23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
8 Ikinciteşrin 1938 CUMHURİYET ŞEHRİN İÇİNDEN Milletler arasmda kuvvet muvazenesi [Basmakaleden devam} Kollektif emniyet vahimesinin temin edemediği sulhu ve sükunu hakikî olarak elbette kuvvetlerin muvazenesi temin edebilecektir. Son Avrupa buhranının Münih anlaşmasile bertaraf edilmiş olması bu prensipe dayanır. İngiliz devlet adamları yakında Pariste ayni prensipi daha ziyade kuvvetlendirebilmek için Fransız devlet adamlarile görüşeceklerdir. Meseleler sulhan dahi halledilebilmek için yekdiğere hürmet eden adalet ve müsavat fikirlerinin muvazeneli haysiyetine istinad edebilmelidir. Yoksa bir tarafın zayıflığından kargaşalık ve harb çıkar. Hürmete lâyık kuvvet: İşte sulhun sağlam temeli. Zayıflığın her şekli: İşte harblerin ve felâketlerin kaynağı. Haysiyetli ve sulhsever olmak iddiasında bulunan büyük küçük her milletin baş vazifesi kuvvetli olmaktır. İnsanlığın selâmeti ve şerefi işte bu millî kuvvetlerin muvazenesine dayanabilir ancak. İflâs eden Milletler Cemiyetinin insanlığa bir kere daha öğretmiş olduğu hakikat budur. Eğer şimdi dünya yüzünde Çin faciası gibi işler görülebiliyorsa bu muvazene buhranmdan doğma bir felâketten başka birşey değildir, ve Japon taarruzu behemehal Çinin aleyhine neticelenecek bir iş de sayılamaz. Çinliler şimdiye kadar millî şuurla kuvvetli kahramanca müdafaalar yaptılar. Bunlar o türlü mukaddes kalkınmalardır ki sebatla ileri götürüldükleri zaman neticede muzaffer çıkmamalarına ihtimal tasavvur edilmez. Tarihten yapraklar Ay nasıl tutuldu? Gördüğümüz artık bir yuvarlak değildi, ay kalın bir hilâl şeklini almış, saniyeden saniyeye inceliyor ve zerre zerre kararıyordu İki âşıkından, güneş ve arz hangisine tutulup da böyle ikidebir, karalara büründüğünü, daha hiçbir heyetşinasm keşfedemediği, gecelerin hercai ve ser seri kızı, bu gece yeni bir tutkunluk devresi geçiriyor. Nurlara boyadığı gecenin esrarlı bahçelerinde kırıta kırıta dolaşan bu dolgun vücudlu dilber, daha on gün evvel, bir gümüş kaştan rbaretti. Göz kırparak dolaşan seyyarelerin karşısında, şimdi gelinlik çağına erişmiş bir kız kadar utangaç görünüyor. Göklerin tavanına çakılmış altın çivilere benziyen yıldızlar, bu gelinlik kızın düğününde, meş'ale tutar gibi, etrafında dört dönüyorlar. Gecelerin ezelî ve ebedî ziynetile, Beyazıd tepesinde karşı karşıyayım. U zaktan, onu tetkik ediyorum: Meçhul lerin dilile konuşan bu muammalı hüviyete karşı içimde derin bir hayranhk var. Bu ışık parçası, karanlık gecelerde, bekçiliğini yaptığı güneşin, nesidir? Ve hangi kuvvet, çocukların «Aydede» adını verdikleri bu inceleşip kalınlaşan parlak dilimi tepemizin üstünde, bir kandil gibi tutuyor?.. Bir daha, bir daha bakıyorum: Fazla uykudan kimbilir kaç asır şişmiş gibi görünen, yumru gözlerinde, sönmüş ihtirasların ve geçmiş fırlınaların izleri, projektörle aydınlatılmış bir kitab gibi okunuyor. Gece ağır bir silindir gibi, saatlerin üzerinden geçerek ilerliyor. Geç vakte kadar, kalın bulutlarm içinde kaybolan bir gündüze mukabil, bu umulmadık ve beklenmedik beyaz bir gece! Ve ay, bu beyaz gecenin bütün hususiyetlerini, en ince çizgilerine kadar, ifşa ediyor. Havada ancak hissedilir bir ayaz var. Bütün gün kıskanc bulutlarla, her taraftan sarılan mehtab, sanki «yeter!» diye silkinerek» peçesini bir kenara hrlatan bir Türk kızı kadar cesur... Öyle de olgun bir kız ki, yirmi dört saat sonra, belki ihtiyarlamış sayılacak! Bu gece ayın tam on dördü!.. Sonbahann ezici ve kıncı rüzgârları altında, yapraksız kalan dallar, adeta nefes almaktan korkarak, onun «tutulacağı» dakikayı bekliyorlar. Bayan ay, kaşlannın kıvnlışmda, dudaklarının manalı çizgilerinde, yeni bir maceraya atılacağını, bize şimdiden müjdeliyor gibi!.. Onu, çırılçıplak, seyretmeğe hazırla nıyoruz. Küçük ve tesirsiz bulut zerreleri, pervanelerin ışığa doğru atılmalarmı andı ran bir incizabla ona doğru koşuşuyor lar. Korkuyorum. Bu kadar zahmete katlandığımız halde, bütün bir geceyi uykusuz geçirmeğe mukabil, onun tutu luşunu göremiyeceğiz diye korkuyorum. Rüzgâr, o kadar sık istikamet değiştiriyor ki, yarım saat evveline kadar, rasad merkezleri bile, ayın tutulacağı dakika da, havamn nasıl olacağını kestireme mişlerdi. Tabiatin büyük fermanile biz fanilere hîç sormadan hareket eden bu gökyüzü çarkı, istersc, bir an içinde, manzarayı değiştirir, makinesini, bütün tertibatile ayar eden «Cumhuriyet» in fotoğraf Gün akşamlıdır dedem! Ustalıkla atılan bir kemend kendine hükümdar süsü veren ihtiyar vezirin elini havada bırakmıya kâfi geldi Avcı Sultan Mehmed tahta çıkarıldığı sırada henüz yedi yaşını doldurma mıştı. Hatta cülusundan sekiz gün sonra kılıc kuşanmak üzere Eyüb camiine giderken bindiği atın dizginini büyük îmrahor tutuyordu. O gün üzerinde sarı renkli bir entari ve altın işlemeli kırmızı bir cüppe vardı. Sarığma yarım tavuk yumurtası büyüklüğünde bir zümrüd sokulmuştu. Alnına da nazar değmesin diye ocak isi ile bir çızgi çizilmişti! Bu çocuk yetmiş, seksen milyonluk bir kütlenin idaresini omzuna almış ve yetmiş iki millete mensub olan böyle bir kalabalığın mukadderatını iradesine bağla mış demekti. Henüz okuması yoktu, yazması yoktu. Rusyadan gelme anasile Rumdan dönme büyük anasından ve birkaç haremağasından ders alarak Osmanlı İmparatorluğunu idare edecekti. Halbuki onlar, o Türk olmıyan mürebbiler devletin bir çiftlik olduğunu ve halkın da sağmal inekler durumunda bulunduğunu zanncden cahil insanlardı. Saray dışında devlet idaresile ilgili olan heyetin başmda Sofu Mehmed Paşa bulunuyordu. Askerî bir ayaklanmanm Sadnazamlığa getirdiği bu adam, doksan yaşındaydı. İhtiyarhk hırsile alabildiğine para toplamak istiyordu. Ayni zamanda «atabey» lik davası güdüyordu, kendisini padişahın vasisi mevkiine koyarak hükümdar ağzı kullanryordu. Bunak veziri bu hulyaya düşürenler hocalardı. Bütün rüzgârları kendi değirmenlerini döndürmek için kullanmakta pek mahir olan bu hocalar filân kitabda bir fetva yazıh olduğunu, o fetvaya göre padişah çocuk olunca halkın bir vezire bel bağlıyabileceğini, o vezirin de vekil sıfatile hükumet edeceğini ve hakikatte sultanlığm vezire aid bulunduğunu söyliyerek herifi şımartmışlardı. Zavalh bunak bu sözlere inanarak kendisini padişah sayıyordu, Kubbealtına gitmiyordu, kendi sarayında divanlar kurup fermanlar yazıyordu. Sofu Mehmed Paşa, kendinin hükümdarlığına o kadar inanmıştı ki Sipahile rin çıkardıklan bir gürültü üzerine saraydan davet olunduğu vakit açıkça kafa tuttu, gitmedi. Valide Sultan azle delâlet eden bir muamele olmak üzere mührü isteyince gene inad etti, mührü göndermedi. Yeniçeriler de onu iltizam ettikleri için saray mağlub ve mahcub bir vaziyete düştü, emir dinlemiyen, azlini de kabul etmiyen bu veziri ister istemez yerinde bıraktı. Fakat devletin idaresi çığrından çıkmıştı. Askerî karışıkhklann biri bitmeden öbürü başgösteriyordu. Hazinede para yoktu. Giridde harb devam ediyordu. Bir hiç yüzünden Avusturya ile de harbe tutuşulmağa ramak kalmıştı: Avus turya elçisi yenilenmesini istediği sulh ahidnamesinde Imparatora «sen» denil meyip «siz» denilmesini rica edip duruyordu. Babıali kâtibleri ise bu ricayı reddetmekte ısrar gösteriyorlardı. İşte bu yüzden harb çıkmak üzereyken elçinin insaflı ve soğukkanh davranarak ricasını geri alması sayesinde tehlike giderildi. Anadoluda da şekavetler, isyanlar ve gürültüler birbirini kovalıyordu. Son günlerde Kara Haydaroğlu ile Katır cıoğlu Ilgın Akşehir mmtakasındaki Çok geçmeden Osman Müfid göründü. Siyah kıvırcık kalpağı alnınm yarısına kadar inmişti. Uzun siyah çizmelerini çekmiş, belini fişekliklerle sıkmıştı. Elinde gümüş saplı bir kırbaç vardı. Yaklaşıp da soluk yeldirme içinde, başı yazma mendille bağlı kızını görünce var kuvvetile kollannı açtı. Bakışlan ışıklanmış, vücudü birdenbire dincleşmişti: Kızım, evlâdım. Baba.babacığım. İkisi de ağhyordu. îkisi de karşılaşacakları bu anm heyecanını aylardanberi düşünmüşlerdi. Osman Müfid, babası olmadığımı öğrendikten sonra benden yüz çevirecek mi? diye ürkmüştü. Serab da yüz yüze geldikleri zaman yabancılık duya caklanndan şüpheleniyordu. Fakat korktuklarına uğramadılar. Dökülen gözyaşlan arasmda bir kere daha sevgi ve bağlılıklarının imtihamnı vermiş oldular. Seni, bilsen nekadar çok özlemiştim baba. Ya ben, ya ben. Gözümde tütüyordun Serab. Her yerde, her köşede gözlerim seni arıyordu. Çok defalar sesin kulağıma çalmır gibi oluyordu da he yecanlanıyordum. Yavaş yavaş kendilerinden uzaklaşan Ahmedi, buluşma dakikasının büyük seköyleri, kasabaları soyup soğana çevir mişlerdi. Hükümdarlık tevehhüm eden bunak vezirin bu iki sergerde üzerine gönderdiği Anadolu valisi Ahmed Paşa mağlub olmuştu, yakayı da ele vermişti. Kara Haydaroğlu, esir ettiği veziri ya nında alıkoymak istememiş ve: «Bir takım bayır aşmazlara (korkaklar demektir) güvenip candan geçmiş adamların önüne çıkılmaz. Bu bozgunluk sana us pahası olsun. Haydi git, bir daha kullanamıyacağın askerle yenemiyeceğin düşman karşısına çıkma!» diyerek herifi azad etmişti. Fakat Katırcıoğlu, şekavet yoldaşınm bu hareketini beğenmedi, Ahmed Paşayı yoldan çevirip öldürdü! Şimdi yedi yaşındaki padişahın da, doksanlık vezirin de düşüncesi Kara Haydaroğlunu yakalamak, şu isyan işini bastırmak ve İstanbuldaki dedikoduları yatıştırmaktı. Halk bir haydudun devlet ordusunu bozmasından dolayı heyecan gösteriyordu, saraya ve Babıaliye küfür savuruyordu. Fakat Kara Haydaroğlunu tutmak şerefıni ne saray, ne de vezir kazandı. Çok büyük görünen bu işi Abaza Hasan adlı bir silâhşor başardı. O, vezirlerden biri namına İspartaya gitmişti. Eşkıya reisi de başına toplanan kalabalıkla oraya geldi, şehir halkından üç bin kuruş (bugünkü para ile üç bin lira) vergi istedi. Abaza diplomatça davrandı, bu parayı roplayıp vereceğini söyledi. Kara Haydaroğlu da bu söze inandı, askerini köylere dağıtrı, çadınnda eğlenceye daldı. Abaza, işte bu durumdan istifade ederek asker hazırladı, gafil scrgerdeyi ansızın bastı, yaralı olarak yakaladı, îstanbula yolladı. Artık Sofu Mehmed Paşanın keyfine diyecek yoktu, genc ve çok genc bir adam gibi durduğu yerde oynuyordu. Kara Haydaroğlunun kendi yanına getirildiği gün bir ecnebi hükümdar kabul edercesine hazırlıklar yapmıştı, divan kurdurmuştu. Eşkıya reisi, gayet ağır yaralı olduğu için bitkindl. Lâkin erliğe kir sürmemek kaygusile dişini sıkıyordu, yardımsız yürüyordu. Halk, Sadrıazam sarayının önüne yığılmıştı, vezirler öldürüp ordular bozan haydudu seyrediyordu. Kara Haydaroğlu gencdi, yirmi altı yirmi yedi yaşlarındaydı. Başına sarı ipekten bir mendil sanlmıştı. Sakalsızdı, sarı bıyıkları henüz terlemiş gibi görünüyordu. Güçlükle ihtiyar vezirin yanına çıkınca hemen bir köşeye oturdu ve sert sert etrafma bakındı. Yer yer diz çöküp oturan renk renk insanlar ve hele başında mevlevi külâhı buîunan ihtiyar vezir onun tuhafına gidiyordu. Sadrıazam, kısa bir lâhza sükuttan sonra sordu: Yaptığm işleri beğendin mi? Şehir basıp halkı soymak nıce olur, şimdi an ladın mı? Kara Haydaroğlu, bunak vezirin sö zünü kesti: Bre dede efendü, dedi, boş lâfı koy. Kişi gördüğünü yapar, aldığını satar. Ben de kurd oğlu kurddum. Böyle yaşıyacaktım, böyle de geberecektim. Sen çeneni yorma da bildiğini yap. Ve birdenbire ciddileşti, felsefî bir vecize söyler gibi ağır ağır anlattı: Gün akşamlıdır dedem. Dün doğvinci içinde, ikisi de unutmuşlardı. Osman Müfid işin farkına vararak genc Kuvayı milliyeciyi çevirdi. Onu da hararetle kucakladı ve uzun uzun teşekkür etti. Buluştuklan yerden uzaklaşmışiardı. Yakmdaki ağaclığa doğru baba kız elele yürüyorlardı. Ahmed, Osman Müfidin solunda gidiyordu. Sana hocalık yaptırmadığım için bana gücemmedin ya Serab? Yanhş bir karar değildi ki baba. Doktorun evinde rahat ettin, ıyi bakıldın mı ya\rum? Gülsüm kadından memnun musun? Sen beni hiç düşünme babacığım. Görüyorsun ki sapasağlamım. Rahatım, herşeyım yolunda. Yalnız sana birşey söyliyeyim mi; ben artık Balıkesire dönmek istemiyorum. A, oda neden? Neden olacak. Senden ayrılmak istemiyorum artık. Bunu, çocukluğunda yaptığı gibi, lâkırdıları dişlerinin arasında ezip büzerek söylemişti. Babasile beraber Ahmed de güldü. Ben nerede yaşıyorum biliyor musun? Büyük Şefin Millet Meclisine teşekkürleri (Baştaraft 1 ind sahifede) kârîıklan minnet ve şükranla yadeder ve Türkiyeye olan ebedî bağlıhklanm Türk milleline ve Türkiye Büyük Millet Meclisine iblâğına luifen tavassul buyurmanızı ve hissiyatı halisanemizin kabul buyurulmasını istirham eder.» Alkışlarla karşılanan bu telgraftan sonra Meclis encümenlerine reis, mazbata muharriri, kâtib ve aza seçimi yapılmış ve pazartesi günü toplanmak üzere içtimaa nihayet verilmiştir. muhabirini elleri böğründe bırakabilir di. Fakat, bu korktuğumuz hâdise vukua gelmedi. Rasad dünyasınm, kaç gün evvelin den haber verdiği husuf, 10 u 40 geçe, bilfiil tahakkuk etmek üzere idi. Beyazıd camiinin meydana bakan minaresinin tepesinde bir kandil gibi sallanan ay, yavaş yavaş, bir köşesinden sol mağa basladı. Bu solgunluk, saat 10,45 te, gözle iyiden iyiye farkediliycrdu. Saat 10,50 üe, güneşten dilendiği yalancı işiğın dörtte birini hemen de kaybetmişti. Ve hissolunar derecede git gide küçülüyordu. «Gece Leylâyı koyda çıplak yıkanırken gören soğuk ay» işte bu olmalı idi. Perde perde kalınlaşan ufkun perdesi altında, Beyazıd meydanı, mehtabın yarımlaşmış bir abajur haline gelen gayrikâfi ziyası altında, anî surette kararan bir tiyatro kulisine benziyordu! Gördüğümüz artık, bir yuvarlak değildi. Bayan Ay, kalın bir hilâl şekli almıştı. Bu hilâl, saniyeden saniyeye inceliyor, ve zerre zerre kararıyordu. Nihayet, saat 1 1 den sonra, son ziya dilimi de gözü Avrupada dört büyük devletin anlaşarak müzden silindi. Şu dakikada, karanlık bir el ve işbirliği yapmalarından bugünlerde mehtab seyrediyorduk. Bu karanlık yu sıkça bahsolunuyor. Dünya işlerini dört varlağın etrafı, belli belirsiz bir ziya hal büyük devletin ittifakile idare etmek iddikasile çevrili idi. Sanki, bu minimini hal ası, Milletler Cemiyeti teşebbüsü kadar ka; kendisine ibret gözile bakanlara; hal vâhi bir davadır. Insanlığa en büyük, hatta yegâne hayn ancak kuvvetlerin muvadilile haykırıyor gibiydi: Dikkat!.. Burada ayın on dördü zenesi getirebilecektir, ve bu işte büyük, orta, küçük her milletin hemen hemen var!.. «Husufu küllî» şu dakikada bütün ayni kuvvet ve kıymette ehemmiyeti varvahşi güzelliğile, tepecruzden bizi seyre dır. diyordu. Dünyaya yeni nîzam verecek olan bu Koca Beyazıd meydanında, çıt yoktu. muvazene oluşunda memleketimize düKendi kendime, düşündüm: şen vazife kayıdsız ve şartsız olarak aza Neydi, dedim, bundan yirmi otuz mî kuvvetli olmağa çahşmaktan ibaretrir, ki biz bu vazifeyi dün ve bugün anlıyor sene evvelki ay tutulmaları?.. Daha bir köşeciğinde, ilk siyah nokta değiliz, çoktan anladık ve çoktan böylece belirirken, ayın tutulduğu, nasıl da büyük de yapıyoruz. YUNUS NADI bir velvele ile mahallelerde ilân edilirdı. Gencler, ellerinde tabancalarla sokağa Yeni bir sür'at rekoru fırlayıp gökteki ayı korkutmak için mi, İblisi çatlatmak için mi bilinmez gümbür Londra 7 (a.a.) Merhalesiz mesagümbür havaya ateş ederlerdi. fe rekorunu kırmağa teşebbüs eden üç Sahan kapaklarmı, birbirine vurarak, askerî İngiliz tayyaresinin muvaffakiyetziller şangırdatarak, hatta tef, dümbc'iek le seferlerini bitirdikleri îngiltere Hava çalarak, gürültü edenler de olurdu. Nezareti tarafından bildirilmektedir. EsBazı yerlerde, meyzinler tez elden mi ki rekor kırılmıştır. Üç tayyareden ikisi nareye çıkar, ay, eski tabiî vaziyetini alın İsmailiye askerî üssünden hareket ederek cıya kadar, tekbir getirip essalât okurlar cem'an 1 1,534 kilometre katettikten sondı. Evlerin içinde, sebebi anlaşılamıyan ra saat 4 te Grenwich saati Port öyle bir telâş başgösterirdi ki, bunu ancak Darvvin'de yere inmiştir. «dehşete düşmek» kelimelerile ifade eMerhalesiz mesafe rekoru geçen sene debiliriz. Hele hiçbir şeyin farkında olmı Moskovadan Kaliforniya'ya uçan Sov yan çocukların, bir felâkete uğramışçası yet tayyarecisindeydi. na; sağa sola koşuşarak; evdekilerin çocukça heyecanma iştirak etmeleri, umumî kunluğunu, eski içli ve mahcub kızlar gibi, hercümerci artırmak hususunda mühim gizlemek ihtiyacını hisseden, ihtiyar kürerol oynardı. nin bu herdem taze ışığına son defa ola îhtiyar nineler, ay tutulmasının dünya rak, bakıyorum. ölçüsünde bir iş olduğunu bir türlü kabul Bulunduğum yerden, onu hemen de etmez, başlanğıcı ve biticni, günlerce evfarketmiyor gibiyim. velinden, saniyesi saniyesine tespit edilen Kendi kendimi isticvab edince, anladım bu tabiî hâdiseden, türlü korkunc hükümki, bende, deminki tehalükten eser kalmaler çıkarırlardı. mış. Artık, onu maskesi altında görmek Şimdi bakıyorum da, ortalık sütli man... Ne sahan tıkırdatan, ne minareye için, sabırsızhk göstermiyorum. Yarın, ezelî ve ebedî ışıklar ^Itanı şüçıkıp essalât okuyan, ne de evlerde, ay neş doğacak olduktan sonra, iğreti ışıklı tutuldu diye telâ«lanan var! «.Âlem yine ol âlem, devran yine 61 dev (ay) ın birkaç saat için kendin: gizlemesinden ne çıkar, diyorum! Etrafm bu alâkasazlığ.na karşı, tut Encümen riyasetine seçilenler Ankara 7 (Telefonla) Büyük Millet Meclisi bugün toplanmış ve encümenler intihabı yapılmıştır. Adliye encümeni riyasetine Münir Çağıl (Çorum), Arzuhal encümeni riyasetine General İhsan Sökmen (Giresun), Bütçe encümeni riyasetine Mükerrem Ünsal (Isparta), Dahiliye encümeni riyaseti ne Cemil Uybadın (Tekirdağ), Divanı Muhasebat encümeni riyasetine Faruk Soylu (Niğde), Gümrük ve İnhisarlar encümeni riyasetine İsmet Eker (Çorum), Hariciye encümeni riyasetine Hasan Sa ka (Trabzon), İktısad encümeni riyase tine Rahmi Köken (İzmir), Kütübhane encümeni riyasetine Halil Etem Eldem (İstanbul), Maarif encümeni riyasetine Fuad Köprülü (Kars), Maliye encüme ni riyasetine İhsan Tay (Beyazıd), Meclis hesablarını tetkik encümeni riyasetine Hakkı Ungan (Van), Millî Müdafaa encümeni riyasetine General K. Sevüktekin (Diyarbakır), Nafıa encümeni riyasetine Aziz Sami Ilter (Erzincan), Sıhhat ve İçtimaî muavenet encümeni riyasetine Ahmed Fikri Tuzer (Erzurum), Teşkilâtı Esasiye encümeni riyasetine Şemseddin Günaltay (Sıvas), Zirat aencümeni riyasetine Faik Kaltak kıran (Edirne) intihab edilmiş'.erdir. Lehistanda yapılan seçimde hükumet büyük bir muzafferiyet kazandı Varşova 7 (a.a.) Dün bütün Polonyada parlamento intihabatı yapılmıştır. Müntehiblerin yüzd« yetmişi reyle rini kullanmıştır. Hükumet büyük bir muzafferiyet kazanmıştır. Lehistan da müstemleke istiyor Londra 7 (Hususî) Varşova gazeteleri Lehistanın da müstemleke istiyeceğini yazmaktadırlar. Leh gazeteleri, Lehistanda nüfusun gittikçe artmakta olduğunu kaydederek, eski Alman müs temlekelerinden Kamerun'un Lehistana verilmesini istemektedırler. dum, bugün ölürüm. Ben ahirette eşeğimi bağlamadan sen de gelirsin, gene bulu şuruz! Kara Haydaroğlunun sözü doğru çıktı, yedi yaşındaki padişahın doksanlık veziri de o neş'eli günden sonra çok yaşamadı, haydudun asılmasını takib eden ay içinde fakat kendisinden yüz çevirmiş olan Yeniçerilerin talebi üzerine azlolunarak Malkaraya sürüldü ve orada boğduruldu. Kendine hükümdar süsü veren bu ihtiyar vezir, öldürüleceğini anlayınca du varda asıh duran kılıca el atmak ve saraydan gönderilen Frenk Ahmede karşı müdafaada bulunmak istedi, fakat ustalıkla atılan bir kemend, onun elini havada bırakmağa kâfi geldi ve mevlevi külâhlı paşa, o vaziyette boğulup gitti. SALÂHADDİN GÜNGÖR M. TURHAN TAN r ATEŞTEN Tefrika : 22 1 l DAMLA Yazan: MÜKERREM KÂMlL SU nı hiçbirine söylememiş, geçmişine aid herhangi bir hâdise üzerinde durmaktan şiddetle çekinmişti. Fakat bu gece gizlenmek, olduğundan başka türlü görünmek ağır geliyordu. Hayatını bir solukta bütün çıplaklığı ve acılığile yanındaki erkeğe anlatmak istiyen bir ruh haleti içinde idi. Ona herşeyi söylemek, çocukluğunun hazin hikâyesini, bahtsız anasile babasmı, mekteb hayatını, Osman Müfidden ge îen mektubla kaç aydır doktorun evinde geçen hayatını anlatmak istiyordu. Bu muvakkat hayat içinde doktorla olan arkadaşlıklannı tahlil etmek, onun gözden kaçmıyan hissî düşkünlüğünü, itirafını, kendi verdiğî cevabı söylemek ihtiyacı, bir insanlık vazifesi, bir kalb borcu olarak benliğinde tütüyordu. Hepsini sayıp döktükten sonra: «Beni tanı. Bil, kim olduğumu öğren. Bütün bunlara rağmen bu acı itirafa göğüs verebilecek kudret varsa içinde, beni öyle sev!» demek istiyordu. Fakat çok yakınında at koşturan bu Çok iyi, dürüst bir genc, diye cevab verdi. Hastalığımda çok eziyet çekti. Gece, gündüz başımı bekledi. Bu kara günler geçtikten sonra şayed yaşarsa bana büyük bir müjde vereceğinden de bahsetmişti. Böyle birşey konuşmamıştı beni'nle. Kim bilir, belki mesleğine aid bir iştir. Serab, bunu söylerken tabiî görünmek istemesine rağmen hafifçe bozulduğunu, sesinin de biraz titrediğini hissetmişti. Yalan söylemeği beceremiyenler için zora gelince ona* bas vurmak ne güçtür. Doktoru kat'î bir sekilde reddetme yişinden duydu^u azabın arasına, şimdi biraz da bu üzüntü kanşmıştı. Bir gün az veya çok hayatma, hayaline karışan bu iki erkek karşılaşır da hisleri üstünde konuşurlarsa, ne mevkie düşeceğini aklına getirdi. Hastalığı esnasmda dokto run, defterini okuduğunu bilmiyordu. Bunun içindir ki, Müfidin babası olmadığı kuvvetîi erkek, ondaki bu tutuşup dökülmek isteğini sindiriyor, dudakları büyük sırrının çözülmesi için bir türlü açılamıyordu. Yolculuklannm sonunda ikisi de bir kere daha kuvvetle anladılar ki, hiçbir düşüncenin sarsmıyacağı, hiçbir kuvvetin engel olamıyacağı bir şekilde yekdiğerlerine bağlanmışlardır. *** ' Başı kopmuş bir minare. İğri, büğrü, tozlu sokaklar. Çalı, çırpı ve kargılarla birbirinden ayrılmış kerpiç evler. Küçük bir meydan. Beli bükülmüş ihtiyar bir adamın önünde birkaç cılız keçi. Mintanlan paramparça, şalvarları yamah, soluk benizli çocuklar. Ayvahğa yakm köylerden biri, İçinde durup dinlenmeden yollanna devam ettiler. Çok geçmeden Keremköy göründü. Osman Müfidi karargâhtan çağırtmak üzere askeri yolladılar. Bekleyiş dakikalarının azlığını daha az duyurmak için, genc adam, Ayvalıktaki düşman kuvvetile, Keremköy sırtlarında teşekkül eden Kuvayı milliye cephesini anlatıyor. Birbirlerine çok yakm bulunan iki ayrı kuvvetin vaziyetlerini, gayet esaslı kelimelerle izah ediyordu. Ya! Nerede olacak. Elbet çadırınız var. Emirberiniz işinizi gücünüzü görür. Ne bulunuyorsa yer, karnınızı doyurursunuz. Kararımı verdim. Emirberiniz yerine size ben bakacağım. Biz, bir çadırda üç arkadaş yatıyoruz. Öyleyse bana da küçük bir çadır bulursunuz. Ben, arkadaşlarınızm işlerine dc bakarım. Düşündüm, taşındım. Bizim kanunda kadınlara asker olmak hakkı verilmemiş. Mademki cephede bilfiil vatan müdafaasında bulunmak yasak, ben de ceuhe gerisinde, işlerinize bakayım. Hastalannıza, yaralılarınınza, ne bileyim, eIim hangi işe yakışırsa bana onu yaptırırsmız. Osman Müfid, sıcak bir sesle: Hepsi güzel, hoş amma, bu söylediklerinin hiçbirinin kuvveden fiile çıkmasına imkân yok. Sebeb? Henüz çok gencsin. Yaşın alâkası ne? E, aklın ermez yavrum. Biz canımızı aysğımızın altına almış, yürüyüp gidiyoruz. (Arkasi mr) Tabiî.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle