23 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CUMHURÎYET/8 1 HAZ/RAN 1984 Röportaj: YALÇIN PEKŞE1S Çizgi ve fotoğmflar: BEYSUM (İÖK0S GÖRMEYENLERİN AYDEVUK DUNY4SI 1 ANKARA^ .ANKA, MÜŞERREF HEKİMOĞLU E mirgan tepelerindeki Resitpaşa Mahallesi'nde bulunan Altı Nokta Körleri Eğitme Merkezi'nde geçirdiğimiz iiçüncü gündü. Üç kath binanın her yerini defalarca gezmiş, lafm gelişi neredeyse "göziimuz kapalı" dolaşacak hale gelmişıik. Okuldan ayrılmadan önce okul müdürü Hasan Keskin'in önerisine uyarak yüzüme bir maske takarak dolaşmayı denedim. Maske, en ufak bir ışık sızdırmaması için siyah ve kalın bir kumaştan özel olarak yapılmıstı. Bu yüzden başımın çevresini dolaşan lastik yerine oturur oturmaz dünyam karardı. Önceden kararlaştırdığımıza göre müdür odasından bahçeye çıktıktan sonra sokağa kadar gidip gelecektim. Söz konusu ozaklık 200 metreyi geçmiyordu. Odadan çıkınca dümdüz bir koridordan geçiliyor, sağ taraftaki bir kapıdan bahçeye çıkılıyordu. Bahçede görmeyenler için yapılmış yine dümdüz bir parke yoldan sokağa varılıyordu. Hiç tehlikesi ve zorluğu olrnayan bir gidişgeliş olacaktı düşünceme göre... Sunuş Körlerin dünyası katnnhk değU... milyonluk nüfusumuzun /ğ C G/l içinde resmi rukamlara göre i T%J'mO\J 90100 bin, başka bir inanca göre 450500 bin görmez yaşıyor. Bu sayılann ilki nüfus sayımlarından elde edilen rakamlardır. İkincisi UNESCO'nun saptadığı olasılık orcnından ortaya çıkıyor. Bu kuruluşun saptamalarma göre bir ülkenin nüfusunun yüzde biri görmezlerdir. Ülkemizde sağlıklı bir araştırma yapılmadığı, özellikle kırsat kesim ailelerinin kör çocuklarım yok " sayarak, sayım sırasında belirtmemeleri bu farkı ortaya çıkarıyor. Görmeyenler konusunda yaygın bir inanış var: Körier acınacak durumdadırlar." Bu kanıyı yaratan, bazı görmeyenlerin sakatlıklarından yararianmaya kalkmaîarı ve toplumda uyanan aama duygusunu yardım, sadaka şeklinde paraya çevirmeye çalışmaları.. Başka bir nedeni de gözlerimizi kapadığımız zaman içine düştüğümüz korkunç karanlık. Acaba görmeyenlerin dünyası da bizim düşündüğümüz kadar karanlık mı? Beni bu konuda ilk uyaran 56 yıl kadar önce İstinye Körier Okulu'nda yapılan bir törende, görmeyen öğrencilerden birinin ağzından duyduğum şu sözler oldu: "Ben yedi yasıma kadar kör olduğumu bUmeden yasadım. Hiç bir sıkıntı duymuyordum. Sanıyordum ki, dünya budur ve böyle yaşamr. Sonradan kör olduğumu, başkalanmn gördüğünü anlayınca çok şasırdım." Bu yazı dizisini hazırlamak için görmeyenlerin arasmda yaşadık. Zaman zaman kapalı gözlerle dünyalarma girmeye çalıştık. Gerçekten santldığı kadar karanlık bir dünya değildi içinde yaşadıkları.. Güneşi belki hiç görmemişlerdi ama onun tüm aydmlığını içlerinde duyuyor/ardı. Bu yüzden yazımızın baş/ığını "Görmeyenlerin Aydınhk Dünyası" koyduk. "Kara", "kapkara", "simsiyah" gibi laflar etmedik... BİR GARİP KARASLIK Görmezin dünyası... Y.P. Yunus Emre ve Ayasofya. yy Çarşıya uymuyor F akat müdürün odasındaki hesap, bahçeye uymuyor. Oaha odanın içindeyken kapının yeri konusunda kuşkuya kapılıyorum, son derece tehlikesiz olduğunu bildiğim yolun ilk adımlarında, korkunç tuzaklar içinden geçiyor gibiyim. Sol elimdeki bastonu zeminde iki yana saJlayarak (sarkaç hareketi) duvar uzaklığını ayarlarken, sağ elimin dış tarafı ile de duvara değiyorum. Koridor fazla bir sorun yaratmadan bitiyor. Aklımda kaJdığına göre buradan sağa sapınca bahçeye çıkmam gerekiyor. Fakat bastonun ucu bir engeie takıhyor. Elimle yokluyorum: Bir iskemle bu. Arkasında da bir masa var. Acaba yanbşlıkla koridor üzerinde bulunan odalardan birine mi girdim? Masa ve iskemlelerin arasındangeçmeyeçalışıyorum. Bu kez önümde geçit vermez bir duvar yiikseliyor. Sonunda biri kolumdan tutarak doğru yolu gösteriyor ve kapı girişinde bir danışma masası ile iskemlesi oldugunu 3 gün boyunca görmemiş olduğum ortaya çıkıyor. Kapıya yöneldikten sonra, bahçeye çıkmak da ikinci bir sorun yaratıyor. Yine saytsız kez geçerken görmediğimi anladığım başka bir yola sapıyorum. Yeniden kolumdan tutularak bahçedeki düz yola çıkarılıyorum. Bu yol fazla sorun yaratmıyor. Biraz sonra sokaktayım. Fakat okulun önüne çıkınca, kaldınmlar belirsizleşiyor. Bir süre bu yolda ilerliyorum. Yanımdan araçlar geçiyor. Onlar geçene kadar durmak zonında hissediyorum kendimi. Epey yol aldığıma inandıktan sonra, dönüp aynı yoldan geri dönüyorum. Bu kez daha az sorun çıkıyor. İlk geçişimde edindiğim bazı bilgileri (küçük işaretler) kullanıyorum çünkü. örneğin bahçeden sokağa çıkarken bastonumun ucuyla hissettiğim zemin farkhlığını kapıyı yeniden bulmakta kullanıyorum. Koridorun en sonunda olduğunu bildiğim müdıir odasına vardığımda, sırtımdan ter boşanıyor. Gözümü açıp saate bakıyorum. 20 dakika geçmiş. Aldığım yolun en fazla 300 rnetre olduğu söyleniyor... Bu kez açık gözlerle aynı yola yeniden çıkıyorum ve sokakta aldığım mesafenin 50 metreden fazla olmadığını şaşkınbkla öğreniyorum. Bana kilometrelerce yol yüriimüşüm gibi geliyor oysa. Bir şey daha farkediyorum. Gözlerim açık olarak defalarca Kör olduklannı ölünceye kadar farketmeyenler var geçtiğim bu yolda birçok şeyi farkelmeden yürümüşüm. Yolun zeminini, yer yer çamur ve su birikintilerini, kaldınmın yüksekliğini ilk kez bastonumun ucuyla farkettim. Daha önce hiç duymadığım seslerden çevrede koyunların otladığını, bir ilkokul bulunduğunu görmeden öğrendim. Bu bilgiler karşıhğında bugüne kadar görülmemiş ölçüde camurladığım pabuçlanmla müdür odasının yer hahsuıı berbat etmiş durumdayım. kullanıldığı zaman " k ö r " sözcüğünün hiçbir sakıncası yoktu. Ancak sakathğın alay antamında kullanılmasına ("kör göziü, kör müsün" gibi) veya Tanrı'nın cezalandırma yöntemlerinden biri gibi gösterildiği zaman ("Allah gözünii kör etsinetmesin "şeklinde) bazı görmeyenleri kızdıracak somnlar çıkabiliyordu. Işin ash şuydu; Sakatlığını kabul etmiş olanlar hangi biçimde olursa olsun " k ö r " denince kızmıyorlardı. Bu söze kızanlar sakatlığını kabullenmek istemeyen bilinçsizlerdi. Zaten en önemli konu bir köre, sakatlığını kabul ettirebilmekti. Birçoğu kör olduğunu topluma göstermek istemiyor, bu yüzden baston kullanmayı bile kendilerine yediremiyorlardı. Sonra da herkesin gözü önünde bir çam ağacı ile kucaklaşıveriyorlardı. Ancak iyice bilinçlendikten sonradır İci, eksikliğini anlayabiliyor ve öğrenme ihtiyacı içinde olduğunu kabul edebiliyordu. Hiç görmemiş olanlar kör olduklannı eğitimle öğreniyvr Körlüğün tanımı bilimsel kitaplarda K örlük tanımlanıyor: " G e şöyle rekii bütün düzeitmeler yapıldık Körgörmez deneyieri daha sonra B enzeriçinde de yaptım.körlekent İzlenimlerime geçmeden önce rin dünyasına biraz yakından bakmakta yarar var. Körlere uzun zamandan beri nezaket kurallan çerçevesinde "görmez" veya "görmeyen" deniyor. Oysa benim konuştuğum görmeyenler, kendi aralarında bile bu sakathğı "körJük" olarak isimlendin'yorlar. Bu konu uzun tartışmalara neden olmuş, sonuçta şu karara vanlmıştı: Gerçek anlamda sakatlık için ^fllfl 6ÖREN60ZL£Ri OLANLAR Ö Z L KARANÜK o IIIIIII/I ımuM (an sonra iyi gören gözun ofağan görme gücünün en fazla yirmide biri bulunan kişi kördür" 1954'te Paris'te toplanan Dünya Körier Konseyi üye ülkelere bu tanımın benimsenmesini önermiştir. Ülkemiz için de bu tanım geçerlidir. Tammdan anlaşılacağı gibi körlük hiç görmemek anlamına gelmiyor. Ancak pratikte yirmi de bir oranında görmenin görmemekten fazla bir farkı yok. Sonuçta gurülen hafif bir ışık veya belli belirsiz bir karaltı olabiİiyor çünkü. Verilen bilgilere göre körlükte bu ölçüden çok, sakathğın ortaya çıktığı yaş önem kazanıyor. Görme gücünü beş yaşından önce yitirenlere, "anadan doğma" kör deniliyor. Çünkü bu yaşa kadar edinilmiş görsel yaşamlar, görme gücünü yitirdikten sonra hızla silinmekte ve geriye hemen hemen hiçbir anı kalmamaktadır. Görme gücünü beş yaşından sonra yitirenlere "sonradan kör olanlar" deniliyor. Bu süre ne kadar uzun olursa, (ya da köriük ne kadar geç baş gösterirse) kişinin gelişimi ona göre değişiklikler arzediyor. Örneğin; bazı şekilleri hatırlama, sonradan yaşamı kolaylaştıran bir avantaj olabiliyor. özeti şu: Yener ilkokula gitme zamanı gelene kadar gördüğünü sanmaktadır veya görmediğini bilmemektedir. Hatta sokakta arkadaşlarıyla saklambaç, körebe, hırsızpolis gibi oyunlar oynamaktadır. Okula başladığı zaman bile durumu anlayamamıştır. Çünkü o da arkadaşları gibi okula gitmiş ve konuk olarak sıralarda oturmuştur. Daha sonra Ankara Körier Okulu'na gitmesi gerektiğinde bu ayrılışı okula gitmenin bir gereği sanmıştır. Körier okulunda da önceleri bir şey anlamamıştır. Çünkü herkes kendisi gibi kördür. Görmediğini öğrenebilmesi için, okulda bunun kendisine sözle anlattlması gerekmiştir. Türkiye Go'rmeyenleri Eğitim ve Himaye Derneği Genel Başkanı Erdoğan Ant da okula gidene kadar sokakta arkadaşlarıyla çelikçomak oynamaya, kaydırak kaydırmaya, ağaçlara tırmanmaya çalışmıştır. Ancak arkadaşları, okula başlayıp da kendisi bunun dışında kalınca, durumu farkedebilmiştir. Daha sonra kendisine geniş yer vereceğimiz İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat Olgun Uygun da Selahattin Yener gibi körlüğünü ilk defa körier okuluna gittiğinde öğrenmiştir. O ana kadar 4 kardeşiyle oyunlar oynamış, hiçbir şeyin farkına varmamıştır. Körlüğünü farkedebilmesi için, kendisine bilgi verilmesi gerekmiştir. İlk şok öyküleri birbirine son derece benziyor. Bütün bunlardan çıkan anlam şu: Görmeyenler sanıldığı gibi görmedikleri için büyük bir facia yaşamıyorlar. Mevcut olmayan bir duyu, hiç mevcut olmamışsa fazla bir sorun yaratmıyor. Bir duyunun eksikliği öğrenilince ortaya çıkan sorunlar da eğitimle çözümleniyor. Yarın: Körlere eay ve sigara İeı bile ögretiliyor. . . . Dünyaca ünlü orkestra şefi Stokovvsky, Adnan Saygun'un Yunus Emre Oratoryosunu Amerika'da yönettiği zaman şöyle diyor: " Din müziği varsa budur" Sonra da bir özlemini belirtiyor " Bu oratoryoyu Ayasofya'da seslendirmek isterdim." Bu özlemi ben de duydum, ama dindirecek yöntem beri gelsin. Yunus Emre Oratoryosunu geçmiş yıllarda birkaç kez dinledim. Adnan Saygun'u da her zaman saygıyla selamladım. Bu oratoryo çoksesli miiziğe geçişimizin en önemli yaprtlarından biri. Türk müziğinin zenginliğini büyük ustalıkla yansrtıyor, bu yaprtla Türk müziği evrenselliğe ulaşıyor, denebilir. Yurt dışında en çok çalınan Türk yapıtı bu, Macaristan'da, Almanya'da, Amerika'da geçen bahar da Viyana'da. Avusturyalılar Türk kuşatmasını geriletmenin 200'üncü yılını kutlarken Adnan Saygun'un yapıtını dinlediler, üstelik sözlerini Almancaya çevirerek... Bana büyük coşku verdi bu olay, sanatçılarımızın çağdaş düzeyini dünyaya duyurmanın sevincini hissettim. Adnan Saygun ile konusmak da büyük coşku verir insana. Toplumumuz da böyle kişiler var diye sevinç duyar. Atatürk'ün müzik devriminin öncülerinden biri Saygun, o devrimi uygulayan bir sanatçı. Durmadan vurguluyor o devrimi. 75 yaşında ama hâlâ dimdik ve hâlâ yoğun çalışmalar içinde, durmadan yazıyor, yeni yapıtlar yaratıyor. Yazmaya mecburum, dedi bir gün. Çağdaş bir sanatçının direnişi var bu sözlerde. Atatürk'ün Türk toplumu için öngördüğü çağdaş uygarlık düzeyi doğrultusunda bir direniş... Saygun'dan dinlediğim bir anıyı bu köşede bir kez daha yazd/m galiba, yinelemekte yarar görüyorum. 1930'lu yıllarda komşu İran Şahı geliyor Türkiye'ye. Şah onuruna büyüK program hazırtanıyor. Askeri geçitler, törenler, fabrika bacaları yanında komşu hükümdarın bir de opera seyretmesini istiyor Atatürk. Bir Türk operası seyrettirmenin onurunu duyuyor. Operayı çoksesliliğin bir simgesi, çağdaş uygarlığa yönelmenin göstergesi diye düşünüyor besbelli. Fabrika bacası göstermekie yetinmiyor. Geçende Ankara opera festivalinin ilk gecesi Yunus Emre Oratoryosunu dinledi başkentliler. Cumhurbaşkanı Evren de iztedi bu sanat olayını. Perde kapanınca Adnan Saygun ile müziksel bir söyleşi yapıyor Sayın Evren. Sorular ve yanıtlarıyla ilginç bir söyleşi. Bu arada, Kültür ve Turizm Bakanı Mükerrem Taşçıoğlu da Adnan Saygun'a içtenlikle soruyor: Çoksesli müzik sevgisini geliştirmek, yaygınlaştırmak için ne yapmalı? Bana çok olumlu geldi bu soru, çoksesli müziğin yozlaşmasından tedirgin olanlara umut veren bir soru. Adnan Saygun soruyu yanıtlıyor, belirli çalışmalar yapılması gereğini vurguluyor. Kültür Bakanı değerli sanatçıyı ilgiyle dinliyor, sonra gülümsüyor.. Bunu halka onaylatmak kolay değil, gibilerden bir şey söylüyor. Adnan Saygun da gülümsüyor: Petrole, yiyecek maddelerine zam yaparken halktan onay almıyor, ekonominin gereği diyorsunuz, bu da müziğin gereği, diyor. Çoksesli müziğin yozlaşmasına yol açanların bu sözlerden çıkaracağı güzel bir yorum var bence, Sayın Taşçıoğlu da bu yorumu yapar inşallah. Ancak uzun süredir çoksesli müziğin gereği yapılmıyor. Geçmiş yıllarda Çumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Anadolu ilterine giderdi biliyorsunuz. Cumhurbaşkanı Evren de Suna Kan'ı ilk kez orkestrayla bir Doğu ilinde çalarken dinlemiş galiba. Orduevinde de bir yemek vermiş orkestra üyelerine. Bugün bu konser turları yapılmıyor, bırakalım Doğu illerini TV'de bile çoksesli müziğe çok az yer veriliyor, TV programlarında çoksesli ve tek sesli müzik yazanlannın oranı gözden geçirilirse çoksesliliğin yozlaşma nedenleri ortaya çıkar. Çoksesli müziği seven, konserlerin de bir numaralı dinleyicisi oJan İsmet İnönü, "Bumüzik[dinlenereksevitir"diyor. Peki nerede dinlenecek bu müzik? Önce radyoda, televizyonda sonra halka açık konserlerde, Londra ya da Viyana'da güzel bir konseri büyük salonlarda, ya da pa.klarda dinliyor halk. Dinleyerek seviyor. Güzel bir oyun, güzel bir sergi de en yaygın biçimde halka sunuluyor. Güzel şeyleri görerek, dinleyerek başka bir düzeye ulaşıyor insanlar. Ben de çocukluğumda radyoda dinlediğim konserlerle sevdim çoksesli müziği. Proterius yönetimindeki konserler, Cevat Memduh Altar'ın müziksel söyleşileriyle gelişti sevgim. Sergilere de öyle gittim, Milli Eğitim Bakanlığı'nın yayınladığı Dünya Klasikleri'ni de giderek başka bir tutkuyla okudum. Benim kuşağım daha mı mutlu acaba, çünkü biz güzel bir çabayla yaşadık. Güzel şeyler gördük, bir toplumun çağdaşlaşma sürecindeki güzel savaşına tanık olduk. Bugün iletişim araçları çok gelişse de çağdışı yaşıyoruz, sanat olaylarına da, bilim olaylarına da kapalıyız. Giderek yoz\aşan bir ortamda çağdaş sanatçılarımıza bile yabancıyız. İşin kolayına gidiyor herkes, halk istemiyor, halk beğenmiyor, anlamıyor diye beceriksizliğin. başarısızlığın savunmasını halkın sırtından yapıyor, halkın yaratıcı gücünü bile görmezlikten geliyor. Peki sen ne yapıyorsun diye sormak gerek kişilere ya da kuruluşlara. Halkın anlaması, sevmesi. bir sanat olayına bakış açısını genişletmesi için gerekeni yapıyor musun? Çoksesli müziğin bir gereği var, Saygun'un dediği gibi. Ama biz giderek tek sesli oluyoruz, siyasal yasamda da bu eğilim giiçleniyor giderek. Oysa demokrasinin de gereği çokseslilik değil mi? Adnan Saygun'un oratoryosundan bakın nerelere geldik. Tüm sorunlar bir noktaya saplanıyor sonunda, oysa ben Saygun ve başka sanatçılarımızla güzel bir yere gideceğimizi yazmak istiyorum. Çağdaş düzeyimizi dünyaya duyurmak için onlardan yararlanmalı, tüm olanakları zorlamalıyız. Örneğin İstanbul Festivali'nde Yunus EmreOratoryosu Ayasofya'da çalınsa ne olur? En azından Atatürk'e bir saygı olur, Ayasofya'yı müze olarak korumak Atatürk'ün çok uygar bir karan. Banşçı politikasının bir simgesi. O görkemli kubbeler altında Yunus Emre Oratoryosunu dinlemek de görkemli bir müzik şöleni, evrensel bir olay bence. O olayı yaşamak umuduyla... ilk şök: Körlüğü farketme İLE KCRKU VEAÜMA^I A 6ÖRMEK . uÖREN İCİN nadan doğma körlerin yaşamında iki devre var. Körlüğün farkedilmesinden önceki ve sonraki devreler. Körlük gibi bir sakathğın farkedilmemesine olanak var mı? Körlerle konuştuktan sonra anlaşılıyor ki, vardır. Her anadan doğma körün çocukluğunda görmediğini farketmeden yaşadığı bir zaman olmuş, bu süre hemen hemen eğitim yaşına kadar (78 yaşına kadar) sürmüştür. Aileleri tarafından evde korunan ve dı;, dünya ile remas eitirilmeyenlerde daha ileri yaşlara kadar (3540 yaşına, hatta öiünceye kadar) kör olduğunu farkeımeyenlere rastlanabiliyor. Körlüğü farketme noktasına "ilk şok" adı veriliyor. Çünkü görmeyen kişi o güne kadar kendini tamamen sağlıklı sanmaktadır. Belli belirsiz bazı aksaklıklann farkındadır, ama bir duyusunun eksik olduğunu henüz anlayamamıştır. Çoğunlukla okul yaşına gelindiğinde arkadaşlannın veya kardeşlerinin kendinden ayrılmasj ilk şoku yaratmakradır. Bugün Ziraat Bankası Ktanbul Bölgesi Dış Muamclclcr Şube Müdiırlüğü'nde çevirmen olarak çal'şan SelahaKiıı Vener'in ilk şokla ilgili söylcdiklerinin tüm mezunlannı 3 Haziran 1984 Pazar günü, saat 15.00'ten itibaren okul saionlannda kutianacak olan geleneksel Özel istanbul Alman Lisesi SOSİS GÜNÜ'ne davet eder. MİRASÇILIK İLANI BEYOĞLU 2. SLLH HUKLK HÂKİMLİĞfNDEN Dosya No: 1984/24 TEREKE İsıanbul, Beyoğlu, Hüseyinağa Mahallesi, eilt 20, sayfa 74 ve Kulük Sıra Bilâ nunıaralannda nüfusa kayıtlı; Ayni mahal, Nane Sokak 6 sayılı yerde oıurmakta iken 14 9/1983 larihinde vefaı eder HIRİPSİMA KEGANUŞ NİŞASTACIYAN'ın terekesine mahkemcmizce elkonulmuştur. Kanuni mirasvilarının ilan larihinden itibaren Türk Mahkemelerinden alınmış veraseıle mahkememize müracaalla terekeyi teslim aimaları, aksi halde isıihkak hakları saklı kalmak kayıt ve şartı ile M.K.'nun 534/2. maddesi gereğince lereke me*cudunun hazineye devredileceği hususlar ilan olunur. 11/5/1984 Basın: 17604 KIRALIK Bodrum Tıırgutreis Soytaş Tatil Köyünde 22 Temmuz iie 11 Ağusios dönemi 20 gün için kiralık müstakil Villa. Telefon: 358 28 67 357 02 24. KARŞIYAKA'DA Salacağınız alacağınız daireler için arayınız, yazınız. BURClf OFİS Beledive Sok. Tuncalı İçhanı No: 104 KARŞIYAKA/İZMİR YL'RÜ YÜŞE DOCRV Altı Sokta Eğitim MerkezVnde bastonla yürüme çalışması. Bir süre sonra bastonun ucu göz yerine geçiyor. Tel.: 23 01 13
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle