkıntılara önayak olmuş politik çevreler de vardır. Rus Çarlığı'nı kemiren asilzade sefaheti ve hele köylü papaz Rasputin ve etrafına toplanan sapıklar bu imparatorluğun göçüp gitmesinde önde gelen etkenler olmuştur. Bizde padişah damadı paşalar, imparatorluğun son dönemini kötü tutumları ile simgelemişlerdir. Acaba eskilerin "Yâran" diye adlandırdıkları bu tür çevreler olmadan devlet işleri yürütülemez mi? Elbette ki yürütür. Ancak bunun için kişisel politik yetenek lazımdır. İyi bir formasyon almış, kavrayışı güçlü, âni ve isabetli karar mekanizması yeterli bir siyasi, yüklendiğı devlet işini ifrat bir danışmaya gitmeden, fazla bakmadan pek güzel çevirir. Bir de görevinde art düşüncelere, politik veya kişisel yolsuz çıkarlara eğilim göstermemek gerekir. Yoksa, sırdaş aramaktan, sorumluluk paylaşıcısı peylemekten kurtulunamaz. Atatürk, sonradan basının ve ajansların "Mutad zevat' diye adlandırdığı çevresindekılere kendini ve yönetim ilkelerinı tartışmasız kabul ettirmesini başarmış nadır devlet adamlarmdandı. Ne yazık ki ona yakın geçinenler, büyük önderin sağlık durumuna yeterince eğilememişler, onu daha uzun yıllar başımızda görmekten bizi yoksun bırakmışlardır. Bugün Türkiye'de alabildiğine ters etkiler gösteren ve büyük tepkilere yol açan düzensiz, denetimsiz, hatta bilinçsiz bir politik çevre faaliyeti başgöstermiştir. Âdet ve geleneklerini tarihe gömdüğümüz saraylara, kutsal yerlere kadar uzanan bu sataşmaların, "Dur!" denemeyecek ve kolayca sökülüp atılamayacak yakınlardan gelmesı, kuşkuları daha da arttırmaktadır. Bu nedenle, toplumca sıkı durmak, kanımız, canımız pahasına kazanılan ulusal bilinci, laikliği ve demokrasiyi elden kaçırmamak için gereken çabayı harcamak zorundayız. Türke Türkten başka başka yardımcı yoktur. Bayan yanında pansiyon. Kızıltoprak OKURLARDAN Türkiye'de S.Sigortalar Kurumu 'ndan emekli olan bir klmse, emekli maaşı kesilmeden ikinci bir işte çalışma hakkına sahip oldu. Çok yerinde ve isabetli olan bu yasayı çıkartanlara, biz gurbetçiler olarak minnettarız. Adı geçen hak (an maalesef biz gurbetçiler mahrum bırakıldık. Yurda kesin dönüş şartı olmadan bizlere de bu hakkın verilmesi gayet yerinde ve isabetli bir karar olurdu, maalesef bizler bu yasantn dışında kaldık. Danimarka'daki Türk işçilerinin yarıdan fazlası maalesef uzun süredir işsiz olup, geçimini işsizlik yardımı veya sosyal yardımlarla sürdürmektedir. Bu durumda emekli olabilmek için kesin dönüş yapıp, Türkiye'de tüketici durumuna duşmemiz kimin yararına olur? Buralarda dayanabildiğimiz kadar durup, vutanımıza üç beş kuruş daha döviz göndersek fena mı olur? Bîrçok vatandaşımız geleceğini emniyete almak için Türkiye S.Sigortalar Kurumu'na, burada geçen hizmetlerini borçlanıp, milyonlarca lira karşılığı prim borcunu döviz olarak S.S.Kurumu'nun kasalanna yatırmışlar ve emekli olma şartlarının bütün gereklerini yerine getirdikleri halde, yurda kesin dönüş şartı arandığmdan malesef emekli Kesin dönüş koşulıı aranmasın Çevre Kiri! olamamaktadırlar. Bu, doğrudan doğruya biz gurbetçilere büyük haksızlık ve adaletsizliktir. Türkiye'den emekli olduktan sonra, burada kalıp, buranın bütün sosyal haklarından (işsizlik sigortası, sosyal yardım vs. gibi) faydalanmamız, hem vatanımız ve hem de bizler için büyük bir avantajdır. Son emeklilik yasasının borçlanmayı bile kesin dönüşe bağlayan maddeleri bizler için büyük bir haksızhktır. Emeklilik konusunda yeni tasa tasarısı hazırlanırken, biz gurbetçilerle ilgili çarpık hükumlerin düzeltilmesini sayın parlamenterlerimizden önem ve acilen beklemekteyiz. BtR GURBETÇİ / DANİMARKA Apartman zrmininc kıraathane açıltr mı? Kartal, Meşeli Ayaznıa Caddesi'ndeki Eminbey apartmam sakinleriyiz. 9 daireli apartmammızın zemininde 3 dükkân bulunmaktadır. Bunların biri boş, diğeri oto galerisi(l), bir diğeri de pek yakında"kıraalhane" olmak üzere... Şunu helirtelim bir kere, bir apartmanın altında oto satımı yapılmamalıdır. Çunkü rahatsız edicidir. Ve rahatsız edici bu gibi olayların nlmnıınn Imntmıln da bell'rli sınırlamalar içinde yer yoktur. Peki, kıraathane rahatsız edici değil midir? Bu konuda Kartal Kaymakamlığı'na başvurduk. 'Açılmak üzere olan bu dükkâmn ruhsatı yoktur' dedik. Kaymakamlık bizi bu konuyu çözmek üzere karakola gönderdi. Oraya da gittik.. Verilen yanıt şu oldu: "Açamazlar!" Apartmammızın yönetim planında bu gibi olaylara Izin dahi olmamasına karşın, şu güne dek kanuni girişimlerimiz sonuçsuz kalmıştır. Ayrıca yine açacak olanlara bu konuda belirttiğimiz bilgilere (onlarca) verilen yanıt, "Bizle baş edemezsinlz" olmuştur. Sözümuz Kartal ilgili makamlarına! Kanunumuz "sözde" kaldığı surece böyle kanun dışı, haksız uygulamalar sürecektir. Ricamız, sadece Kartal'daki ilgililere değil, Istanbul Belediyesl 'ne, Valiligl 'nedir! llgilenilmesi dileğiyle. öğrenci var. Ben ve benim gibi olanlar, büyük umutlarla, büyük çabalarla imkânlarını zorlayarak bu okullara yazıldı. Bu okullara girerken kısa yoldan hayata atılmak için bir an önce para kazanmak ve aile ekonomisine katkıda bulunmak istedik. Ailemizde yalnız biz değil, kardeşlerimiz de okuyacakianna göre, onlara okuma imkânı tanınması için bizlerin para kazanarak bu imkânı kardeşlertmize sağlamamız gerekir. Ama nasıl?.. Yüksek öğretim Kurumu, iki yıllık meslek yüksekokullarını üniversite olarak kabul etmiyor. Neden mi? Bizler yedeksubaylık hakkından yararlanamıyoruz, bizler kısa süreli askerlikten yararlanamıyoruz ve yine bizler gerçek ve tüzelklsiler ile kamu kurum ve kuruluşlarının açtıkları uzmanhk sınavlarına katılamıyoruz. Tıp fakültesi altı yıllık. isletme fakültesi dort yıllık bir eğitim veriyor, ama sonuçta her iki fakülte mezunları da yüksekokul mezunlarına tanınan haklardan faydalanabiliyorlar. Bu iki okul arasında da iki yıllık bir eğitim süresi farkı var. Şimdi yetkililere soruyorum: Bizler neden bu haklardan mahrum bırakılıyoruz, neden üniversite mezunları sayılmıyoruz? KEMAL SABANCI / ERZİNCAN JSeden üniversite mezıımı sayılın lynrıız? Atatürk Üniversitesi Erzincan Meslek Yüksekokulu muhasebe bölümü mezunuyum. Okulum iki yıllık bir eğitim vermektedir. Türkiye 'de benim gibi iki yıllık eğitim veren okullardan mezun olan çok sayıda IULGA AKOÜN / KA R TA l. //S TA NBUL "Ekmek ve Hak Dilekçesi" devlete devlet olduğunu anımsatmak için yazılmıştır. Devlet nasıl bir devlet olmalıdır? "İnsan devlet için değildir, devlet insan içindlr" kuralını geriye iten devlet, çağdaş demokratik devlet olamaz. Eğer devleti yönetenler insanı ve halkı ezmek için devleti bir makine gibi kullanmaya kalkarlarsa, onlara devletin varlık nedenini anımsatmak için gereklı uyarıyı yapmak yurttaşın görevidir. "Ekmek ve Hak Dilekçesi" bu amaçla kaleme alınmıştır, gerekli yerlere sunulmak üzere... Dr. ERDAL ATABEK Bahariye Cad. 96/3 KADIKÖY Tel: 336 04 49 60.000 TL. Cts. Pz. Tel.: 337 99 43 Saat: 19.00'dan sonra alacagınıdan ckısı Hükümsüzdur. OSMAN KERMEN Hski tablolarınız tuğralı gumu^Ierini/ ve clya^ma cserleriniz için Troy I40 79 M\ Nüfus cUzdammı kaybettim, hükümsüzdur ÎSMAİL BACAK Ehliyetimi kaybettim. Yenisini
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle